HEPİMİZ HRANT’IZ.. HEPİMİZ ERMENİYİZ.. DE..

19 Ocak 2012 tarihinde, 5 yıl önce öldürülen Agost gazetesi yazarı Hrant Dink hem anıldı, hem de 5 yılda sonuçlanan mahkeme kararı protesto edildi. Uzun süren yargılama sonucu, öldüren kişi ömür boyu hapse, birlikte yargılananlardan bir kaçı daha az bir cezaya çarptırılmıştı. Cumhurbaşkanından kültür bakanına, Bülent Arınç’tan sade vatandaşa herkes bu karar konusunda vicdanların rahat olmadığını belirtiyordu. Hatta yargılayan mahkemenin yargıcı da bu kervana katılınca durum daha garip ve karmaşık bir hale geldi.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben bu sonuca fazla şaşırmadım. Hatta bardağın dolu tarafından değerlendirdiğimde bir ölçüde tatmin olduğumu bile söyleyebilirim. Ülkemdeki adalet sisteminin işleyişine baktığımda kaçıncı dalgada olduğunu unuttuğumuz ve her bir dalgasının binlerce sayfa iddiaanamesi, arabalar dolusu klasörlerle ekleri olan ve bitmek üzere değil de sanki bitmemek üzere başlanmış Ergenekon yargılamalarını gördükçe, yıllarca süren mahkeme ve tutuklama maceralarını izledikçe, söz konusu Deniz Feneri olunca standartlar değişiverince, 10-15 yaşında kendi isteği ile tecavüze uğradığı gerekçesi ile kız çocukların tecavüzcülerinin cezalandırılmadıklarını okuyunca, dünyada en fazla gazeteci tutuklusuna sahip olduğumuzu, AİHM’de en çok yargılanan ve en fazla tazminat ödemeye mahküm olan ülke olduğumuzu hatırladıkça, bu kadar en,en…lerden sonra en azından Hrant Dink’in katilinin kısa bir süre içinde yakalanmış olması uzunca süren bir yargılama sonucu da olsa cezalandırılmış olmasından teselli bulduğumu söyleyebilirim. Yoksa geçmişimizde hiç de yabancısı olmadığımız en…lerimiz arasındaki fail-i meçhulller arasına da karışması işten bile değildi.

Tabi bu konu ile ilgili tepkilerin de anlayışla karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Bir insanın, her ne sebeble olursa olsun, hayatına son verilmesi lanetlenecek en büyük kötülüktür. Bırakınız masum ya da zanlı bir kişiyi, suçu sabit görülerek ölüme mahküm birinin infaza götürülmesi anında dahi katledilmesinin masum bir insanı katletmekten farklı olmadığını düşünenlerdenim. ”Zaten haketmişti, zaten asılacaktı” gibi bir açıklama inandırıcı olmaktan son derece uzaktır. Her ne kadar “Hepimiz Hrantız hepimiz Ermeniyiz” cümlesini kurup pankartını taşımamış isem de  bu acıyı yaşayanların yanında, yaşatanların da karşısında durulması gerektiğine inanananlardanım. Bu acıyı anlamak ya da tepkileri dile getirmek için sadece insan olmak da yetebilir.

Aslında ben bu konu ile de ilişkili olarak başka bir gözlem ve tespitlerimi paylaşmak isterim. Galiba bizim millet olarak öfkeleri, sevinçleri, kaygıları hep uçlarda ve abartılı olarak yaşamak gibi bir özelliğimiz var. Bunları yaşarken de benzer durumlarda başkalarından aynı yakınlığı bulamayınca  hayal kırıklıklarının yaşanması da kaçınılmaz oluyor.

Hafızalarımıza kısa süreliğine de olsa bir tarih yolculuğu yaptırdığımızda bir çoğumuz İttihat ve Terakki’nin önde gelen üçlüsü Talat, Cemal ve Enver Paşaların koskoca imparatorluğu hiç  yoktan Birinci Dünya Savaşı’na soktuklarını  ve ardından da yurdumun insanlarını tarifsiz acılarla başbaşa bırakarak ülkeyi terkettiklerini hatırlayacaktır. Talat Paşa’nın savaş sırasında  mütteffikimiz olan Almanya’ya sığındığı 1921 yılında bir Ermeni militanı tarafından katledildiğini, akabinde birkaç günlük bir yargılanmadan sonra katilin  beraat ettiği hususu da hafızalarda tazeliğini korumaktadır. 1973 yılından itibaren Asala terör örgütü tarafından şehit edilen kırka yakın Türk diplomatının failleri hakkında nasıl bir yargılama yapıldığından da bir çoğumuzun haberi bile yoktur. 1992 yılında Azerbeycan’ın Hocalı kasabasında 600’den fazla sivilin –ki bunların 83’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’ten fazlası yaşlıdır- katli sonucunda da nasıl bir yargılama yapıldığı konusunda da hiç bir bilgimiz bulunmamaktadır. İşin belki de en hazin tarafı bütün bunlar karşısında katledilen diplomatlarımız için  “Hepimiz Mehmet Baydar’ız, hepimiz Danış Tunalıgil’iz hepimiz Türk’üz… gibi yada Hepimiz Hocalı’lıyız, hepimiz Azeri’yiz gibi bir feryadı hadi onbinlerden geçtik fısıltı halinde bile muhataplarından duyduğumu hatırlamıyorum.

Bütün bunlardan sonra bazı insanlarda ”İnsanlar kanun önünde eşittir ama bazıları daha da eşittir.” ya da “Benim katillerim daha kalitelidir ne yapıyorlarsa doğru yapmışlardır, kabahat ölenlerdedir ve de ölümü haketmişlerdir” gibi bir anlayış hala egemen midir acaba diye düşünmeden edemiyorum. Tabi teorik olarak “Başkalarının yanlışı bizi bağlamamalı, onlar bu konuda bir söylem geliştiremediyse o onların ayıbı, biz geliştirmiş isek bu da bizim onurumuzdur” gibi ifadeler  kulağa hoş geliyor da sürekli tokat yediğimizde hep diğer yanağımızı çevirmek zorunda kalmak da doğrusunu soylemek gerekirse biraz ağırıma gidiyor. Kimbilir, az gelişmiş kişiliğimiz henüz daha böylesi evrensel bir algılaya hazır değil belki de..

Ha bu arada  garip bir raslantıyı da paylaşamadan yazımı sonlandırmak içimden gelmedi. Hatırlanacaktır, 2011 yılının son ayının son günlerinde Fransız parlamentosunda Ermeni soykırımının inkarını suç sayan yasa ile ilgili görüşmeler  sürdürülürken ve de bu toz duman arasında milletvekili emekli maaaşlarını  sekizbin liranın üzerine çıkaran kıyak ve kaymaklı bir yasa  meclisimizden geçivermişti. Daha sonra da bu yasa kamuoyundan büyük tepki görmesi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmişti. (Bununla ilgili  bir yazı yazmıştım.) Bu defa Hrank Dink suikastinin mahkeme kararının tartışıldığı günler öncesinde de veto edilen bu yasa kaymağından bir tabaka eksilterek -yani altıbin lira seviyelerine indirilerek- tekrar meclisten geçivermişti (Aynı şekilde bununla ilgili de blogumda bir yazım mevcuttur.) Bütün bu rastlantılardan bir komplo teorisi üretmek pek gerçekçi sayılmaz belki ama biz yine de yazımızı herkesi mutlu edecek olan “Hepimiz emekliyiz… Hepimiz milletvekiliyiz..” sloganı ile bitirelim.

HAYATA DAİR

Hayat bir piyangodur

her çekilişe hiç aksatmadan

biletini alırsın

günü geldiğinde

hiç bilet almayan

büyük ikramiyeyi aldığında

sen bir  amortiye hasret kalırsın.

 

Bir imtihan olur hayat kimi zaman

gözlerin kan çanağına döner,

geceni gündüzüne katarcasına

çalışırsın çalışırsın çalışırsın..

ve  sınav günü geldiğinde

sorular da bildiğin yerden çıkınca

tarifsiz bir umuda kapılırsın

sınava hiç girmeyenlerin

en yüksek notu alıp da

kendinin çaktığını görünce

şaşırıp kalırsın…..

 

Hayat

bir kumardır kimi kere

bir poker oyunu gibi yani

kağıtlar dağıtılıp da

elinde floş ya da kare ası görünce

bütün varlığnı ortaya atar,

bütün restleri görürsün

elin oğlu beş benzemezle

ortalığı silip süpürünce

kahrından ölürsün……     12.01.2012

“2011 YILININ SON DARBESİ” NİN ARTÇILARI

Blogumu (www.necmimola.com) takibedenler 2011 in son ayının son günlerinde bir geceyarısı operasyonu ile   milletvekili/emeklisi maaşlarını 8000 TL nın üzerine çıkaran yasal düzenleme ile ilgili duygu ve düşüncelerimi “2011 YILININ SON DARBESİ” başlıklı bir yazıda açıkladığımı hatırlayacaklardır. Akabinde kamu vicdanını çok rahatsız eden bu girişim Cumhurbaşkanı tarafından veto edilince kısmen de olsa bir rahatlama sağlanmıştı. Ancak daha sonra geçtiğimiz günlerde iktidar partisi bu konuda iyice gözünü karartmış olacak ki emekli milletvekili maaşlarını 6000 lira seviyelerine getiren bir yasal düzenleme yapma hazırlığına girdi. Ölümü gösterip ağır hastalığa razı etmek gibi bir şey yani. Bir ölçüde kendilerine hiçbir problem çıkarmadan birkaç dönem hizmet eden kişilerin bu sadakatinin karşılıksız kalmaması gerektiği düşüncesini de anlamak mümkün. Ancak bu ödemenin saçı bitmedik yetim hakkı olarak bilinen halktan, ya da kara delikleri bir türlü kapanmayan sosyal güvenlik havuzundan yapılacağı düşünüldüğünde işin rengi biraz değişiyor ne yazık ki…

Ayrıca emekli milletvekilliği ya da milletvekili emeklileri gibi bir kavramın yanlış kullanıldığı kanısındayım. Çünkü bana göre insanların geçimlerini sürdürmek için yapmak zorunda oldukları bir mesleğin adı olarak kabul etmiyorum bu işi. Meslek denince benim aklıma ister usta çırak ilişkisi ile, ister belli bir akademik eğitim sonucu elde edilen bilgi ve becerilerin üretim biçiminde somutlaşması aklıma geliyor. Böylece kişiyi ulusal ve evrensel düzeyde kendini tanımlayacak bir meşgale olarak karşımıza çıkıyor meslek. Bu anlamda terzi ,berber, overlokçu, hekim, avukat gibi iyi kötü bir mesleği var birçok kişinin.  Tabi insanlar bu mesleklerini yürütürken kendilerinin bazı partilerin listelerinden aday gösterilerek milletvekili olmaları ve bu yeni görevi yürütmeleri sırasında da yaptıkları işin ve sürdürdükleri yaşamın boyutuna göre iyice bir ücret almalarına da kimsenin itirazı olmaz. Ama geçici olan bu temsil görevi sona erdikten sonra da hala bunun imtiyaz ve avantajlarından fayadalanma talebini anlayabilmiş değilim.

Hem talep edenlerin, hem de gariban halkın bu konudaki hissettiklerini anlatmak için konuya bir örnek ile açıklık getirmek isterim. Ben ülke yönetimi ile bir apartman yönemini farklı ölçeklerle olmakla birlikte birbirine benzetirim. Toplantılara minimum katılım, katılanların herbirinin başka işle uğraşması, kimsenin kimseyi dinlememesi, sonunda  kabul edenler- etmeyenler seramonisi meclis toplantıları ile kat malikleri toplantısının benzer yönleridir. Apartman toplantısında kat malikleri apartmanı belli bir süre yönetecek kişileri yetkilendirir. Yani bizim milletvekillerini adımıza yetkilendirdiğimiz gibi. Apartman yöneticisi seçilenlerin hangi imtiyaz ve avantajlara sahip olacağı ilgili yasa ve maliklerin takdirine bağlıdır. Seçildikten sonra bazı zorunlu nedenlerle bu imtiyazlarını genişletmek istemelerini gönülsüz de olsa kabul etsek bile süresi sonunda sorumlulukları sona eren apartman yöneticilerinin “Hayır kat malikleri bundan sonra da bana bu avantajları vermeye, hatta arttırarak vermeye devam etmeli” talepleri ne kadar hakkaniyete uygun ise milletvekillerinin de birkaç yıl geçici olarak bu görevi yaptıktan sonra bu görevin avantajlarını ya da avantalarını talep etmesi o derece hakkaniyete uygundur bana göre. Fotoğraf aynen bu şekilde yani.

Bir de aynı günlerde medyada Meclisteki personel sayısının çok olmasından yakınan Meclis Başkanı  Cemil Çiçek’in “ 86 danışman var. 7 aydır kimseye birşey danışmadım.” beyanına ne buyrulur ?” Buyrun burdan yakın” mı dersiniz,” merd-i kıpti secaat arzederken sirkatıni söyler” mi dersiniz, “özrü kabahatından büyük” mü dersiniz bilmem. Ben en iyisi” tuz da kokmaya başlamış” demekle yetineyim. Tabi bunlar sadece bilebildiklerimiz bir de bilmediğimiz daha neler var diye düşünmeden edemiyor insan. Sanki o danışmanları oraya ben gönderdim. “Hamili kart yakinimdir” formulü on seneden beri hiç işlemedi de çare makamında olanlar yakınma türküsünü söylemekteler. Bunu dinleyen sade vatandaş bunlar daha kendi hanelerine düzen verememişler ki koskoca memlekete nasıl düzen verecekler diye düşünmez mi

Ben bütün bunları 2011 yılının  son depreminin artçıları olarak görüyorum. Kendim dahil sıradan yurttaştan Cumhurbaşkanına  kadar yine herkesi sorumlu tutuyorum. Eğer belli bir ilişkilendirme yapılacaksa ücretlerin Cumhurbaşkanı maaaşı ile değil, asgari ücret ve kişi başına düşen milli gelir gibi herkesin tatmin olacağı ölçülerin esas alınması gerektiğini hatta yeni anayasa da da bunun ölçütlerinin  kayıt altına alınmasını arzuluyorum.

Neyse galiba kafayı ben bu tür şeylere fazla taktım . Şeytan bir tarftan da “sana ne senin üstüne vazifemi elin üç keçisi beş koyunu alan memnun satan memnun” diyor Ayrıca bugünün meselesi değil ki hep bunlar.  Tevfik Fikret bile 36 satırlık “ Han,ı Yağma” şiirini

“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin

Doyunca, tıksırınca,çatlayıncaya kadar yiyin!”  dizeleri ile süslerken de herhalde farklı duygular yaşamıyordu.

Yoksa “azıcık aşım kaygısız başım” diyerek hayata “YENİ”den mi başlasak?

ARADA BİR İSTANBUL / RAHMİ KOÇ MÜZESİ

İstanbul’da yaşadığım ve görev yaptığım süre içinde  yolum bir şekilde  Bakırköy- Mecidiyeköy istikametine yöneldiğinde  Ayvansaray ve Halıcıoğlu durakları arasındaki Haliç köprüsünü geçerken Haliç’in bazan bulanık bazen de maviye çalan rengini keyifle seyretmişimdir. Bu arada da hemen kıyıdaki bir denizaltı ve uçaktan ibaret kısmını görebildiğim Rahmi Koç Müzesini gezmeyi de hep içimden geçirmişimdir. Bu düşünce bir yandan da beni yıllar öncesine çocuklarımla onların  kazandıkları bir okulun sınavının,  ya da başarı ile tamamlanan bir eğitim yılı sonunda bize  getirdikleri  karnenin bir armağanı olarak birlikte yaptığımız gezileri hatırlattı. O sıralarda bu geziler  bende  çocuğuna aldığı oyuncakla doya doya önce kendisi oynayan babanın zevkine benzer bir duyguyu yaşatıyordu. Kısacası çok fazla yapamadığımız bu geziler benim hayatımın en unutulmaz dakikaları arasında yer almaktadır.

Eski yıllardaki o sıcak duyguları hatırlayarak tabi şu anda çok uzaklarda olan çocuklarımızın mazideki anılarını taşıyor olarak eşimle birlikte  bu müzeyi gezmeye karar verdik. Bizim için en uygun olduğu için metrobüsü kullanarak İncirli’den Halıcıoğlu’na kadar bir yolculuk yaptık önce. Tabi her iki durağa kadar olan mesafe de bizim günlük yürüyüş limitimiz içinde olduğu için fazla yorulmadık. Müzenin Pazartesi dışında  saat 10.00 ile 17.00 saatleri arasında her gün açık olduğu, giriş ücretinin 12.50 TL,öğretmenlere ücretsiz, öğrencilere ve gruplara indirimli olduğu bilgisini hemen paylaşmakta yarar var.

Müza karşıdan fazla büyük olmayan ve de albenisi de bulunmayan bir yapı izlenimi verse de gezmeye başlandığında umduğumuzdan daha fazlasını gördüğümüzü söyleyebilirim. 1994 yılında hizmete giren müzedeki eşya ve eserlerin 30.000 metrekareye yakın bir alanda sergilendiğini görünce burada daha fazla zaman geçirmek durumunda kalacağımızın da farkına vardık. Rahmi Koç Müzecilik Vakfı tarafından alınarak onarılıp hizmete sunulan binaların geçmişlerinin Bizans ve Osmanlılar zamanına kadar dayandığını da hemen belirtmeliyim.

Burada ülkemizde ve yurt dışında gezdiğimiz müzelerin benzer yanları da benzer olmayan yanlarınını da barındıran özgün bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Müzede denizaltıdan uçaklara,bisikletten gramofona binlerce ilginç obje son derece titiz bir düzenleme ile ziyaretçilere sunulmuş bulunmaktadır. Bazı model ve makinaların hemen yanındaki “Çalıştırmak için butona basınız” talimatına uyarak modelin ya da aygıtın çalışmasını görünce burasını özellikle çocukların ve öğrencilerin her yönden gelişimlerine katkıda bulunmak,hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını geliştirmek için ziyaret etmelerinin adeta bir zaruret olduğuna inandığımı söyleyebilirim. Eğer sizlerin de ilköğretim çağında çocuğunuzla mutlu birkaç saat geçirmek isterseniz burasını bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirebilirsiniz.Bu olmasa da yalnız ya da sevdiklerinizle  gelmeniz halinde de kendinizi kazançlı sayabilirsiniz.

BİZ BİZE BENZERİZ (2)

Geçtiğimiz günlerde Şırnak Uludere’de 35 masum vatandaşımızın hayatlarını kaybetmesi ile ilgili polemikler sürerken sayın Başbakanımız  yaptığı grup toplantısında parlementodaki bir partiyi kastederek- ki bunun BDP olduğu herkesçe malum- “Silahlı efendileriniz ipinizi gevşetmediği sürece siz tuvalete bile gidemezsiniz…” değerlendirmesini yaptı.

Ben bu değerlendirmenin doğruluğu ve yanlışlığı üzerinde durmayacağım. Eğer bu değerlendirme doğru ise silahlı efendilere bağlı çalışarak suç işleyen kişilerle ile ilgili herhangi bir şey yapılmaması, yok eğer yanlış ise birilerine hiç yoktan suç isnat edilmesi  öncelikle söyleyeni altından kolay kalkamayacağı bir sorumluluğun altına sokar diye düşünüyorum.

Ama benim asıl dikkatimi çeken işin başka bir yönü oldu. Yani şu ipler gevşetilmeden ya da izin alınmadan bir yerlere gidememe benzetmesi. Hatırlarsınız kısa bir süre önce şike yasasının gündemde olduğu günlerde konunun içinden gelen bir kişi olabileceği düşüncesi ile çiçeği burnunda milletvekilimiz Hakan Şükür’ün görüşüne başvurulduğunda çok iyi bir tenbihlenmiş olacak ki; ”Bunu büyüklerimiz, bakanlarımız bilir” şeklinde son derece veciz(!) bir yanıt verdiğini hepimiz hatırlarız.  Daha sonra yasanın Cumhurbaşkanından geri dönmesinin ardından partinin ağır toplarından Bülent Arınç “Bir daha bu yasayı meclise getirmeye cesaret edecek milletvekli zor çıkar” çıkışı ile nerdeyse meydan okumuştu. Bu beyanının daha mürekkebi kurumadan, yukarıdan “bu yasa noktasına virgülüne bile dokunmadan geçecek” buyruğu alınınca adeta ağzına biber sürülerek cezalandırılmış bir çocuğun feryadı ve pişmanlığı içinde kalakalmıştı.

 

Fanatik derecesinde olmamakla birlikte kendim de Galatasaray taraftarı olmama rağmen Hakan Şükür’ün futbol yeteneğinin biraz fazla abartıldığı kanaatındeyim. Ama saha içinde ve saha dışında başarılı olduğu muhakkak. Bu başarının sırrı da bana göre uygun zamanda uygun yerde bulunmuş olması. Bazen kendisinin topa vurarak değil, topun Hakan Şükür’e çarparak gol olduğu pozisyonlar hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Aynı şekilde sosyal ve siyasi açıdan uygun yerde bulunmanın avantajı ile hükümetlerin arpalığı olan TRT de kaymaklı bir yer edinmesi konusu da basında çok konuşuldu. Milletvekili  seçildikten sonra muhtemelen maaş yetmeyince yine benzer bir yayın organınından yine kaymaklı bir teklif alıyor. Bazılarınca ise bu talebin Hakan Şükür’den geldiği ileri sürülüyor. Bu devirde iktidar partisi ile kim kötü olmak ister , yada kim iyi geçinmek istemez ki?  Hakan Şükür ‘de yine durumu Sayın Başbakan’a sorup onun olurunu aldıktan sonra bu işi kabul ediyor. Bir milletvekilinin ne yapıp ne yapmayacağı Anayasanın 82. maddesi başta olmak üzere mevzuatta belirtilmesine  rağmen böyle bir arayışa girmeden karar başkasına sorarak veriliyorsa vay bu ülkedeki demokrasinin haline…

Demem o ki bir yerlerden izin almak veya birilerinin vesayeti ile iş yapmak konusunda hiç kimsenin sicili o kadar temiz değil ve ayrıca kimsenin kimseye söyleyecek fazla bir şeyi de yok diye düşünüyorum. “Tencere dibin kara…seninki benden kara  “misali yani

2012 YE GİRERKEN

Ben birçok kişinin yaptığı gibi şu yaşımdan  gün aldım….şu yaşa girdim…. falan yaşı bitirdim…. gibi tartışmaları hep anlamsız bulmuşumdur. 2012 sayısından doğum tarihim olan 1950 yi çıkardığımda en kolay hesaplama ile  62 yaşında olduğumu söyleyebilirim.Yani 62 tane yılbaşı geçirmişim. Geçen gün eşimle birlikte geriye dönük olarak hiçbir yılbaşını tam olarak nerde ve nasıl geçirdiğimizi tam olarak hatırlayamadığımızın farkına vardık. Tabi bir yılbaşında şunlara gittik….bir keresinde onlar bize geldi….. gibi anımsadıklarımız oluyor ama ne yazık ki geçen yıl da dahil olmak üzere o yılın rakamı ile yaşanan olayı ve coğrafyayı tam olarak eşleştiremedik. Bunun üzerine de bu yıl itibari ile epey gecikerek de olsa her yıl için bir ilk gün yazısını bloğa koyma kararı verdim. Bu yazı bu düşüncenin ilk ürünü olarak görücüye çıkıyor.

yıl başı

2011 yılını 2012 yılına bağlayan gecede eski komşumuz ve eskimeyen dostumuz Salih bey ve Filiz hanımların davetlisi idik. Onlarla birlikte Filiz hanımın ağabeyi Yusuf bey ve eşi Canan hanımda diğer konuklar arasında idi. Bu tür gecelerin vazgeçilmezi olan hindi dahil olmak üzere herşeyin son derece güzel  ve lezzetli olduğunu hemen belirtmeliyim. Yemek sohbet ve televizyon izleme etkinliği saat 24.00 kadar sürdü. Arkamızda kıymetli insanları ve dakikaları bırakarak daha sonra aramıza katılmış olan yeğenlerimiz Şeyda ve Aslıhan’ı da alarak evimize döndük.

yıl başı

Aslında bütün bu uğraş ve etkinliklerin temelinde zaman kavramının olduğunu düşünüyorum.Dünyanın güneşin  etrafındaki dönüşü, kendi etrafında dönüşü esas alınarak bir zaman ölçüsü olarak yıl ve günün kaynağını anlayabiliyorum. Ondan sonrası için ise kafam karışık. Mesala bir gün niçin ve hangi esasa göre 24 saat olarak düşünülmüş? Sonra niye aynı şekilde bir saat  de niçin 100 değil de, 60 dakika olarak düzenlenmiş. Ondan sonra da saniye ve saliselerin durumu….

yıl başı

Zaman benim için yukarıdaki merak ve belirsizliklerle birlikte farklı, garip bir kavram olmuştur. Bakarım bazen hiç birşeydir, bazen de herşey demek gelir içimden. Sınır koyamıyorum zamana hiç. Her ne kadar dakikalara, saatlere günlere ayırmış iseler de bu sözcüklerle sınırlandırılamayacağına inanırım. Bazen bir yılın çok kısa, bir saatin bile çok uzun olduğu durumları yaşamıştır bir çok kişi. “Zamanla geçer” dendiğinde tedavi edici olur, “zamanı geldiğinde görürsün” dendiğinde ise tehdittir zaman… Hem umuttur kazanılacak bir sınavın, kavuşulacak sevgilinin haberini beklerken, hem de umutların bittiği yerdir postacının getirdiği telgrafı beklerken geçen zaman. Fırsattır kimine göre “İyi ki o zaman…”  diye başlayan cümleleri kurduran . Pişmanlık olur kimi kere keşkeler yığını içinde.. Umut olurken bir yandan yeni aşkalara ve hayatlara, ilaç olur birçoğunun onulmaz yaralarına.

yıl başı

Zamanla ilgili sınırsız anlatımlara şimdilik son vererek zamanın tüm insanlar için iyi şeylere gebe olması dileği ile yazımızı burada sonlandırmak en iyisi galiba…