VE DİNÇER BÜYÜYOR / ÜNİVERSİTE+

Üniversite sınavları o tarihlerde iki aşama olarak yapılıyordu. Dinçer’in birinci aşama sınav sonuçları iyiydi. İkinci aşama sınavları ile birlikte tercih formu da dolduruluyordu. İki sınavın ortalamasına göre  sonuçlar belirleniyordu. Yani sonucu kestirmek son derece zordu. Yani bu gün ki gibi önce puanlar açıklanıp tercihler ona göre yapıldığında geçmiş yıllara göre bir kıyas yapılarak sonucu bir şekilde kestirmek mümkündü. O zaman bu pek mümkün gözükmüyordu. Yani her şey olabilirdi. Sonuçların gazetelerde açıkladığı gün ben Bolu İzzet Baysal Üniversitesinde hizmet içi eğitim kursunda idim. O geceyi hiç uyumadım fakat sabah telefon edip sormaya da bir türlü cesaret edemiyordum. Ya hiç beklemediğimiz bir sonuç olması bir şekilde beni kararsız kılıyordu. Ama öğleye doğru bir teneffüs arasında dayanamadım eve telefon açtım ve sordum. Dinçer niye bu saate kadar aramadığım konusunda serzenişte bulundu ve ardından Marmara Üniversitesi, İngilizce Bilgisayar Mühendisliği bölümünü kazandığını söyleyince bir oh çektim. Zaten kendisinin de en çok arzuladığı bölümdü ve Allah gönlüne göre vermişti.

Bir yılı hazırlık olmak üzere dört yıl okuduğu üniversitede bizi de kendini de mahcup etmeyen bir öğrencilik hayatı yaşadı. Bir de okuldan zamanında ve bizim de kendinin de gurur duyacağı bir derece ile mezun olunca iyi bir tatili hak etmişti doğrusu. Arkadaşları ile bunun organizasyonunu dahi yapmışlardı. Ancak daha önce çalışmak üzere  başvurduğu işyerinden  olumlu yanıt alınca hemen işe başlamayı tercih etti. Tatil her zaman yapılabilirdi ama iş için bazı fırsatları değerlendirilmesi gerektiği konusunda gerekli olgunluğu kavramış görünüyordu. Bu iş yerindeki çalışma hayatı ile birlikte bir yandan mezun olduğu üniversitede yüksek lisansını da tamamladı.

BU NİSAN BAŞKA 1 NİSAN

Bizim için 1997 yılının tüm günlerinden farklı olmayan bir günü olarak başlamıştı yine o malum 1 Nisan günü. Her zaman olduğu gibi önce Dinçer ve Gençer ayrılmıştı evden okul servisine binmek için. Arkasından da anneleri o sıralarda çalıştığı Özel Arel Kolejinin servisine binmek için ayrıldı. Ben de bir müddet sonra kapıyı kilitleyerek evden ayrılacaktım. Annelerinin evden ayrılmasında kısa bir süre sonra evin telefonu çalınca doğal olarak ben açtım. Telefondaki küçük oğlum Gençer’di “Baba bizim servis kaza yaptı.Biz haseki hastanesindeyiz.Ben iyiyim ama abim yatıyor….”cümlelerini söyleyince ben gayri ihtiyari bazen bizi işlettiklerine de tanık olduğum için bir nisan şakası olur düşüncesi ile “Doğru söyle oğlum” falan diyecek oldum ama bunun şaka ya gelir tarafı yoktu.”Tamam geliyoruz” diyerek telefonu kapattım Nuray da yeni çıktığı için servisi gelmemişti. Hemen ona seslendim. Ben de hemen aşağıya inip bir taksiye atladık hemen. İstanbul’un yağmurlu günlerinden bir gündü yine. Yol bitmek, zaman geçmek bilmiyordu. Hastaneye ulaşıncaya kadar içimizden nelerin geçtiğini veya neleri yaşadığımızı bir biz bir de Allah bilir. Hastanelerin acil servislerinin halini hepimiz biliriz sanırım. O gün de aynıydı. Servisteki 10-15 öğrenci, onların yakınları, bir de duyup gelen  okul müdürü ve öğretmenleri de katarsanız tam bir ana baba günüydü yani. Gençer’i sağlam ve ayakta görünce biraz rahatladık ama Dinçer’in durumunu bilemiyorduk. Biraz ilerde sedye üzerinde  o an için bize göre sağ ve sağlıklı görünce biraz daha rahatladık. İlerleyen zaman içinde bir öğrencinin kolunun alçıya alınması ve bazı öğrencilerdeki ufak zedelenmeleri için gerekli  yapılan müdahale sonrasında  akşam olduğunda hastanenin acilinde Dinçer’in dışında öğrencilerden başka kimse kalmamıştı. Her türlü tetkikleri yapıyorlar filmleri çekiyorlar fakat bize doğru dürüst şey söylemiyorlardı .”Müşahede altında tutacağız” gibi bir cevap da bizi tatmin etmiyordu. Hastanenin acil servisinde tam beş gün beş gece kaldı. Geceleri ben karşısındaki sandalyede oturuyor hep gözünün içine bakıyor ne acılar çektiğini tahmin etmeye çalışarak sabaha kadar bekliyordum. Sabahları da annesi gelerek beni uykuya gönderiyordu. Beşinci günün sonunda bize söylenen “Kazada en fazla hasarı almış olması sebebiyle pelvis kemiğinde ile L4-L5 omurlarında kırıklar var, pozisyon itibari ile alçıya almak gibi bir şey mümkün değil. Evde bir ay boyunca kıpırdamadan sırt üstü yatması sağlanacak bir ay sonra tekrar durumuna bakılacak” açıklamasıydı.

kaza1

Biz buna da şükür diyerek ambulansla eve getirdik. Havalı yatak, ördek ,sürgü gibi aygıtları da temin ettik.Odasında bulunması gereken pozisyonu sağladık. Hatta başucuna Ayşe yengesi maçları çok sevdiğini bildiği için bir küçük ekran televizyon da getirmişti. Biz bu durum ile ilgili gerekli özeni gösterirken başka bir durumlar sıkıntı yaratıyordu. Eve gelmesinin haftasında bu defa yüksek ateş başladı. Ne yapsak inmiyordu. Hastaneyle irtibata geçtiğimizde getirmemizi söylediler. Bu gibi sebeplerle birkaç kez ambulansla tekrar hastaneye gitmek zorunda kaldık. İşte  o zaman ev veya apartman mimarilerinin bu gibi günler ve durumlar için hiç düşünülmediğine defalarca tanık oldum. Sedyede yatan birinin oda kapılarından, apartmandan merdivenlerinden çıkışı son derece hüner isteyen bir iş halini alıyordu. Gerekli tedaviler sonucu ateş düştü. Yatay vaziyette  hiç kıpırdamadan günleri birlikte geçirmeye devam ederken gözünün içine bakarak isteklerini  zevkle yerine getirmeye çalışıyorduk. Cümleler değil de nerdeyse   kelimelerle anlaşır duruma gelmiştik. Dinçer “Kolonya, peçete, pencere, mendil ,ördek ,sürgü” dedikçe biz artık sözcüğün ne anlama geldiğini kavramış olarak gerekeni yapmaya çalışıyorduk.  Vücudunun temizliğini bir şekilde  silerek idare ediyorduk. Saçlarının yıkanması için de çeşitli yöntemler geliştirdiğimizi hatırlıyorum.

Bir ay sonra kontrole gittiğimizde filmlere tekrar bakıldı ve durum olumlu olarak değerlendirildi. “Şimdi yavaş yavaş kalkabilir. Bir müddet çift değnekle, daha sonra tek değnekle kullanarak yürüyecek, birkaç ay sonra da değneksiz yürümeye başlayabilir” biçiminde bir talimat ve açılama yapıldı. Fakat kaldırmayı denediğimizde bir an iki değnekle dahi ayakta durmakta zorlanınca doğrusunu söylemek gerekirse biz çok endişelendik. Bu durumu doktora anlatınca “siz de aynı durumda bir ay kalsanız aynı zorluğu çekersiniz“ deyince biraz rahatladık. İki koltuk değneği ile bir aydan fazla ara verdiği okuluna gittiğimiz günü bu gün gibi hatırlıyorum. Arkadaşları geleceğini bildiği için sınıfın en önünde kendisine rahat edeceği bir oturma mekanı oluşturmuşlardı. Derslerinde de kendisinin arkadaşlarının ve öğretmenlerinin gayret ve yardımı ile bir aksama meydana gelmemişti. Hakikaten zaman içersinde iki değnek bir değneğe indi ve daha sonra o da terk edildi. Eskilerin “Kırılan yerler eskisinden daha sağlam olur” sözünü doğrularcasına basketbol başta olmak üzere spor aktivitelerine devam etmeye başladı.

1 Nisan 1997 tarihlerinde yaşadığımız bu olayı ertesi günü kimi gazeteler “Öğrenciler ucuz atlattı” kimi gazeteler “14 öğrenciyi Allah korudu” şeklinde bir kısmı da daha geniş olarak verdiler. Bazıları için sıradan ve beklide fark edilmeyen bir  haberdi ama ateş düştüğü yeri yakıyordu ve dilerim bu son olurdu..

VE DİNÇER BÜYÜYOR / ANADOLU LİSESİ

O yıllarda Anadolu liseleri ilkokul 5.sınıftan itibaren öğrenci alıyor ve öğrenciler hazırlık dahil yedi yıl bu okulda okuyorlardı. Dinçer de bu sınavlara girdi ve yedi yıl okuyacağı Cağaloğlu Anadolu lisesine kaydını yaptırdık. Kaydını yaptırdık diyorum ama bu bir cümlenin gerisinde yaşadığımız bazı enteresan olayları da anlatmadan geçemeyeceğim.

O tarihlerde sınav sonuç belgesinde ….. “Anadolu lisesini kazandınız. …..Anadolu lisesinde bilmem kaçıncı, ……Anadolu lisesinde de bilmem kaçıncı yedektesiniz” gibi ifadeler yazıyordu. Bizim isteğimiz olan Cağaloğlu ve Kadıköy Anadolu liselerinde de yakın yedeklerde adı geçiyordu. Biz ön kayıtların yapılacağı son güne kadar hep düşündük. Cağaloğlu yakındı ve Almanca eğitimi veriyordu. Kadıköy’ü İngilizce eğitim vermesi nedeni ile daha fazla tercih etmemize rağmen uzaklık problemi vardı. Ayrıca yedek sıraları da farklı olduğu için çok iyi düşünülmesi gerekiyordu. Ben ön kayıtların son günü artık son incelemeleri ve buna göre de ön kaydı yaptırmak üzere sabah evden çıktım. Önce Cağaloğlu Anadolu lisesine uğradım. Yöneticilerle görüştüm. Geçmiş yıllara göre bazı oransal karşılaştırmaları birlikte yaptık ve sonuçta yüzde 99.9 kesin kaydı yapılabilir öngörüsünü aldıktan sonra bir de Kadıköy Anadolu lisesindeki şansımızı bir araştırma niyeti ile  Eminönü’nden Kadıköy vapuruna bindim. Elimde kahverengi bir evrak çantası vardı. En önemli belge olan sınav sonuç belgesi ile bir de cebimde şişkinlik yapmaması için cüzdanımı da çantanın içine koyarak vapurun üst katında cam kenarına oturdum. Çantamı da hemen yanıma koyup kendimizin ve çocuklarımızın geleceği ile ilgili hülyalara daldım. Vapur Kadıköy iskelesine yanaşınca hemen indim. Kadıköy Anadolu lisesine gitmek üzere tam iskeleden ayrılırken bende bir boşluğun ve eksikliğin olduğunu hissettim. Ellerimin bomboş olduğunu ve içinde hem cüzdan hem de ondan daha önemli ve kayıt için zorunlu belge olan sınav sonuç belgesinin bulunduğu kahverengi evrak çantamı vapurda unuttuğumu fark ettim. Bunu fark etmekle birlikte sanki bir kazan sıcak su başımdan aşağı döküldü. Cüzdandan vazgeçmiştim ama sınav sonuç belgesi giderse yenisini çıkaracak zaman da yoktu. Bir an sanki donakalmıştım. Ne yapmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Geriye dönüp baktığımda benim indiğim vapurun yolcu almaya başladığını fark ettim. Hızla tekrar aynı vapura bindim. Hemen oturduğum yere çıktım fakat orada çanta falan yoktu. Üzerime bir kazan sıcak suyun daha döküldüğünü hissettim. Vapurun o bölümünde bulunan çay ocağındaki kişiye  durumu anlattım. ”Abi içinde para  varsa zor bulursun, para yoksa belki kaptana teslim etmiş olabilirler” dedi. Bunu duyunca biraz daha yıkılmış olarak ve çantaya cüzdanı koyduğuma bin pişman biçimde gemi kaptanının kamarasına doğru yöneldim. Kapıyı vurup girdiğimde kaptanın masasının üstünde benim çantaya benzer bir çantayı görünce kısmen rahatladım. Durumu acele ile kaptana anlattım. Bana yöneltilen sorgulayıcı ve doğrulayıcı birkaç soruya verdiğim cevaplar kaptanı inandırmış olacak ki çantayı bana verdi. Bütün bunların yaşandığı sırada gemi Kadıköy iskelesinden çoktan ayrılmış ve Eminönü istikametine doğru yol almaya başlamıştı.

Ben de bunu bir işaret ve kader olarak algılayıp Dinçer’in ön kaydını  ve daha sonra da kesin kaydını çok başarılı bir öğrencilik hayatı geçireceği Cağaloğlu Anadolu lisesine yaptırdım.

VE DİNÇER BÜYÜYOR / İLKOKUL

1986 yılında İstanbul’a geldiğimizde artık Dinçer’in ilkokula başlama yaşı da gelmişti. ”En iyi okul evine en yakın olan okuldur” anlayışı ile Bakırköy Ahmet Hamdi Tanpınar İlkokulu’nda Aysel Özdeş’in öğrencisi olarak birinci sınıfa başladı ve beşinci sınıfa kadar aynı öğretmende okudu. Annesi de aynı bahçede olan İncirli Ortaokulu’nda çalıştığından ikisi için de gidiş geliş problem olmuyordu.

Tabi biz her şeyi objektif ve mantıki açıdan değerlendiriyorduk. Dünyaya çocuk gözü ile bakamadığımızı ancak bazı olayları yaşayınca fark ediyorduk. Okulunun  evin çok yakınında olmasını biz bir  şans veya fırsat olarak değerlendirirken oğlumuzun bir keresinde bize “Keşke bizim evde okuldan uzakta olsaydı” deyince çok şaşırdık ve nedenini sorduğumuzda “ Herkes okula servisle geliyor. Evimiz uzak olunca bende servisle gelebilirdim.” deyince bazıları için külfet olan şeylerin bazıları için özlem olabileceğinin de farkına vardık. Oysa daha sonra dershaneye giderken servisle iki gün gittiğinde “Servis beni tutuyor, kusacağım geliyor.” diyerek o kadar yolu yıl boyunca yaya olarak gidip gelmişti.

VE DİNÇER BÜYÜYOR / OKUL ÖNCESİ

Dinçer bir yaşını dolduruncaya kadar Tekirdağ’da idik. Duruma göre biz, babaannesi, gözlüklü baba annesi (benim babannem) ile durumu idare ediyorduk. Bebeklik dönemi ile ilgili kontrollerini düzenli yapmaya çalışıyorduk. Boy ve kilo başta olmak üzere gelişiminin son derece sağlıklı olduğunu belirtiyordu herkes.

aşılar

Daha sonraki birkaç yıl için de kendimizce bir plan yapmıştık. Tabi hayatta her şey planlandığı gibi gitmiyordu. Yapılan planlamanın dışında gelişen durumlar için de yeni planlamalar yapma ihtiyacını doğuyordu. 1981 Eylülünde Kahramanmaraş’a tayinimiz çıkınca sadece Dinçer için yaptığımız planlar değil hepimiz için yaptığımız planlar altüst olmuştu. Kahramanmaraş’ta Dinçer bizimle beraber beş yıl geçirmişti. Geldiğinde bir yaşını biraz geçiyorken ayrılırken ise altı yaşını doldurmuş ve ilkokula başlama çağına gelmişti. Çalışan ailelerin çocuklarının yaşadığı sıkıntıyı büyük oranda Dinçer de yaşadı diyebiliriz. Babaannesinin dışında bakıcı kadınlardan ister istemez yararlanmak zorunda kalıyorduk. Hiçbirinin adını şu an hatırlayamıyorum ama Dinçer’in ifadesi ile “Bababa” dediği dahil olmak üzere birçok bakıcı kadına ister istemez muhtaç oluyorduk. Ayrıca bir yıl da Nuray’ın tanıdığı ve akrabası olan Saynur adında bir kızımız bizimle kalmış hem ortaokulu okumuş hem de Dinçer’e bir yıl süre ile ablalık yapmıştı.

O yıllarda  hatırımızda kalan Dinçer’in lacivert kabanı ile bakkala giderek ekmek alması, ekmekle birlikte Günaydın gazetesi ve ilavesi çizgi kahramanların bulunduğu ekini birlikte zevkle okuyuşumuzdu. Özellikle “Küçük Sultan” ve “Deyvy Kroket” çizgi resimlerinin oluşturduğu hikayeler vazgeçilmezlerimizdendi. Evimizin bahçesi oyun ve eğlenme için son derece elverişli idi. Bahçedeki havuzda son derece keyifli ve eğlenceli günlerimizin geçtiğini söyleyebilirim. Her sabah el arabası ile kapılardan çöp toplayan çöpçü onun için belki özgürlüğün ilk sembolü olacak ki  o sıralarda “ne olmak istiyorsun” veya “ne olacaksın” sorusuna “Çöpçü olmak istiyorum.” şeklinde cevap verdiğini bilmem kendisi hatırlıyor mudur?  Dinçer’in okul öncesi eğitimine fazla zaman ayıramadık sanıyorum Muallim Hayrullah İlkokulunda yarım dönem gittiği anasınıfında öğretmeni Ayla Bozbeyli idi.

ÖZEL BİR GÜN / 17.08.1980

Tekirdağ’da çalıştığımız yılların hemen herkesçe yapılan ortak keyfi, akşamüzeri deniz kıyısına inip sahil boyunca turlamaktı. Bu hem bir gezinti oluyor hem de birçok tanıdık eş dost orada birbirine rastlıyor, yorulunca da bir çay bahçesinde denize karşı çayını yudumluyordu.  1980 yılının 16 Ağustosunda biz de aynı durumu tekrarlamak için sahile inmiştik ve bir iki tur atınca Nuray’ın sancısı başladı. Sahici mi, yalancısı mı, tekrarlıyor mu, tekrarlamıyor mu derken eve gitmenin en doğrusu olduğuna karar verdik. Evde de  sancılar tekrarlamaya başlayınca herhalde hastaneye gitme vakti geldi diye düşündük. Böyle durumlarda sanki doğuracak benmişim gibi daha fazla paniklerim. O zaman da öyle oldu. Bavul eşya falan filan derken elim ayağım birbirine karışıyordu. Hava kararmadan biz hastaneye gelmiştik. Ben hemen Muratlı’ya giderek annemi de hastaneye getirdim. Hastanelerde insan böylesi durumlarda bir tanıdık yüz arıyor hep. Öyle bir aksilik ki ne zaman zaman muayene olup kontrolleri yapan kadın doğumcu doktora ne de üst katımızda oturan ve hastanede ebe olarak çalışan komşumuza bir türlü ulaşamadık.

hamile

Beklemekten başka elimizden bir şey gelmiyordu. Saatler ilerledikçe meraklı bekleyişlere endişe duyguları da eklenmeye başlıyordu. Bizden sonra gelip de içeriye girenlerin doğum haberleri dışarıya ulaştıkça endişe ve kaygılar giderek daha fazla artıyordu. Anam içerden arada bir çıkıp “evva nabacaz şimdi” ya da “Kıza bişey olmasın İstambolamı gitsek napsak” gibi önerilerle geldikçe kafam daha da karışıyordu. Yapılması gereken  veya gidilmesi gereken bir yer olsa muhakkak içerden bize bildirirlerdi. Bir yandan  da saatler ilerliyor ama Dinçer beyefendinin ise hiç acelesi yoktu. Ağır oturaklı olacağı daha demek o zamandan belliymiş. Bütün bu endişeli bekleyiş saatleri devam ederken, içerdekiler bir doğuramazken dışarıdakiler dokuz doğuruyordu. Gece böyle bekleyiş içinde sona erip 17 Ağustos gününün öğle  saatlerine doğru nihayet beyefendinin keyfi gelmiş olacak ki kendi küçük dünyasından herkesin yaşadığı büyük dünyaya nihayet teşrif etti. Her şeyin yolunda olduğu haberini de alınca derin bir oh çektim.

doğum

Eve geldik. O güne kadar özellikle Nuray çocuk eğitimi ve gelişimi üzerine epey okumuştu. Herhangi bir durum oluştuğunda yerine göre hemen ”Çocuk bekliyorum” ya da “Çocuğumu büyütüyorum” kitaplarının ilgili bölümleri açılıyor ve durum değerlendirmesi yapılıyordu. Doğumun üzerinden sanıyorum birkaç gün kadar geçmişti ki Dinçer’in renginin normalden biraz daha sarı olduğunu fark ettik. Hemen çocuk doktoru Neriman Hanıma yetiştirdik.”Bunda sarılık var hemen hastaneye götürelim” dedi. Birkaç gün önce ayrıldığımız hastaneye tekrar  geldik yan tarafına yatırılan çocuğumuzun şakağına iğnenin batırılışı,oraya da serum şişesinin bağlanışını içim acıyarak izledim. Daha sonra da damlacıkların tek tek akışında saplandı gözlerim. Akan serum damlacıkları bir yandan çocuğumun içine bir yandan benim içime akıyordu sanki. O gün hastanedeki müdahaleden gerekli sonucu alınca evimize döndük.