BENİM OKULLARIM / İLKÖĞRETMEN OKULU

Bütün küçük kasabalarda öylemidir bilmiyorum. Bizim kasabamızda (Tekirdağ/Muratlı) o zamanlar büyük bir çoğunluğun benimsediği bir ezber vardı. “İlkokulu bitirenler Kepirtepe Öğretmen okulunun, ortaokulu bitirenler de Edirne Öğretmen okulunun sınavlarını kazandıklarında hayatları kurtulmuş demektir.” Şeklinde ifade edilen bu tespitten hareketle girdiğim Edirne öğretmen okulunun yazılı ve mülakat sınavlarını kazanarak 1964 yılında bu okula kaydımı yaptırdım. Bu okulların parasız yatılı oluşu,yiyecek yatacak yanında giysi ihtiyaçlarının da karşılanıyor olması belki başka çaresi olmayanların  ilk tercih edeceği yer oluyordu.Bu gerçekleşmediğinde biraz imkanı olanlar ilçede lise olmadığı için 25 km. kadar uzaklıktaki Tekirdağ’da ev tutarak lise,ticaret lisesi,sanat enstitüsü okullarında okuma seçeneğini değerlendiriyordu.Bu da olmadığında geleneksel usta-çırak ilişkisinden hareketle terzi,berber v.b.sanatlarının öğrenilmesi kulvarına geçiliyordu.

eskibina

Edirne Erkek İlk öğretmen okulu binasının 1958 den bu yana öğretmen okulu, ,daha önce de tütün deposu olduğunu hep biliyorduk. Biraz daha derinliğine araştırdığımda bu okulun  1893 tarihinde Polonyalılar tarafından bir azınlık okulu olarak yapıldığını,tarihsel gelişim içinde  hastane,kız öğretmen okulu olarak da kullanıldığını öğrendim.1973 yılından itibaren 1.Murat Ortaokulu.1984 tarihinden bu yana da 1.Murat Lisesi olarak hizmet vermekte olduğunu söyleyebilirim.

yenibina

Ortaokuldan sonra devam ettiğim öğretmen okulunda da sıradan bir öğrencilik yaşadım. Birinci sınıfta Edebiyat, Fizik ve Beden Eğitimi dersinden bütünlemeye kaldım.2. ve 3. sınıfları da doğrudan geçmiştim. Edebiyat fizik neyse de Beden Eğitimini kimseye izah edemiyordum. Onun için soranlara 2 dersten ikmale kaldığımı söylüyordum. Aslında bu dersten bütünlemeye kalışımı kendime de açıklayamamıştım bir türlü. Edebiyat ve fizik derlerinin sınavlarından başarısız olmamı gayet iyi anlıyordum .Ama ya beden eğitimi…Hem de en yüksek notu beklerken.Çok iyi bir sporcu falan olduğumdan da değildi beklentim.O yıl bayram tatili nedeni ile azalan öğrenci sayısı da dikkate alınarak 19 Mayıs gösterilerine katılanların karnelerine beden eğitimi notu 10 olarak verileceğine dair bir de teşvikten bahsedilmişti. Belki bunun da etkisi ile Müzik öğretmeni Necati beyin beste ve güftesini yaptığı ”Gülelim bizde,bu güzel günde….coşalım biz de haydi…”ezgisi ile jimnastik hareketlerinin sayısız provasını da yaptık.19 Mayıs törenlerinde de hayli başarılı idik.Fakat sonuç…yukarıda bahsettiğim gibi.Bir de bazı özellikleri ile gıcık,problem bir tip olsam belki burnumu sürtmek,  veya bana ders vermek için yapıldı diyebilirdim.Ama böyle bir şey de yoktu.Beden Eğitimi öğretmeninin beni hatırlayacağını bile sanmıyorum.

gösteri

Bütünleme sınavlarına iyi çalıştım. Aynı ezgileri içimden mırıldanarak 10 numara beklentisi içine yaptığım hareketleri 5 numaraya razı olarak tekrarladım durdum. Edebiyat ve Fizik sınavını verdikten sonra Beden Eğitimi sınavına girdim. Benden başka sınava giren öğrenci olup olmadığını bile hatırlamıyorum. Okulumuzun Beden Eğitimi Öğretmeni Mustafa Özbek-ki ona da  “kıpışık” lakabını takmıştı öğrenciler-,Edirne Lisesinin,Ticaret lisesinin öğretmenleri Naci bey ve  Karga Bedri’den  oluşan komisyonda sınavımı başarı ile verdim.Yıllar sonra mevzuatı öğrenmeye başlayınca neyin kurbanı olduğumu daha iyi yorumlayacaktım.

öğretmenler

Bazılarınca şans ”Uygun zamanda uygun yerde bulunmak” olarak tanımlanmaktadır. Bu tespitten hareketle şansızlığı da “uygun olmayan zamanda uygun olmayan yerde bulunmak” olarak tanımlamak mümkün herhalde. Bunu şunun için söylüyorum. Okul hayatımda ve daha sonraki hayatımda  sigara içen birisi olmadım .Ama öğretmen okulunda sigara içerken yakalandığımı söylersem sanırım ne demek istediğim anlaşılmış olur.

Okulumuz şehir içinde olmasına rağmen hafta içi okul dışına çıkmak yasaktı. Hafta sonlarında gündüzlerin en alışılmış eğlencesi Zorlutuna Kız Öğrenci Yurdunun karşısında bulunan Kız Öğretmen okulunun kaldırımından yürüyerek orada görebileceğiniz bir bakışa veya bir saç düzeltmeye derin anlam yükleyip bunlar üzerine senaryo üretmekti. Akşamları da sinema en klasik ve vazgeçilmez eğlence araçları arasındaydı. Zaman zaman kız öğretmen okulundan sınıfların birbirine verdiği çay partileri en heyecanlı sosyal hayat deneyimleri idi.

öğrenciler

Yine böyle bir gece sinemadan çıkıp – sanıyorum Ayvazoğlu sineması idi- okula yönelmiştik Sigara içen arkadaşlardan biri bana bir sigara ikram etti .Ben önce istemedim ama o çağda büyüme,meydan okuma,ilgi merkezi olma gibi bazı kavramlar sigara tarafından sağlanıyordu. Arkadaşım biraz ısrar edince bir sigara da ben yaktım. Daha doğrusu sigarayı da verenler yaktı. Okulu bilenler Polis parkından ilerleyip Güldiken kız öğrenci yurdunu geçtikten sonra okula yaklaşıldığını tahmin ederler. Tabii  eski sigara içiciler “kurt “olduğu için okula gelmeden önceki ilk köşede sigaralarını atmışlar. Benim tabi bundan haberim yok. Köşeyi dönünce bir nefes daha çekip tam ben de sigarayı atayım derken o gece nöbetçi olan Fizik öğretmeni Sadık Bideci –onun da takma adının kont olduğunu söylemeliyim.- ile yüz yüze geliverdik. Diğerleri içeri girdi. Beni birkaç öğrenci ile birlikte alıkoydu. Diğer öğrencileri gönderdikten sonra üstümüzü aramaya önce benden başladı.Hem üzerimi arıyor hem de ısrarla ”Paket nerde..paket nerde”  diye soruyordu.Tabi ben ne söyleyeceğimi şaşırdım. Arkadaşlardan aldım desem bir türlü. Paketi attım desem bir türlü. Neyse bizim numaralarımız falan alındı. Biz de bizi bekleyen akıbetin ne olacağı kaygısını taşıyarak günleri saymaya başladık. Beklenen gün geldi Müdür tarafından çağrıldığımız söylenince hesap günü gelmiş olduğunu anladık. Müdür odasına benim dışımda çağrılan birkaç öğrenci daha vardı. Müdürümüz Necati Erinç(Totem) Önce genel bir söylev verdi. Siz bu okula niye geldiniz…ananız babanız sizi buraya niçin gönderdi…içerikli genel konuşmasının ardından bireysel olarak her öğrencinin başına gelip suçuna göre “Söyle bakalım okuldan neden kaçtın? Neden sigara içtin?” sorgulamasından sonra ortak yaptırım olarak “ Söyle bakalım çoceğem. Verem mi bavulunu eline?” cümlesini kendine özgü şivesi ile söylüyordu. Bavulun ele verilmesi kovulmanın kaba açıklaması idi. Bizim de gözümüzün önünden bavulu elinde memleketine dönmüş bir öğrencinin içler acısı durumu canlanıyordu. Bir daha olmayacağına dair sözlerin verilmesi üzerine bu talihsiz durum da atlatılmıştı.

diploma

1967 Haziranında Öğretmen okulunu bitirmiştim. O zaman teknoloji bu kadar ilerlememiş olmasına rağmen bir sonraki ayda mezun olan tüm öğrencilerin öğretmen olarak görev yapacakları yerler belli oluyordu. Tabi ben o tarihte 18 yaşını doldurmadığım için tayinim yapılamayacak ve yaklaşık bir yıl kadar büyümeyi bekleyecektim. Büyüme ayları olarak adlandırdığım bu dönemde yaşadıklarımı da başka bir yazı konusu yapacağım.

BENİM OKULLARIM / ORTAOKUL

1961 yılında girip,1964 yılında mezun olduğum Muratlı ortaokulu Mithatpaşa İlkokulunun arada bir caddenin olduğu hemen karşısında idi.Oradan da en çok hatırladığım isimler Müdür Muammar Çağlar ,Müdürün eşi ve aynı zamanda başyardımcı Nuran Çağlar ile Resim öğretmeni Salih Baydemir’di. Zaten diğer bir çok öğretmen de kasabanın memuran takımından ve benim de mezun olduğum ilkokuldan geliyordu. Sabri,Münevver,Hüseyin öğretmenlerle amcam Fikret Mola hep İlkokuldan tanıdığım isimlerdi.Ayrıca İlçenin kaymakamı ve veterineri de duruma göre öğretim kadrosunda yer alıyordu.

ortaokul

Nasıl,niçin ve kim tarafından konduğunu bilmiyorum ama”Gakçı” lakabı ile anılan Müdürümüz matematik derslerine giriyordu.Elinde tuttuğu matematik kitabından(Galiba Arif Akçabay’ın kitabı idi) sıklıkla sorduğu problem hala hatırımdadır. “Abdülkadir 1800 lira parasının bir kısmını %5  bir kısmını %4  faizle bankaya yatırıyor.Abdülkadir  şu kadar yıl sonra şu kadar faiz aldığına göre Abdülkadir’in % 5ten ve % 4 ten faize yatırdığı paraları bulunuz”Rakamlar ve sözcükler farklı olabilir ama problemin ana ekseni aynen böyleydi. Problemin çözümüne dayanak teşkil edecek olan F= axnxt/100 formülü zihnimde daha o zaman yer etmişti,

naciye

Müdürümüz her ne kadar Muammer Çağlar ise de asıl disiplin,otorite,yaptırım ve benzeri konularda etkin olan korkulan çekinilen kişi eşi Fizik/Kimya öğretmeni Nuran Çağlar’dı.Onunla muhatap olmak veya onun odasına çağrılmak daha ürkütücü ve endişe vericiydi.

suret

Ortaokulumuzun tamamı 3-5 şubeden ibaretti ve her sınıfta yaklaşık 10-15 kadar kız öğrenci vardı. Derslikte kızlar en öndeki sıralarda kendilerine ayrılmış yerlerde otururdu. Bahçede de caddeye yakın bölümde kendilerine ayrılan alanlarda oyunlarını oynarlardı. Kızlardan tarafa geçme konusunda ilan edilmemiş bir yasak vardı. Oraya bir top kaçması halinde top kızlar tarafından diğer bölüme uzaklaştırılırdı.

belge

Öğretim hayatımın tamamında vasat bir öğrenciydim. Öyle övünerek bahsedeceğim birinciliklerim ve derecelerim de olmadı. Bunun yanında negatif olarak da bir dikkat çekiciliğim olmadı.Ortaokulda ya sınıfların hepsini doğrudan geçtim yada bir yıl bütünlemeye –o zamanki deyimi ile ikmale- kalmışlığım olabilir.Bunu bile hatırlayamıyorum açıkçası.

Bu yazıyı okuyanlar resimdeki okul binasının da benim mezun olduğum ortaokulun isim değiştirmiş şekli olduğunu tahmin edeceklerdir.

BENİM OKULLARIM / İLKOKUL

1956 Eylül’ünün bir alaca karanlığında köyümüzden at arabası ile İlkokulu okuyacağım Muratlı kasabasına gelişimi hayal meyal hatırlıyorum. Eşyaların at arabasından henüz sıvası yapılmamış ve pencereleri olmayan iki gözlü kerpiç eve  acele ile indirilişi,çamur rutubet kokan yapının pencerelerini hasırla kapatışımız ve yedi numara gaz lambasının aydınlığında yere serilmiş bulunan hasır üzerindeki yatakta sabahlayışımızla ilgili görüntüler beleğimde bölük pörçük yer alıyor.Ertesi sabah uyandığımda nerden ve nasıl geldiğini anlayamadığım ama taze vernik ve cila kokusu hala burnunda tüten ve içinde yalnızca bir defter ve kalemin bulunduğu tahtadan yapılmış kahverengi ile sarı renk arası okul çantaları elimize tutuşturuluyor.Daha sonra dedemin bin bir güçlükle aldığı bu çantaların birinin benim diğerinin de benden iki sınıf ilerideki amcam için alındığını öğreniyorum.

bizim ev

Okulların ilk açıldığı gün amcamla –ki benden 3-4 yaş büyük olduğu için ben ona hep aga derdim- belki de kasabanın tek ilkokulu olan Mithat paşa İlkokuluna götürülüyoruz .Birden kendimi mahşeri bir kalabalık içinde buluyorum. O güne kadar köyde en fazla 3-5 kişilik oyun arkadaşlıkları dışında bir kalabalıkla karşılaşmayan biri için şimdiki tahminlerime göre en çok 200-250 kişiden ibaret de olsa bu kadar kalabalık bir insan yığını alışılmış bir durum değildi. Daha sonra hep birlikte okunan ve benim ilk kez duyduğum istiklal marşının söylenişi şaşkınlığımı daha da arttırmıştı. Bağıran,çağıran,koşturan ağlayan bir insan yığını idi o günden hatırladıklarım.

okul

Okulda 3.sınıfa kadar Enise öğretmende okumuştum. “Niye Enise öğretmen?”diye sorduğumda “Öğretmenlerin en iyisi o.Onun için ona kısaca Enise öğretmen diyorlar” şeklinde bir açıklamanın tarafıma yapıldığını hatırlıyorum. Nahiye Müdürünün –ki o zaman kasabamız henüz ilçe olmamıştı ve ilçe olması için daha bir yıl bekleyecektik.-eşi olan Enise öğretmen gerçekten eskilerin ismi ile müsemma dediği gibi “En iyisi” yakıştırmasına uyan birisi idi. 4 ve 5. sınıfları da arada geçici günlük,haftalık öğretmenleri saymazsak Hikmet ve Pakize hanımlarda okudum.Bilinir ki ilkokul döneminde öğretmenleri çocukların kahramanları ve en tutkulu aşklarıdır.Bu bizler içinde böyleydi.Tabi bu arada Hikmet öğretmenden pi sayısı yüzünden yediğim tokadı da unutmuş değilim.Bana sorulan pi sayısının 3 olan kısmını hatırlamıştım ama ondan sonraki 14 kısmını hatırlamayınca o günlerin rutin ve yaygın cezalandırma uygulaması olan şamar sol yanağımda şaklamıştı. Yıllar sonra müfettişlik görevimi yürüttüğüm Tekirdağ ilinde -sanıyorum Süleyman paşa İlkokulunda- kader beni öğretmenimi yani Hikmet hanım’ı teftiş etme rastlantısı ile baş başa bıraktı. Tabi öğretmenimin 20 yıl önceki öğrencisi tarafından denetlenmiş olmasının nasıl bir duygu olduğunu bilemedim. Mutlaka bunu başkaları ile paylaşmıştır. Ben de ona hiçbir zaman pi sayısının bana yaşattıklarını ona hiç hatırlatmadım. Ne de olsa onlar bizim kahramanlarımızdı.

grup

İlkokul yıllarımda bende sters ve sıkıntı yaratan şeyler de yok değildi.Bunlardan biri okul tuvaletlerindeki yaşadıklarımdı.Okul bahçesi çok geniş olduğu için tuvaletler okul binasına 70-80 metre uzaklıkta ve şimdiki öğretmen evi lokalinin bulunduğu yerdeydi.Tuvaletlerde şimdikinin pisuvarına benzeyen bir bölümünde öğrenciler ayakta ihtiyaçlarını gideriyordu. Fakat zaman zaman da öğrenciler kuyruk olmak zorunda kalıyordu.Ben de ne zaman arkamda birinin olduğunu sezsem acele etme kaygısından ihtiyacımı gideremiyordum.Böyle olunca yapılacak iş ya daha sonraki teneffüse yada eve erteleniyordu.

Beş yıllık okulun bitirme sınavları uygulaması da beni en çok geren konuların başında geliyordu. Öğrencilerin her biri her dersten içlerinde başöğretmenin( O zamanlar Müdür yerine başöğretmen vardı.) de olduğu bir komisyonun – o günkü adı ile mümeyyizler- karşısına çıkıyordu. Her birinin sorduğu sorulara adeta bir sorgulama cenderesi içinde yanıtlar veriliyordu. “Gerileme devrinin sebepleri nelerdir?” ya da “Mondros anlaşmasının maddelerini say” gibi talimatlar bilginin de sabrın da sınandığı bir sınav oluyordu. Büyük amcamın aynı okulda öğretmen olması bile sınavda heyecandan dizlerimin titremesini önleyememiş ve beni rahatlatamamıştı. Bütün öğrenciler öylemiydi bilmem ama ben bir yıl bunun gergin bekleyişi içindeydim. İçimden çok kere de bunu niye yazılı hale getirmezler diye geçirmiştim(Dualarım kabul görmüş olacak ki ertesi yıldan sonra bu sınavlar yazılı hale geldi ve en azından ortaokulda bu işkence bitmiş oldu.)

O yıllarda oyunlarımız da oyuncaklarımız da çok natureldi. Pancar,ayçıçeği,kabak gibi bitkilerden değişik arabalar,söğüt dalından yapılan düdük,en çok yapılan ve kullanılan oyuncaklardı.Satın alınanlar ise misket,bilye,cirlop denen renkli cam veya plastik yuvarlaklardı. Mahalle arasında oynadığımız top çoğunlukla paçavradan,inek tüyünden analarımıza yaptırdığımız kısmen topa benzeyen gereçlerdi.Lastik veya dolma toplara sahip olabilmek için biraz daha hali vakti yerinde olunması gerekiyordu.Meşin veya meşine benzer bir top okulumuza-veya sınıfımıza-İlçemizin iki fabrikatöründen biri olan Rıfkı beyin oğlu Nazmi tarafından getirilmişti.Bu mükemmel eşyaya sahip olmanın ayrıcalığını bilen Nazmi de takımları kurma,istediğini kendi takımına alma hakkını kullanıyordu.Çoğunlukla sınıfımızın yaşça ve bedence en irisi durumunda olan Abbas Çankaya-ki sonra kendisi terzi olarak yolunu seçmiştir- Nazmi’nin ilk aldığı oyunculardandı.Benim bu takımlarda yer alıp almadığımı hatırlamıyorum ama Nazminin oluşturduğu takımın yenilmesi pek kabil olmadığını unutmadım.

Yazı içindeki  resimlerde Anaokulu resmini görenler herhalde” Burası da Necmi beyin okuduğu Anaokulu olsa gerek” veya “Ana okulunu yazacağı yere koyacağına buraya koymuş” gibi tahminde bulunabilir. Oysa 1956 lı yıllarda  Anaokulu veya Ana sınıfı sözcükleri henüz eğitim lügatımıza girmemişti. Resimdeki Yavuzselim Ana okulu benim1961 yılında bitirmiş olduğum Mithatpaşa İlkokulun yıllar sonra ana okuluna dönüştürülmüş halidir.

ZAMAN FIRÇASININ DARBELERİ

Ve Büyük usta
Körfez tuvaline
zaman fırçasının darbeleriyle
en akla gelmedik
desenleri aksettirmede
alışılmış hüneriyle

Dubleks teki Süleyman amca
hiç görünmedi
yaz boyunca
karaciğerinden rahatsızmış
ayrıca kalbi ve şekeri de varmış
demek ölmüş
ne yapalım ömrü bu kadarmış.

Mahallenin kedileri
ne kadar yalnız
ne kadar mahzun
ne kadar da sahipsiz bu yaz
Melek hanım nerede
ekmek verse biraz
demek çok sıkışmış
evini de çok ucuza satmış
öksüz bırakmamak için kedilerini
bir sokak ötede
kiralık bir eve taşınmış

Karşı bloktaki
albayın kızı ve damadı
kışı burada geçirmişler
ama kendisi iyice yaşlanmış
adımları da iyice yavaşlamış
Ona da zatürre demişler.

İzmirli karı kocanın da
panjurları çok geç açıldı
kadın hayli solgun
adam ne kadar zayıflamış
saçları da iyice seyrelmiş
ayrıca
bir hayli de kilo vermiş
demek
kemoterapi yüzündenmiş

Komşu Hasan beyler
maaşallah turp gibi
ha bire koşturup duruyor.
ama o bile bu yıl
“otuz kulaç atınca
biraz yoruluyorum” diyor.

Bir gün
senin tuvaline de zaman fırçası
darbesini vuracak
bir gün senin de
balkon kapın açılmayınca
etrafta meraklı bakışlar dolaşacak
dayanamayıp birisi
yan komşuya soracak
ve onlar da
“Geçen yıl küçük oğlunu evlendirmişti
yeni de bir torunları olmuş
çok sağlıklı görünüyordu ama
bu kış rahmetli olmuş”
diyecek.

Ağustos/2010/Altınoluk

DÜŞÜNCELER

Düşünceler
kaplar tüm benliğimi
davetsiz misafir gibi
düne,bu güne
ve geleceğe dair
vesair,vesair.vesair
düşünceler

Düşünceler
kah çatık bir kaş
olursunuz yüzümde
kah akmayan bir yaş
olursunuz gözümde
düşünceler,düşünceler
ve ardından uykusuz geceler

Düşünceler
kadehlerde teselli
aşılmaz,anlaşılmaz dün,
yaşanmamış bu gün
anlatılmaz yarın olursunuz

Düşünceler
ve de her sefer
düşümdeki kabus
dudağımdaki uçuk
boynumdaki ter tırnağımda et
sol yanımdaki ağrı
yüreğimdeki ses
ve içimde
derin bir nefes olursunuz

Düşünceler
sevdiğimin yüzünde
bilinmeyen bir göz olur
her an dilimde
söylenemeyen bir söz olur
ve dudaklarda silinmeyen bir iz
düşünceler,düşünceler
ah bir bilseniz

Düşünceler
tarifsiz bir öfke olur
çok kere
ve çocuğumun yüzünde
patlayan bir tokattır
sebepsiz yere
ve bir hesaplaşmadır
götürür insanı
yıllar öncelere

Düşünceler
tutsak etmiş benliğimizi
istemiyorum sizinle uğraşmak
ve ömrümce kara bulutlarla savaşmak
benim de hakkım
masmavi gökyüzü altında
taptaze baharı yaşamak

NİÇİN EMEKLİ OLDUM

Kırk yılın ardından

kravatsız bir boyun ile

hilesiz hurdasız bir oyun istiyorum.

Galata köprüsünde

küçücük iskemleme oturarak

ve yüzlerce oltanın arasına karışarak

balık tutmak istiyorum

Birden

kendimi bulmak istiyorum

sahaflar çarşısında

ve kaybolmak istiyorum

tozlu kitaplar arasında

Namaza durmak istiyorum bir Cuma vakti

Süleymaniye’de ya da Sultanahmet’te

tarifsiz bir huşu içinde

İstiklal caddesinde yürümek istiyorum

elimde evrak dolu çanta olmadan

ve serserice ıslık çalarak

ya da eski bir şarkıyı mırıldanarak

son derece  amaçsız biçimde

Küfretmek istiyorum

hem de ağız dolusu

riyaya,bencilliğe,çıkarcılığa

ait ve sahip olan herşeye ve herkese

Şükretmek istiyorum

yalnız ve sadece aldığım nefese

Sinemaya gitmek istiyorum

filmin ne olduğuna bile bakmadan

karanlık salonda mısır gevreği yemek istiyorum

en büyüğünden hemde

hiç hesap kitap yapmadan

Güvercinlere yem vermek istiyorum

Bayazıt meydanında

çırpınanan kanatlar arasında

oradan bırakarak kendimi

Mahmutpaşadan  Eminönü’ne doğru

balık ekmek yemek istiyorum

bir öğleden sonrasında

Fırlayarak özgürce sokağa

yaz yağmurlarında ıslanmak istiyorum

hem de tepeden tırnağa

kucak açmak istiyorum

kaz dağlarının zeytinliklerine

ve kulaç atmak istiyorum

Egenin ve körfezin serinliklerine

Necmi MOLA/24.11.2009/ Bakırköy

NE SİSTEM AMA

Bilmiyorum kaç yıl öncesidir ama soğuk savaş yılların tüm bilgi kirliliğinin, abartmaların, adeta beyin yıkayıcı propagandaların bütün hızı ile devam ettiği yıllarda mizahın da bu anlayışa göre şekillendiğini görmek şaşırtıcı gelmiyordu hiç kimseye. İşte bu dönemde bir Amerikalı Moskova’ya Rusya’daki bir arkadaşını ziyarete gider. Orada bir çift ayakkabı alma ihtiyacı duyar. Ve arkadaşından bu konuda yardım ister. Arkadaşı da ona “Dünyanın en muhteşem ayakkabı mağazasına götüreceğim seni, hiç merak etme” der. Sonra mağazanın bulunduğu yere gelirler.Gerçekten devasa bir ayakkabı mağazasıdır gördükleri.Ev sahibi biraz onurlanarak, biraz da gururlanarak misafirini alış-veriş merkezinden içeri sokar. Karşılarına çıkan” Bay ayakkabıları-bayan ayakkabıları” levhalarından uygun olanına yönelirler.Daha sonra renk bölümlerinden tercihlerini yaparlar, Biraz daha ilerleyerek ayakkabı türlerinin yönlendirildiği istikamette de seçimlerini yaparak numaraların bulunduğu bölmeye gelirler.Misafirimiz 42 numara ayakkabı giydiği için üzerinde o numaranın bulunduğu kapıdan içeriye girerler. Ancak kendilerini birden ana cadde de buluverirler. Misafir biraz hayret birazda şaşkınlıkla:”Hani ayakkabılar nerede?” diye sorar.Ev sahibi de gayet mutlu ve kendinden emin biçimde:”Sen ayakkabıyı bırak ta sisteme bak sisteme” der.

Bu nereden aklıma geldi derseniz önceki akşam internetten hastane randevusu alırken birden çağrışım yaptı. Gerçekten müthiş bir sistem. T.C kimlik numaranızı, doğum tarihini giriyorsunuz, tıklayınca hangi hastaneyi,hangi bölümü,hangi doktoru isterseniz ona götürüyor sistem sizi. Doktoru da seçince doktorun boş ve dolu saatleri çıkıyor. Yeşil ile gösterilen boş saatlerden için sizin uygun olanı tıklıyorsunuz onay sonucu da randevu gerçekleşmiş oluyor.Zaman dilimlerinin 5-6 dakika olması biraz keyfinizi kaçırıyor ama olsun.Bu kadar kusur kadı kızında da olur diyorsunuz.Şimdi yapılacak şey belirtilen zamanda adı geçen doktorun kapısında olmaktan ibaret diye düşünüyorsunuz.Sizi bu bilgiyi ulaştıran sistem bu bilgiyi de doktora ulaştırmamış olamaz herhalde. İşimi şansa bırakmamak adına 9.45 olan randevuma yetişmek için saat 9.00 da ilgili sağlık kuruluşuna gittim.

Poliklinik Kapısı

Tabi pat diye giremiyorsunuz.Önce randevulu da olsanız müracaata giderek barkotunuzu almanız gerekiyor. Barkotta da sıra numaranızın 43 olduğunuzu görünce saat ayarlı sistem ile sıra ayarlı bir sistem arasında kaldığımı hissediyorum. Poliklinik kapısına yönelince içlerinde benim randevu aldığım doktor Engin Acıoğlu’nun da  bulunduğu dört uzman doktorun isimlerinin üzerlerine orada olmadığı anlamına gelen kırmızı çarpı işareti konduğunu gördüğümde .İçimden “ dakika bir,gol bir” dedim.Doktor seçme şansı veya hakkı bir anda dip yaptı.Hoş ben de zaten seçimimi bilerek yapmamıştım.Yani öylesine bir işaretleme idi .Fark etmez sarhoş etsin de rakı da bir,şarap da bir misali muayene etsin de kim ederse etsin diye düşündüm.Kapıdaki monitörün ekranında 43 numara ile adım yer aldı. Ekranda herkes kendini ve sırasını görüyordu ama aynı zamanda Ecevit mavisi giysisi ile bir de görevli vardı.Duruma göre:”Dur, bekle,girme,içerde hasta var” talimatları ile oradaki mevcudiyetine bir anlam yüklüyordu.

Bu durum bana Çin’de karşılaştığımız bir tabloyu hatırlattı.Geçtiğimiz yıl oğlumu ziyaret için Şanghay’a gittiğimde trafik ışıklarının her birinin hemen yanında kollarında kırmızı görevli işareti ve ellerinde de kırmızı ve yeşil bayrakları olan kişiler trafik ışıklarının anlamlarına göre kişileri yönlendiriyordu.Benim mavi üniformalı görevlimin de işlevi biraz onlara benziyordu.

Şanghay Trafikçisi

Neyse uzatmayalım Saat 9.00 da 9.45 ranevusu için geldiğim kurumda her şeye rağmen kendimi 10.30 da doktorun karşısında buldum.İşimde 2-3 dakika falan sürdü zaten.Yani total olarak bir buçuk saatlik bir zaman diliminde amacıma ulaşmış oldum. Ben emekli olduğum için zamanla ilgilide en azından o gün için bir problemim olmadığı için,ayrıca da geçmiş yıllarda sabah altılarda numara almak gibi, türlü numaralarla yaşamaya alışık olduğumu da düşünerek biraz olayı olumlu yönleri ile değerlendirmeye çalıştım.Madalyonun öteki yüzünü de bilmediğimiz içim bizim içim problem görülen yanlarında belli bir açıklaması olmalı diye düşünüyorum.

Ama şurası da bir gerçek ki herhalde sistem sadece kendi başına her şey olmuyor.Sistemin içinde ona yön veren,ona emek veren insanların niyetleri. hedefleri. anlayışları.becerileri sistemle bütünleşirse gerçek bir sistemden söz edilebilir.Bu gerçekleşmediği takdirde sitemle uygulama arasındaki makas her geçen gün daha da fazla açılarak kurmak istediğiniz en ideal sistem bile tanınmaz hale gelebilir. Sonuç olarak iş sadece sistemde bitseydi 4-2-4 taktiğini uygulayan butün takımların şampiyon olması gerekirdi.

VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ANTALYA

Alanya’da altı gece konakladıktan sonra Antalya’ya yola çıktık. Alanya-Antalya arası 130 km olup yaklaşık 2 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşım gerçekleşiyor.Antalya öğretmenevinde iki gece konakladık.Buradaki hizmet ve yaklaşım da hoşumuza gitti.Ancak coğrafyanın kendisine sağladığı avantajı da eklersek Alanya öğretmenevinin birkaç adım daha ileride olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.Antalya’da kaldığımız sınırlı süre içinde  görülmesi gereken yerleri yine meslek ve okul arkadaşlarımız Mustafa Günaslan ve Fatma Yazgan’ın yardımı ile gezdik.

Özellikle döneceğimiz gün gezdiğimiz Düden şelalesinin çok özel bir yeri olduğunu söyleyebilirim Şelalenin çeşitli bölümlerini gezdiğinizde farklı bir duygunun ve iklimin bütün benliğinizi kapladığını hissediyorsunuz.

Antalya müzesine gitmemiz yeri bize çok iyi tarif edildiği için çok zor olmadı. Kuruluşu 1922 yıllarına kadar dayanan müzenin ziyaret ettiğimiz binada 1972 yılından beri hizmet verdiğini öğrendik. Müze içinde 14 salonda ve geniş bahçesinde sergilenen eserleri hayranlık ve beğeni ile izledik.Müze ihtiva ettiği eserler ve kurtarma kazılarındaki buluntuları ile dünyanın önemli müzeleri arasında yer aldığı bilinmektedir. 1988 yılında “Avrupa Konseyi Yılın Müzesi” ödülüne layık görülmesi de rastlantı olmasa gerek.

8-10 günlük Alanya/Antalya seyahatinin finalinin muhteşem olduğunu söyleyebilirim. Belki önceden planlamaya çalışsak böyle keyif ve mutluluk verici olmazdı. Bazen olayları kendi akışına bırakmak da galiba en iyisi diyor insan. Alanya öğretmenevinde tesadüfen rastlaştığımız meslektaşımız ve okul arkadaşımız Feridun Yazgan bize muhteşem yakınlık gösterdi. Daha sonra Antalya’ya geldiğimizde yine onun örgütlemesi ile orada görev yapmakta olan diğer okul arkadaşlarımız ve eşleri ile birlikte bize Antalya Öğretmenevinde bir akşam yemeği verdiler. Ertesi akşam da sınıf arkadaşımız -ayrıca Nuray’ın ev arkadaşı- Ayşe Sözeri  ve eşi bizi misafir etti. Dostluk,vefa,özlem,kadirşinaslık, paylaşma,dayanışma gibi  çoğunu sıralayamadığım ama insanın içini ısıtan sözcüklerle ifade edilen duyguları ve mutlu zaman dilimlerini bize yaşattılar.Hepsine gönül dolusu teşekkürler. Sağ olsunlar var olsunlar.

“Akdeniz turumuzla ilgili yazılarımıza burada son veriyorum.” demeye hiç dilim varmıyor. Tanıdıkça ve gördükçe gezilmesi gerekli daha fazla yerlerin olduğunu fark ederek bundan sonraki gezilerin gündeminde buluşmak dileğiyle…

VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ALANYA

Yaklaşık 14 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Alanya’ya ulaştık. Ben de eşim Nuray da buraya ilk kez geliyorduk. Sadece buraya değil Ak denizi de il görüşümüz olacaktı. Akdeniz ile ilgili bilgilerimiz coğrafya kitaplarından kalan “Yazlar kurak ve sıcak kışlar ılık ve yağışlı….dağlar denize paralel olduğu için kıyıları ege gibi girintili çıkıntılı değildir…” şeklinde birkaç cümleden ibaretti. İlk defa bu bölgeyi bizzat görecek, tanıyacak ve yaşayacaktık.

Otogardan daha önce yer ayırttığımız öğretmenevine ulaşmamız çok kolay oldu. Çünkü öğretmenevi ve otogar arasında sadece bir cadde vardı.Öğretmenevinde önce 3 gecelik yer ayırtmıştık.Daha sonra bunu görülen lüzum üzerine kademeli olarak 6 geceye çıkardık. Aslında kendi kurumlarımız olmasına rağmen öğretmenevleri hakkında çok olumlu duygulara sahip değildim. Birçoğunun gerek hizmet ve gerekse işletmecilik anlayışı bakımından tatminkar olmadığını dostlarımızdan da duyuyorduk. Ancak Alanya öğretmenevinde konakladığımız günler boyunca yaşadıklarımız bu izlenimleri silmeye yetti. Öğretmenevi Alanya sahilinin Kleopatra plajı olarak isimlendirilen birkaç kilometrelik kumsalın tam karşısında adeta bu kumsalı kucaklayan bir tesis görünümünde. Hizmet ve işletme anlayışı da  bu görkem ve güzellikle paralellik gösteriyor. Yani daha önce yerleşmiş olan öğretmenevi imajından farklı bir fotoğrafı yakaladık burada

Birçok otel ve konaklama yerinin bulunduğu ve öğretmenevinin de önünden geçen cadde boyunca yürürken bir otelin önünde rastladığımız çok farklı bir bitkiden bahsetmeden geçemeyeceğim. Daha doğrusu ağaç diyebileceğimiz bu bitkinin gövdesinde salyangoz büyüklüğünde ve uçları iyice sivriltilmiş taşların olduğunu görünce bir an bunların sonradan yapıştırılmış olduğunu zannediyorsunuz. Ancak iyice yaklaşıp baktığınızda bu sivriliklerin ağacın doğal yapısının bir parçası olduğunu fark edebiliyorsunuz. Afrika’dan getirildiği söylenen ve son derece güzel çiçekleri olan bu ağaca”Maymun çıkmaz” veya “Maymun tırmanmaz” adının  verildiğini öğrendik. Gerçekten de bu gövde yapısı ile maymun veya benzeri hiçbir canlının tırmanamayacağı  bir koruma kalkanını doğa ona armağan etmiş.

Alanya gerçekten görülmeye değer güzellikteki bir coğrafya parçası. Yerleşik nüfusunun 95 bin olduğu şehrin giriş levhasında belirtiliyor. Bu sayı içinde çoğunluğunu Almanların oluşturduğu 10-15 bin yabancı da var. Yabancıları sabahın erken saatlerinde denize girmelerinden, sistemli yürüyüş ve spor yapmalarından fark edebiliyorsunuz.

Alanya’nın yerleşimi somut bir biçimde şöyle tarif edilebilir. Kanatlarını iyice açarak yönünü güneye yani Akdeniz’e çevirmiş bir kartalı hayal edin. Kartalın başını ileriye doğru uzanmış 200-250 metre yükseklikte  bir burun üzerinde Alanya’nın simgesi olan kalenin bulunduğu bölüm olarak düşünün. Kartalın geniş kanatları sağ yani batı tarafındaki kısım Kleopatra plajını, diğer  tarafın da  Alaeddin Keykubat plajının oluşturduğu kilometrelerce uzanan kumsalı canlandırıyor. Kalenin doğu kısmı iskele ve diğer alışveriş merkezlerinin bulunduğu daha eski bir yerleşim özelliği taşıyor.Daha sonradan gelişen batı bölümü de şehrin bütünlüğüne uygun güzellikte yapıları ile ayrı bir güzellik katmış kente.

Alanya’da bulunduğumuz süre içinde görülmesi gereken yerler olarak bize üç yer önerildi. Bunlar Alanya’yı simgeleyen kalesi, Damlataş mağarası ve Dim çayı diye tarif ettikleri yerler idi. Biz de bunlara bir de Alanya müzesini ekledik ve böylelikle denize girme dışında gündemimiz şekillenmiş oldu.

Alanya kalesi daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi denize adeta bir kartal başı gibi uzanan bir burunu andırmaktadır. Karşıdan çok küçük gibi görünen yapıyı yakından incelediğinizde geniş bir arazi üzerine konuşlandığını fark ediyorsunuz. Şehrin her iki yanından kalenin,kaleden şehrin her iki yanının gece ve gündüz çok muhteşem olduğunu hemen belirtmeliyim. Kalenin tarihsel geçmişi Helenistik döneme dayanmakta ise de bu günkü tarihi dokusu ağırlıklı olarak 13.yüzyıl Selçuklular zamanının izlerini taşımaktadır. 1221 yılında kenti alan Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından yaptırıldığı belirtilen kale bütünlüğü içinde 80 kadar kule,140 burç,400 e yakın sarnıcın bulunduğu ve halen de  Hisariçi ve Tophane mahallesi gibi iki yerleşimin varlığı dikkate alındığında kalenin büyüklüğü hakkında bir kanaate varmak zor olmasa gerek…

Damlataş Mağarası da hemen Alanya kalesinin dibinde Cleopatra plajının bitim noktasında bulunmaktadır. 1948 yılında liman inşaatı sırasında dinamitleme çalışmaları yapılırken bulunduğu söylenmektedir. Mağaranın bütünlüğü içinde binlerce sarkıt ve dikit çok ilginç görüntüler oluşturmaktadır.Mağara boşluğunun 200-250 metrekare büyüklüğünde  olduğu tahmin edilmektedir. Senenin 5-6 ayında damlamalar olduğu için sanıyorum mağara damlataş adını almış.Ayrıca mağaranın ihtiva ettiği atmosferin kimyasal bileşimi astım hastalarına şifa verdiği de söylenenler arasında.

Dim çayı da Alanya’nın 10-15 km. uzaklıkta Dim çayının denize döküldüğü yerden başlayıp gerilere doğru yani çayın doğduğu istikamete doğru çayın etrafını kapsayan güzelliklerden oluşuyor. Ayrıca  Dim mağaralarını da burada görülmeye değer güzellikler arasında sayabilirsiniz. Dim çayı boyunca ilerlediğinizde çay üzerine yapılmış ve çayın suyunun tutulduğu baraj gölüne ulaşıyorsunuz. Barajın hemen altından başlayarak çayın denize döküldüğü istikamete doğru gittiğinizde hem eşsiz doğa güzelliklerinin farkına varıyorsunuz hem de çeşitli piknik ve eğlence tesislerinde nostaljik dakikalar geçirebiliyorsunuz. Ayrıca bu tesislerin birinde yediğimiz taze alabalık lezzeti  hala damağımızda tazeliğini koruyor.

Müze olarak Alanya’da Atatürk müzesi ile Alanya Müzesi olduğunu öğrenince önce Atatürk evi müzesine gitmenin doğru olacağına karar verdik. Fakat oraya vardığımızda müzenin tadilat nedeni ile kapalı olduğunu öğrenince binayı sadece dışarıdan görmekle yetinmek zorunda kaldık. Bunun üzerine oraya çok yakın olan Alanya müzesine yöneldik. Buradaki ziyaretimiz yaklaşık 1-2 saat kadar sürdü. 1967 yılında ziyarete açılan müzede arkeolojik ve etnografik eserlerin sergilendiğini gözlemledik. Müze binasının içinde ve bahçesinde Helenistik,Roma ve Bizans dönemine ait buluntular ile Selçuklu,Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarına ait eserlerin mevcut olduğunu öğrendik.Teknik ayrıntılarla bu bölümü uzatmak yerine Alanya’ya gidenlerin burasını da programlarına dahil etmelerinin uygun olacağını söylemekle yetineceğim.

Ege ve körfez için zeytin ne ifade ediyorsa Alanya için de narenciye ve özellikle muz onu ifade ediyor. Fakat ne yazık ki bu güzelim bitkilerin geçmişleri de kaderleri de aynı hazin senaryoyu paylaşıyor dersek ne demek istediğimin anlaşılmış olacağını düşünüyorum.