EĞİTİMDE SİL BAŞTAN

Geçtiğimiz günlerde Sayın Cumhurbaşkanımız İbn Haldun Üniversitesi’nde düzenlenen bir törende şöyle söyledi: “Gerçek iktidarın fikri iktidar olduğunu da iyi biliyoruz. Fikri iktidar yolu zor ve zahmetli bir süreçtir. Şahsen bu konuda kendimi mahzun hissediyorum… Eğitim ve kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum. Aklı hür, fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirilmek üzere çıkılan yolun batı taklitçiliğine dönüşmüş olması en büyük kayıptır.”

Bu cümleleri ilk defa duyan, ya da evveliyatı ile ilgili bilgisi olmayan bir kişi bunları seçimlere hazırlanan bir muhalefet partisi liderinin söylediğini zanneder. Oysa bu yakınma 18 yıldan beri bu ülkeyi tek başına yöneten bir parti liderinden gelince son derece şaşırtıcı oluyor. Nasıl olmasın ki, 18 yıl önce 7 yaşında olan ve ilkokula yeni başlayan biri bugün 25 yaşında ve üniversiteyi bitirmiş bir kişi olarak karşımızda duruyor. Yani neredeyse bir nesil bu iktidarın rahle-i tedrisinden geçti. Öyle olunca da bu konuda söylenen cümleleri başarısızlığın bir itirafı olarak kabul etmek daha doğru bir yaklaşım olur bana göre. Bu gerçeğin geç de olsa farkına varılmasını yine de takdir edilmesi gerekir diye düşünüyorum.

Devamı için tıklayın “EĞİTİMDE SİL BAŞTAN”

HAK HUKUK HIK MIK

Yazılarımda zaman zaman fıkralara da yer verdiğimi sanırım hatırlarsınız. Bugünkü yazıma da bir değil iki fıkra ile başlayacağım.

İlk fıkra birçoğumuzun hatırlayacağı ve çokça duyulmuş olup Hazreti Muhammed sonrası İslam dininde yaşanan farklı yaklaşımları ifade eden bir özelliğe sahip. Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe’den, biri devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış ve: “Ver o dişi deveyi bana, o bana ait” demiş. Adam buna karşılık “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de derdini anlatamamış.  Konu o sırada Şam Valisi olan Muaviye’ye yansımış. Muaviye, her iki tarafı da dinledikten sonra, kararını “Bu dişi deve Şamlınındır!” şeklinde açıklamış ve Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş: “Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?  Toplananlar hep birlikte “Şamlınındır” diye bağırmışlar. Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalmış. Daha sonra Muaviye onu yanına çağırmış ve onun kulağına; “Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al ve kiminle dans ettiğini bil” şeklindeki sözlerini söyler.

İkinci fıkra da daha yakın bir tarihe ait. 1940’lı yılların Hitler Almanyası ile ilgili. Hitler herkesin bildiği gibi faşizmin somutlaşmış ve vücut bulmuş hali. Birçok acıya ve gözyaşına sebep olan 2. Dünya savaşının da en önde gelen aktörlerinden. İşte bu İkinci dünya savaşı sırasında Nazi kuvvetleri karşı cepheden üç esir alırlar. Bunlardan birinin de Yahudi olduğunu öğrenince onu farklı bir biçimde cezalandırmak isterler. Fakat yine de işi kitabına uydurma ihtiyacı duyarlar. Nihayetinde esirlere:” Biz çok kanuna kurallara bağlı adil bir ülkeyiz. Keyfi hiçbir uygulamamız yoktur. Şimdi sizleri bir sınavdan geçireceğiz eğer doğru cevap vererek başarırsanız kurtulursunuz yok cevap vermez ya da yanlış cevap verirseniz cezalandırılacaksınız” biçiminde bir açıklama yaparlar. Önce birinci esir huzura alınır ve “Hani dünyanın en büyük transatlantiği olarak bilinen ve ilk seferinde buz dağına çarparak batan Tİ ile başlayıp NİK ile biten adı olan bu geminin adı nedir?” diye sorar Esir de “TİTANİK” cevabını verince ona; “Tamam sen geç kurtuldun” derler. Sıra ikinci esire geldiğinde ona da “Arkadaşının adını söylediği bu gemi hangi yılda battı? Hani 1911 ile 1913 yılları arasında bir tarihe tekabül ediyordu” diye sorarlar. İkinci esir de “1912” cevabını yapıştırır ve o da kurtulur. Sıra 3. ve hakkında bazı iyiliklerin düşünüldüğü esire sıra gelir ona da” Arkadaşlarının adını ve batış tarihini söylediği bu gemide hayatını kaybeden yolcuların ad soyad ve doğum tarihlerini de sen söyle bakalım” derler.

Devamı için tıklayın “HAK HUKUK HIK MIK”

BİRAZ DA KİTAP / SAPIENS (İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi)

Bazen bir eşya bir obje ya da bir kitap sadece kendisinden ibaret olmuyor. Onun da elimizde bulunuşu ile ilgili arka planda bize hatırlattıklarına bir yolculuk yapma ihtiyacı duyuyor insan.

Evliliğimizin ilk yıllarıydı. Sevgili eşim Nuray ile İstanbul’a geldiğimiz bir gün Taksim, Nişantaşı taraflarında geziyorduk. Eşim bir ara bana: “Buralarda Makbule teyzemin evi olması lazım. Bir uğrayalım mı?” diye teklifte bulundu. Açıkçası ben önceden tanışıklığım olmayan birileri ile, çat kapı da gidilince, birlikte olma konusunda biraz tedirginlik ve isteksizlik duyarım. Neyse eşim beni biraz rahatlattı ve Makbule teyzemizin ve sevgili eşi Turhan Salur eniştemizin evlerine ilk gidişimiz böyle oldu. İlk girdiğimiz dakikadan itibaren gerek Makbule teyzemizin ve gerekse eşi Turhan eniştemizin son derece sahici ve samimi tavırları beni çok rahatlattı ve mutlu etti. Adeta bizi kendi evimizde hissettirdi. Büyük ve harika bir evleri vardı. İç içe geçmiş büyük bir salonda bize hemen bir kahvaltı sofrası hazırladılar. Sofrada birçok şey vardı ama benim en çok hatırladığım ve hafızamda yer etmiş olanı ise -belki de ilk defa yemiş olabilirim- içinde yeşil topakların bulunduğu incir reçeli idi. Orada geçirdiğimiz bir iki saat benim için çok öğretici olmuştu. Aile ve özellikle eşler arası ilişkilerde adeta bir model diyebileceğim bir ikili vardı karşımda. Usul ve üslup açısından tam bir örnek diyebilirim. Turhan eniştemizin bir konu konuşulurken söylediği “Refikam olmadan asla gitmem. Refikamı götüremeyeceğim bir yere ben de gitmem” şeklindeki sözü hala kulaklarımdadır. O sırada kendileri ile tanışmamıştım ama Mehmet Nazım, Gülüstü ve Mükrime isimli üç çocuklarının olduğunu, Gülüstü’nün de tıp fakültesine gittiğini ifade etmişlerdi. Bu Turhan eniştemizi sanırım ilk ve son görüşümdü. Erken denilecek yaşta hayatını kaybetti. Sonrasında çocuklarının İngiltere ve Amerika’ya gittiğini öğrendik. Teyzemiz de tabi onlarla gitmişti. Biz de görev gereği yurdun çeşitli yerlerinde çalıştıktan sonra İstanbul’a geldik. Onların da bir süre sonra İstanbul’a geldiğini öğrendik. İngiltere’den de dönen Mükrime’nin çocuklarının Türkiye’deki okullara uyumu ile ilgili paylaşımlarımız oldu. Teyzemiz sayesinde ara verdiğimiz ilişkiler yeniden başlamış oldu. Şunu itiraf etmeliyim ki bu ilişkilerin hem mimarı hem tutkalı Makbule teyzemizdi. Biz özel günlerde onu hep aramaya çalışırdık. Bazen de o daha önce davranır bizi mahcup ederdi. Gülüstü de Nöroloji uzmanı olarak her türlü sağlık sorunumuzda ilk danışacağımız kişi olarak kalbimizde ve kayıtlarımızda yerini aldı. Ve teyzemiz bir iki ay önce geride birçok tatlı anı bırakarak aramızdan ayrıldı ve onu bekleyen değerli eşine kavuştu. Allah rahmet etsin ışıklar içinde yatsın.

İşte geçtiğimiz yılın Mayısında yine Antalya’da günlerimizi geçirirken hem akrabamız hem de çok değerli aile dostumuz Nöroloji Uzmanı Dr. Gülüstü Salur dünya tatlısı kızı Nazlı ile bir kaç günlüğüne bizi ziyarete gelmişti. Birlikte olmaktan keyif aldığımız bu ziyaret nihayetinde bizlere okumayı seven biri olduğumuzu bildiğinden birkaç kitap hediye etmişti. Bunlardan biri de şimdi size tanıtımını yapacağım Yuval Noah Harari’nin yazdığı SAPIENS (İnsan türünün kısa bir tarihi) adlı kitap. O sıralarda Antalya’dan hemen ayrıldığım için kitaplara sadece bir göz gezdirmiştim. Ama bu yıl özellikle pandemi günlerinde bu kitaplar adeta bana ilaç gibi geldi ve sindire sindire -ki bu tür kitapların bu şekilde okunması gerekiyor- okudum.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / SAPIENS (İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi)”