FETHİYE / ÜÇ ÖZEL VE GÜZEL GÜN (3)

Fethiye’deki üçüncü ve son günümüzü çevre adaların güzelliklerini görmek ve yaşamak için  tekne turuna ayırdık. Daha önceden yaptığımız rezervasyon doğrultusunda sabah saat 10.00 da gezi teknemiz olan “PRENSES SERAP” ın yanındaydık. 10.30 olan hareket saatinden 5-10 dakika sonra yolculuğumuz başladı. Mevsim itibarı ile turizm sezonu yoğunluğunu yitirdiği için normalde en az 100 kişilik olan teknede 25 civarında kişi ile son derece ferah ve rahat bir  gezi yaptığımızı söyleyebilirim. Saat 18.00 e kadar sürecek olan gezinin öğle yemeği  dahil kişi başı 25 TL olduğunu da hemen eklemeliyim.

Gerçekten tekne adalar arasında süzülmeye başlayınca son derece muhteşem bir ülkede yaşıyor olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu düşündüm. Bazısı kayalık,bazısı ormanlık irili ufaklı adacıklardan Şövalye adası, Kızıl ada, Tavşan adası, Katran adası, Delikli adalar, Domuz adası ismini hatırlayabildiklerim adalar arasında sayabilirim. Teknemiz bu adalardan 3-4 tanesinde mola verdi. Bu zaman diliminde hem yemeğimizi yedik hem de isteyenler  denize girdi. Ben önce Ekimin 19 unda denize girilir mi diyerek tereddüt ettiysem de şansımı deneyip girdiğimde durumun çekindiğim kadar olmadığını, suyun Altınoluk’un haziranından daha sıcak olduğunu da fark edince bütün molalarda hemen kendimi suya attım. Bu arada Nuray hazırlıklı olmadığı, ya da benim kadar cesur olmadığı için beni seyretmek ve bana havlu getirmek gibi işlerle uğraştı. Adaların çoğunda yerleşimin olmaması bu coğrafyaları çok daha bakir ve çekici kılıyor. Teknemiz adadan demir aldıktan sonra atılan marul kırıntılarına koşturan yaban tavşanlarının rahat ve özgür davranışları  gerçekten görülmeye değer diye düşünüyorum.


Fethiye’ye hemen karşısındaki Şövalye adası sanırım yerleşime açık tek adacık. Teknemiz burada da son molayı verdiğinde adada küçük bir gezinti yaptık. Gezinti sırasında tanıştığımız ada yerlilerinden 92 yaşında ve on sekiz yıldır yalnız yaşadığını söyleyen  Mehmet Tekin ile uzunca bir sohbet gerçekleştirdik. Saat 18.00 yaklaşırken teknemiz bizi limanda sabah aldığı yere bıraktı.

20 Ekim günü saat 11.30 da Altınoluk’a gitmek üzere Fethiye’den Kamil Koç otobüsü ile hareket ettik. Yaklaşık 10 saatlik bir yolculuktan sonra evimize geldik. Evde bir saate yakın vakit geçirmiştik ki Nuray’ın cep telefonunun kayıp olduğunu fark ettik. En yakın ihtimal olarak otobüste düşmüş olacağı düşüncesinden hareketle otobüs firması ile temasa geçtik. Başvurumuzu kayıt altına almalarının üzerinden 48 saat geçmeden telefonumuzun bulunduğu ve Altınoluk otogarına bırakıldığı haberi ile kaybedilen eşeğin bulunmasına benzer bir sevinçle seyahatimizi sonlandırmış olduk.

FETHİYE / ÜÇ ÖZEL VE GÜZEL GÜN (2)

Güneşin kendini göstermesi ve havanın da çok güzel olması nedeni ile Fethiye gezimizin ikinci gününü Ölü deniz istikametine ayırdık. Ölü deniz şehir merkezine yaklaşık 15 kilometre uzaklığında olağanüstü güzel bir coğrafya parçası. Şehir merkezinden 3-5 dakikada bir kalkan minibüslerle ulaşmak da son derece kolay. Ayrıca gidiş yolu üzerindeki çam ormanlarının varlığı da yolculuğu çok daha keyifli hale getiriyor. Adını çok duyduğumuz fakat  görme imkanına ancak ulaştığımız bu yer gerçekten tüm görüntüsü ile karşımızda seyrine doyulmayacak eşsiz bir tabloyu andırıyordu. 950 hektarlık olan ve Tabiat parkı olarak koruma altına alınan bu coğrafyaya 4,5 TL giriş ücreti ile giriliyor. Ölü denizde herkesin mayosu ile güneşlenip denize girdiğini görünce buranın Ölü değil son derece diri ve canlı bir yer olduğu kanısına vardık.  Biz bir gün öncesinin yağmurlu ve serin havasının etkisi ile buraya epey giyimli olarak geldiğimizden görüntümüz diğer görüntüler ile tam bir tezat oluşturmasını da önemsemeden yolumuza devam ettik.

Ölü denizin güzelliği sadece deniz, kumsal ve yeşillikler ile sınırlı değildi kuşkusuz. Gökyüzünde 8-10 tanesi bir arada adeta bir kartal gibi süzülen ve sonra sahile adeta bir nokta inişi yapan yamaç paraşütçüleri bu tabloyu tamamlayan bir başka güzelliğin parçasıydı. Yarım saatlik bu zevki yaşayabilmek için 150 TL ödemeniz, daha sonra 2000 metre yüksekliğindeki Baba dağına 45 dakikalık bir araçla bir yolculuk yapmanız, ayrıca ve en önemlisi de biraz cesaret sahibi olmanız gerekiyor. Bütün bu sayılan koşulların özellikle sonuncusunun bizde bulunmayışı nedeni ile biz bu gösteriyi şimdilik sadece seyretmekle yetindik.

Ölü denizdeki gezimizin ardından hemen oraya yakın yerde olan ve bizim de görülmesi gereken yerler listesine aldığımız Kaya köyüne bir minibüs aktarması ile ulaştık. Bu yerleşim yerinin tarihi M.Ö. 3000 yıllarına dayandığı, az sayıdaki lahit ve kaya mezarının ise M.Ö. 4.yy ile ilişkilendirildiği edindiğimiz bilgiler arasında. Ancak yamaca dayalı olarak yapılmış  1000 den fazla yapı grubunun ise 19.yy da  Levissi adıyla bilinen bir Rum yerleşim birimine ait olduğu belirtilmektedir. 2 Kilise, 1 okul, 1 Gümrük binası ve çok sayıda şapelden oluşan bu coğrafyaya İstiklal savaşından sonra yapılan mübadele ile Rumların terk ettiği evlere 2000 civarında Batı Trakya’dan gelen göçmenin yerleştiği bilgisine ulaştık.


Fethiye’nin görülmesi gereken yerlerinden biri olarak önerilen ve kente 50-60 km. uzaklıktaki “Saklı kent” ziyaretimizi zaman yetersizliği nedeni ile gerçekleştiremedik. Biz onu bir başka bir ziyarete erteledik ama giden ziyaretçilerin bizim adımıza da gezmesini isteriz.

FETHİYE / ÜÇ ÖZEL VE GÜZEL GÜN (1)

Altınoluktan 20.30 da kalkan otobüsümüz öngörülenden bir saat önce yani saat 05.30 sularında Fethiye’ye vardı. Bu saatte ortalık henüz aydınlanmadığı ve de minibüsler dahi çalışmadığı için birkaç yolcu ile bizi getiren şirket olan “Kamil Koç” yazıhanesinde bir saat kadar oyalandık. Önceleri adı Meğri olan bu kente ilk Türk hava şehidi Fethi beyin 1914 yılında şehit olmasın anısına Fethiye adının verildiğini daha sonra öğrenecektik. Ortalık aydınlanıp,insanlar hareketlenmeye başlayınca bize tarif edilen minibüsle şehre 5-6 kilometre uzaklıktaki öğretmen evine ulaştığımızda saatler sabahın sekizini gösteriyordu.

Ben öğretmenevlerinin şartlarını ve çalışma ortamlarını yakından bildiğimden doğrusunu söylemek gerekirse bu kurumlarla ilgili beklentilerimi çok yüksek tutmam. Ama yine de böylesi sahil kentlerinde ve deniz kıyısındaki öğretmenevlerinin çıtayı biraz yüksek tutması gerektiğine de inanırım. Bu tespit ışığında sözgelimi Alanya ya da Datça öğretmenevleri beğendiklerim arasındadır. Fethiye öğretmenevine de böyle bir perspektiften baktığımda doğrusunu söylemek gerekirse burasını biraz yorgun bulduk. Veya yağmurlu ve puslu bir günün sabahında biz yorgun zamanına rastladık. Tabi bu bize sözle ifade edilmemiş olsa da bahçeye gelişigüzel terk edilmiş eski eşyalar arasındaki buz dolabı, yüzme havuzunun mahzun durumu, çalışmayan post cihazı, kaldığımız odanın banyosundaki kırık askı bize bu mesajı veriyordu. Geçen yıl aynı günlerde Alanya öğretmenevine gittiğimizde “ Alanya’ya gelmekte niye bu kadar geciktiniz? Buraya gelmekle ne kadar iyi ettiniz” mesajını alırken burada sanki “ Bu havada gelecek başka yer bulamadınız mı ? Otursanıza oturduğunuz yerde” mesajı veriliyordu.  Bu algılamaların ışığında yerleştiğimiz odamızda biraz uyuyarak dinlendik.

Biraz dinlendikten sonra yağmurun biraz yavaşlamasını fırsat bilerek şehir içi gezimize Fethiye’nin müzesinden başladık. Müze gerçekten kelimenin tam anlamı ile butik müze diyebileceğimiz bir özellikteydi bize göre. Müzenin oluşturulma çalışmalarının 1962 yılında başladığı, yapılan arkeolojik çalışmalar ve edinilen eserler çoğalınca 1987 yılında mevcut binanın inşa edildiğini, 2010 yılında da bu günkü görünümüne kavuştuğu belirtilen müzedeki eserler iç kısımdaki iki salon ile bahçede sergilenmektedir. Müzede sikkeler, pişmiş toprak cam ve bronz  eserler ile çeşitli devirlere ait heykellerin yanında bahçe bloğunda  Likya kültürüne ait eserler ve lahit mezarların görülebileceğini hatırlatmak isteriz.

Şehrin yerleştiği yamaçta hemen hemen 10-15 dakikalık yürüme mesafesindeki görkemli yapılar halinde karşınıza çıkan kaya mezarları da görülmesi gereken yapılar arasında sayılabilir. M.Ö 4. yüzyıla kadar geçmişi olan bu mezarlar ile kale kalıntılarını da görmeden Fethiye’den ayrılmamanızı tavsiye edebiliriz. Ayrıca Roma dönemine ait olduğu belirtilen  Telmessos amfi tiyatrosunu da kent içindeki gezinize bir çerez olarak ilave edebilirsiniz.

Bu arada Fethiye’de gezinirken bizi hem hayrete düşüren hem de kaygılandıran bir durumdan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Öğretmenevinde  aşçı kadrosunun olmasına rağmen kahvaltı dışında yemek çıkmaması üzerine bu ihtiyacımızı yakınlardaki mekanlardan gidermek zorunda kaldık. Özellikle sahil güzergahındaki alışveriş ve eğlence merkezlerinde Türkçenin adeta tedavülden kalktığını  hayret ve şaşkınlıkla gözlemledik. Önceleri süpermarket, cafe, restaurant, gibi sözcüklerin kaynağını tartışmalı bulurken bu manzara karşısında gözlerimiz boş yere menülerde çorba, kuru, pilav ,İskender sözcüklerini arayıp durdu. Uzun bir aramadan sonra biraz daha iç kesimlerde tabelasında çorba, balık sözcüklerini bulduğumuz bir yerde yemeğimizi yedik.

ŞANGAY GÜNLERİ / VE FİNAL (ERA AKROBASİ GÖSTERİSİ)

22 Eylül dönüş tarihimiz olduğuna göre bu gece Şangay’da son  gecemizdi. Her ayrılışta olduğu gibi bu ayrılık günü yaklaştığında da yüreğimizde o tarifsiz hüznün kıpırtılarını hissetmeye başlamıştık. Dört haftalığına geldiğimiz Şangay’da önceleri “Bu kadar günü bu ülkede nasıl geçiririz” endişesi yaşamış olsak da büyüklerimizin “Sayılı gün çabuk geçer” dedikleri gibi gerçekten umduğumuzdan da çabuk geçmişti günler.

Oğlum “Bu gece de Shanghai Circus World’deki Era Akrobasi Gösterisi’ne gitmelisiniz” deyince önce “Birkaç kasa minder hareketini seyretmesek de olur” düşüncesi, ya da son geceyi de birlikte geçirmek arzusu ile pek gitmek istemedim. Ama oğlum ısrar edince muhakkak gençlerin bir bildiği vardır diyerek  gitmeye karar verdik.

Yaklaşık bir aydır Şangay’da yaşamanın kazandırdığı deneyim ve kendine güven duygusu ile eşimle birlikte ve de artık yanımıza harita bile alma gereğini de duymadan yola çıktık. Tasarladığımız gibi evimizin yakınındaki Hangzhong Road metro istasyonuna yürüyerek gidip ve 1 numaralı metro hattını kullanarak bize tarif ve tavsiye edilen yere geldik. Yer pozisyonlarona göre 80,180,360 RBM olan giriş biletlerinden 180 RMB olanını alıp gösterilerin yapılacağı salona girdik.

Gösteri bilette de yazılı olduğu gibi saat tam 19.30 da başladı. Burada yapılanları veya seyrettiklerimizi uzun uzun anlatmayı isterdim ama buna ne benim yeteneğim ne de blogumun kapasitesi yeterli olmayacak sanırım. Ancak şunu söyleyebilirim ki gösterileri izlerken yerçekimi kanunu gibi, ya da insan vucudu ile ilgili en temel anatomik kabullerle ilgili kuşkularınız artarken bir yandan da bunları sorgulamaya başlamak durumunda kalabiliyorsunuz diyebilirim. Ses, müzik, tasarım, yaratıcılık, zamanlama, denge, koordine, refleks, dikkat, beceri gibi kavramlar ancak bu kadar uyumlu olarak bir arada bütünleştirilebilir sonucuna varıyorsunuz. Akrobatik gösterilerde zor olanlar çoktan geçilmiş adeta imkansız olan sergileniyor diyebilirim.

Hangi birini sayarım bilemiyorum ama beni son bölümde sergilenen motorsiklet gösterisinin etkilediğini söyleyebilirim. Tahminime göre -ki resimlerde arka planda görüldüğü gibi-  en fazla 8-10 metre çapındaki tel örgüden oluşturulmuş kürede önce bir ve daha sonra giderek sekiz tane motorsikletin yatay dikey süratle birlikte süratle ve uyum içinde hareket etmesi karşısında kelimeler ile ifadesi imkansız duygular yaşadık. Rahmetli babaannemin böyle durumlarla ilgili olarak ”Yok canım olmaz  öyle şey bu göz baycılıktır” (Göz bağlama, yanıltma, algı yanılması ve sihirbazlık anlamına gelen) sözü aklıma geldi. Ama gördüklerimiz gerçeğin tamı tamamına kendisi idi.

Gösterilerle ilgili birkaç kare almak isterdim ama resim ve görüntü alma kesinlikle yasak ve görüntü almaya yeltenenler  hemen uyarıldığı için resim çekemedim. Ama ben yine de girişte ve gösteri sonunda akrobatların izleyicileri selamlaması ile ilgili çektiğim resimlerle birlikte oğlunun internetten eklediği bir kaç resim ile sizi buluşturacağım.

ŞANGAY GÜNLERİ / ŞANGAY HAYVANAT BAHÇESİ

Her geçen gün Şangay’a biraz daha alışırken, harita kullanma ve dilediğimiz yere gitme konusunda kendimizi çok daha başarılı görmeye başladık. Bu güvenle de 2 nolu metro hattından East Nanjing Road istasyonunda 10 nolu metroya aktarma yaparak yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Şangay Hayvanat Bahçesine ulaşmamız hiç de zor olmadı.

40 RMB giriş ücreti ödedikten sonra hemen sağ taraftan itibaren su da yaşayan canlıların bulunduğu bölümden ziyaretimize başladık. Daha sonra biraz yönlendirme levhalarına göre biraz da kafamıza göre takılarak diğer bölümleri gezdik. Üç saatten fazla süren buradaki mevcudiyetimiz sırasında sayısız hayvan türünü normale en yakın olarak düzenlenmiş olan doğal ortamında izleme fırsatı bulduk.

Daha önce ziyaret ettiğimiz Pekin Hayvanat Bahçesinde de benzer tür canlılar ve yaşam ortamı olmasına rağmen benim favorim Şangay Hayvanat Bahçesi oldu. Bence bu ortamda ziyaretçilerde yaşamlarını sürdüren hayvanlarda kendilerini daha mutlu ve özgür hissediyordur diye düşünüyorum. Özellikle vahşi hayvanlar Pekinde demir parmaklıklar arkasında tam bir mahkum gibi tutuluyorken burada tamamen özgür olmasa da kendilerine en az sınırlandırılmış doğal ortamların yaratılmış olduğunu gördük.

Ayrıca  hayvanat bahçesi envanterinde olmayan kuşlarında kayıtdışı olarak türdaşlarını ziyarete gelerek ortamı daha da renklendirdiğini söyleyebiliriz. Şangay’ın en büyük ekolojik bahçelerinden olan bu mekanda 600 ü Çin menşeyli (çin kaplan,panda v.b) olmak üzere toplam 6000 den fazla hayvanın yaşadığı, ayrıca 100.000 metrekareden büyük olan bu mekanda 600 den fazla türde 100.000 ağacın da olduğu belirtiliyor.

ŞANGAY GÜNLERİ / MR.HU İLE BİR GÜN – XITANG SUŞEHRİ

Blogumu takip edenler oğlumun Şangay’daki Çinli arkadaşı Mr. Hu’nun 2011 yılı Şubat ayında İstanbul’a gelişini ve onunla yediğimiz akşam yemeği izlenimlerini hatırlayacaklardır. Mr. Hu bizim de Şangay’a geldiğimizi öğrenince bizi bir gün misafir etti. Sabah 9.00’da arabası ile gelen şoförü önce bizi evine götürdü. Kendisi  ve 10 yaşlarındaki Kaiser ve Yoland adındaki  ikiz çocukları bizi çok sıcak karşıladı. (Bu arada Çinde en az üç tane değil, en fazla bir tane ilkesinin yasal olarak geçerli olduğunu ve ancak ikiz olursa bu kuralın istisna tanıdığını hemen belirtelim 🙂 ) Evinde Çin’de çok yaygın olan bitki çaylarından sonra meyve ikramında bulundu. Piyano kursu alan kızı  Yoland’dan kısa bir piyano konseri dinledikten sonra sıra  Mr.Hu’nun hazırladığı gezi programına gelmişti.

Mr.Hu’nun çocukları ile birlikte şoför dahil 7 kişi olan (Müge ve Mr. Hu’nun eşi işleri nedeniyle bize katılamadılar) grubumuz Şangay’ın yaklaşık 100 kilometre kadar dışındaki Xitang denen, yani bizim dilimizde “Su şehri” olarak geçen yere gelmemiz bir saatten biraz fazla sürdü. Burası gerçekten daracık sokakları, her türden insan ve alışveriş ortamı ile Çin’in en naturel ve hormonsuz olan bir beldesi diyebilirim.  Amsterdam veya Venedikteki kanallara benzer bir durum ama doğal olanı yani.

Zamanı iyi kullanmak adına Mr.Hu grubumuz için üç adet gezi bisikleti kiraladı. Burası sanırım turizme yeni açılmaya başlamış. Yapıların özelliği bozulmadan cafe, bar, hediyelik eşya dükkanı gibi birçok yerin açılış çalışmalarının sürdüğünü gördük. Ayrıca bir çok ev de ağaç işlemeciliği, şarap imalatı gibi şehrin geçmişini yansıtan bir müze haline getirilmiş. Bizi gezdiren bisiklet sahibi “Burada oturdu, bu çatıdan atladı.” gibi açıklamalarla Tom Cruise’nin “Görevimiz  Tehlike 3” (Mission Impossible 3) filminin bir kısmını burada çekildiğini her fırsatta tekrarlıyordu.

Mr. Hu öğle yemeğini de yine buradaki lokantalardan birinde yedirdi bize. “Bu patatese benziyor, bu mantara benziyor” diyerek Çin yemeklerine kıyısından köşesinden alışmaya başladık diye düşünmeye başladım. Ama sağolsun biraz farklı da olsa prinç pilavı imdadımıza yetişiyor. Yemek sonrası gezimiz sona erdiğinde neredeyse akşam olmak üzere idi. Mr. Hu nun bizim için hazırladığı program henüz bitmemekle birlikte bizi mazur görmesini isteyerek dönüş yolculuğunu başlattık.

ŞANGAY GÜNLERİ / JING’AN TEMPLE VE JADE BUDDHA TEMPLE

Ülkemizde birçok yerde birçok kişi tarafından kurulan ve  “ Yüzde doksan dokuzu müslüman olan…..” şeklinde başlayan cümlelerin hepimize çok tanıdık geldiğini sanıyorum. Bir ara  bu cümle Çinde bir Çinli tarafından Çin gerçeklerine göre nasıl kurulur diye aklımdan geçti. Burada yaşayan  yabancı ve Çinli tanıdıklarla oğlum aracılığı ile konuştuğumda  bu konuda çok ciddi bir istatistiki bilginin olmadığını hatta bu konuya o kadar meraklı da olmadıklarını öğrenmiş oldum. Ama yine de kabaca da olsa aldığım bilgiye göre son 30 yılda daha aktif yaşandığı gözlenen dinlerin başında İslamiyet, Hristiyanlık, Budizm ve Taoculuk’un geldiği, ayrıca büyük sayılacak bir grubun da kendisini hiç bir dine ait olmadığı ya da dinsiz olarak tanımladığı bilgisine ulaştım.

Hristiyanlık ve İslamiyet ile ilgili olarak tarihsel gelişim, bağlı oldukları kitap ve peygamberler, ibadet usul ve mekanları hakkında belli miktar bilgimiz olsa da Çinde en çok taraftarı olan budizm hakkında ve ibadet yerleri ile ilgili hiç bir bilgim ve gözlemim yoktu. Bu bakımdan Şangay’da evimize yakın olan ve yazımın başlığında adı belirtilen iki budist tapınağı farklı zamanlarda da olsa eşimle birlikte ziyaret ettik. Mimari yapıları bakımdan son derece özgün ve farklı karakteri olan bu yapıları bizimle birlikte gelen her yaşta Çinli ibadet için ziyaret ediyordu. Tapınağın çeşitli bölümlerineki Buda heykellerinin önünde ellerini başlarının üzerlerinde birleştirdikten sonra yere çömelip birkaç kaz eğilip kaldırma biçimindeki ibadet 10-15 saniye falan sürüyordu. Ayrıca yakılan tütsüler budist rahiplerin kendilerine özgü kıyafetleri ile okudukları ilahiler ortamı daha mistik bir hale getiriyordu.

ŞANGAY GÜNLERİ / FUXING PARKI

Bir yeri en iyi gezmenin ve öğrenmenin yolu bence elinde harita ile adımlamak diye düşünüyorum. Bir de Şangay’da olduğu gibi harita ile gerçek coğrafya uyum ve bütünlük içideyse herşey daha kolay oluyor. Son günlerde bu yöntemi daha kolaylıkla uygular olduk.

Yine harita elimizde “İşte şurası  bilmem ne sokağı, buradan döndüğümüzde şu caddeye çıkmamız gerekir” diye yorumlu ve karşılaştırmalı yürüyüşümüz devam ederken hemen yanımızda “Fuxing Park” yazısını görünce hem yorgunluk atmak, hem de  yeşile karşı öteden beri duyduğum özlemi yerine getirmek adına içeri girip biraz mola vermeye karar verdik. Bu arada parka girişteki seyyar satıcıdan yemek için 3 RMB vererek iki adet muz satın aldık.

Mola verdiğimiz Fu Xing parkının eskiden Fransız imtiyazlı bölgesinde özel bir mülk iken yine fransızlar tarafından satın alınıp 1909 yılında park yapılarak halka açıldığını öğrendik. Geçmişindeki bu durum dolayısı ile de Paris şehir parkına benzetildiği belirtiliyor. Günümüzde de şehrin en popüler parkları arasında yer alan bu mekanın dört yöne kapısı bulunmaktadır.

2007 yılında geniş çaplı bir restarsyondan geçirilen bu park kuzey fransız ve güney çin özelliklerini taşır duruma getirilmiş durumdadır.  20.000 gül fidanı ile başta Karl Marx olmak üzere çeşitli heykelleri de içinde barındırmaktadır. Gölgesinde bize de kısa bir süre ev sahipliği yapan bu mekana karşı biz de vefa borcumuzu birkaç resimle blogumuza davet ederek ödeyelim dedim.