VE TEKRAR İLKÖĞRETİM MÜFETTİŞİYİM/İSTANBUL

1986 yılından  emekliye ayrıldığım  2007 eylülüne kadar yani 21 yıl İstanbul’da çalıştım. Yani toplam görev süremin yarıdan fazlası İstanbul’da geçmiş oldu.Teftiş gruplarında,inceleme soruşturma gruplarında çeşitli komisyonlarda çalıştım.

istanbultayin

Hem Avrupa yakasını hem Anadolu yakasının birçok ilçesi çalışma bölgem oldu. İstanbul’daki görev süremin son beş yılı Özel Eğitim grubunda geçti. Özel eğitimin ne olduğunu sanıyorum bilmeyenimiz yoktur. İstanbul’un bir yakasına yerleşmiş  görme,işitme,zihinsel ve otistik çocuklara hizmet veren kurumların rehberlik ve denetiminde sorumlu olarak görev yapmaktan bu grupta çalışıyor olmaktan tarifsiz mutluluk duydum.

istanbulson

İstanbul’da çalıştığım süre içinde tanımaktan ve birlikte çalışmaktan mutluluk duyduğum sayısız arkadaşlarım oldu. Onları her zaman sevgi ve  muhabbetle hatırlıyorum. 2007 Eylülünde de emekliye ayrıldığımda “Mutluyum çünkü arkamda cevabını veremeyeceğim,açıklamasını yapamayacağım veya hatırlatıldığında utanç duyacağım bir olay yaşamadım.”cümlelerini kurarak dostlarıma beni tanıyanlara veda ettim.

VE TEKRAR İLKÖĞRETİM MÜFETTİŞİYİM/KAHRAMANMARAŞ

Kahramanmaraş’taki görevime 1981 Ekiminde başladım. Buraya üç yıl görev yapmak üzere gönderilmiştik. Rotasyon uygulamasına göre burası  5. bölge olarak geçiyor ve hizmet süresi de üç yıldı. Ben göreve başladıktayıp ev tutma ve diğer işleri hallettikten sonra da Gazi Orta okulunda rehber öğretmen olarak görevlendirilen eşim Nuray ile o zaman bir yaşını biraz geçmiş olan  oğlum  Dinçer  Kahramanmaraş’a geldiler.

tayinmaraş

Kahramanmaraş’a üç yıl için gelmiştik ama beş yıla kadar uzadı. Bu sürenin 2 yılını Göksun, 3 yılını da Elbistan İlçelerini içine alan bölgelerde çalıştım. Göksun İlçesinin İl Merkezine 90 km. Elbistan İlçesinin de 165 km. civarında olduğu düşünüldüğünde çalışma takviminin Pazartesi evden çıkış ve Cuma eve dönüş biçiminde şekillenmesi hiç şaşırtıcı olmaz sanırım. İki gün arasında geçen gecelerin büyük bir bölümü gidilen köylerdeki öğretmen veya muhtar evlerinde geçiyor, ilçe merkezlerinde bu günkü gibi öğretmen  evi falan da olmadığından bazı kurumların misafirhaneleri veya okulların köşelerinde oluşturulan geçici odacıklarda kalıyorduk.

Hani çok söylenir. Eskiden İstanbul Milletvekillerine Ankara’nın en çok neresini seviyorsun?” diye sordukların da onların da ”İstanbul’a dönüşünü” biçiminde verdikleri cevaplar hep latife olarak dillerdedir. Belki bana o zamanlar Göksun ve Elbistan’ın en çok neresini seviyorsun diye sorsalar ben de “Cumaları İl Merkezine dönüşünü” diye cevap verebilirdim. Özellikle yabancı yataklarda uyuyamayan birisi olarak evim gözümde tütüyor ve ben gittikten sonra her gün “Bugün cuma mı?” diye soran çocuğuma ve aileme kavuşmak için can atıyordu

sütçü

Kahramanmaraş’ta görevimiz sürmekteyken 31 Aralık 1984 tarihinde  Dinçer’i ağabey konumuna yükselten ikinci oğlumuz Gençer dünyaya geldi.Belki ilerde “Bizim evlerimiz” başlığı altında durumundan daha ayrıntılı olarak bahsedeceğim evimiz bize yetersiz gelmeye başlamıştı.Aslında daha önceden de yetersizdi ama nasılsa üç sene sonra gideceğiz düşüncesi ile değiştirme gayretine girmedik. Ama gördük ki üçüncü ve dördüncü yıl tayinimiz çıkmayınca galiba burada daha uzun kalacağız diyerek Bahçelievler semtinde daha uygun bir eve taşındık.

Çalışma koşullarının son derece yorucu olması bir yana bu ilde çalıştığım süre için içimde hiçbir olumsuz ve pişmanlık taşıyan duygu yaşamadım. Ülkemin farklı ve değişik yerlerinde çalışmanın bir zenginlik olduğunu düşündüm her zaman. Ayrıca hala her zaman haberleştiğimiz kadim dostluklarımızın oluşması da bu sayede gerçekleşti.

maraşmüfettişer

Yeni evimize taşımamızın üstünden bir yıl geçmiş, Kahramanmaraşta da  beşinci yılımızdı, hiç umutlu olmamakla beraber  yine tayin istedik.Umutsuzduk çünkü geçmiş yıllardaki beklentilere girmek istemiyorduk. Bu defa yani en umutsuz olduğumuz sırada İstanbul’a tayinimiz çıkıverdi.Yani 1986 yılı ağustosu itibari ile İstanbulda görevliydim.

VE TEKRAR İLKÖĞRETİM MÜFETTİŞİYİM/TEKİRDAĞ

Tekirdağ zaten ikamet etmekte olduğum yerdi. Bu ildeki Müfettişliğimin birinci ve ikinci yılında Malkara bölgesinde görev yaptım. Malkara Çanakkale istikametinde Tekirdağ’a 50-55 km uzaklıkta bir ilçe idi. Bu ilçede tanımaktan ve birlikte çalışmaktan mutluluk duyduğum insanlarla  son derece keyifli zaman geçirdim. Bu arada 17 Ağustos 1980 tarihinde büyük oğlum Dinçer dünyaya geldi. Onun bakımı için annem ve babaannem zaman zaman Tekirdağ’a geliyordu. Fakat bizim için de onlar içinde daha uygun olan bir planı devreye sokmaya karar verdik.

tekirdağ

İki yıl Malkara bölgesinde çalıştıktan sonra ben Çerkezköy/Saray bölgesini istedim. Nuray da Muratlı lisesinde görevlendirilecekti. O sıralarda Muratlıda kirada olan evimizde boşaldığından orada oturup kiradan ve Dinçer’in bakım işinden rahatlayacaktık. Hatta o sıralarda arkadaşımız Ahsen beyin kurma hazırlıklarını yaptığı bir yapı kooperatifine kurşun kalemle de olsa kaydımızı yaptırmıştık. Bu proje büyük oranda devreye girdi. Evin tadilat işleri  tamamlanmıştı. Nuray’ın tayini için söz de almıştık. Benim Muratlıdan kolaylıkla gidip geleceğim Çerkez köy bölgesine görevlendirilmem gerçekleşmişti.

Çok yıllar sonra öğreneceğim ”Hayat başka planlar yaparken başınıza gelenlerdir.” sözü bir çok şeyi daha iyi anlamamı sağladı.1981 yılı Eylülünde sene başında öğretmenlerle yapacağım mesleki toplantıları düzenlemek için Çerkezköy/Saray İlçelerine gitmiştim. Dönüşte gerekli bilgileri vermek ve varsa görev yazılarını almak için daireye uğradığımda benimle birlikte 10-15 arkadaşa verilen sarı zarflardan birini de bana verdiler. Sarı zarf bizim literatürde pek hayra alamet sayılmaz. Tabi benimki de öyleydi. Zarfı açtığımda Kahramanmaraş iline görevlendirildiğime ilişkin emri okuyunca önce bir soğuk duş geçirdim. Sonra diğer arkadaşlarında benzer yerler gideceği ile ilgili değerlendirmeden sonra ne yapalım elle gelen düğün bayram diyerek bu tarihten sonra projelerimizi ve planlarımızı Kahramanmaraş doğrultusunda revize etmeye başladık.

VE YİNE ÖĞRETMENDİK/TEKİRDAĞ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ

1978 yılı Ağustos başlarında  başlamak istediğim noktaya gelmiştim. Aynı yılın 9 Eylülünde de artık Nuray’la resmen evliydik. Ben Öğretmen  okulu öğretmeni olmak için İlkokul öğretmenliğinden ayrılarak yüksek okula gitmiştim. Şimdi o düşüm gerçek olmuştu. Hem de yüksek okul öğretmeni olarak. Buradaki görevimiz bir yıldan fazla sürdü. Tekirdağ Eğitim Enstitüsü de iki yıllık bir yüksek okul olup sınıf öğretmeni yetiştiren bir okuldu. Benzer kurumlarla karşılaştırıldığında son derece rahat ve huzurlu bir eğitim ortamı vardı. Yaptığımız işten son derece keyif alıyorduk. Yoğunlaştırılmış, hızlandırılmış gibi bu gün için pek şaşırtıcı bile gelse eğitim uygulamalarına sahne oluyordu okulumuz.

tayin

“Hiçbir iyilik cezasız kalmaz” veya “Hiçbir güzellik sonsuz değildir” sözlerini doğrularcasına 1979 yılında  Bakanlık bir kısım eğitim enstitülerini kapatma ve binalarını da başka okullara dönüştürme kararı aldı.Tahmin edilebileceği gibi bizim görev yaptığımız okul da bu kapsamdaydı. O tarihten sonra Otelcilik Meslek lisesine dönüşüm gerçekleştirildiğinden biz bir şekilde açığa çıkmıştık. O zamanki ülke şartlarına göre son derece rahat ve huzurlu bir öğretim ortamına sahip olan okulumuzun kapatılıp  her gün çeşitli olayların olduğu hatta eğitim yapmanın bile imkansız olduğu okulların açık bırakılmasındaki mantığı o gün de bu gün de anlamış değilim. Sonuçta bu karar sonrasında bir şekilde biz açıkta kalmıştık. Belki o zamanlar açık olan okullara gitme şansımız olabilirdi ama biz yeni bir maceraya atılmak yerine aynı yerde kalmayı tercih ettik. Bunun üzerine ben Tekirdağ da İlköğretim Müfettişi olarak eşimde Kız meslek lisesinde Rehber öğretmen olarak görevlendirildi.

ARTIK İLKÖĞRETİM MÜFETTİŞİYİM/URFA

Her ne kadar bize önerilen 21 il için kura çekeceğimizi bilmeme rağmen şansıma Erzurum çıkınca her şeyden önce  bana iklimsel olarak soğuk gelmişti. Çorludan Erzurum’a gitmeye talip olmak bir çok kişi için  anlaşılır bir şey değildi. Bundan sonraki yaşamım nasıl bir rota çizecekti. Müstakbel eşim Nuray ise Urfa  İlinde Eğitim Uzman Yardımcısı idi. İlişkimiz de henüz resmi bir nitelik taşımıyordu. Kafam epey karışıktı açıkçası. Hemen aynı gün Urfa’ya hareket ettim. O zaman cep telefonu,mesaj, mail gibi iletişim araçları olmadığı için kurada çektiğim Erzurum bilgisini bizzat paylaştık. İlişkimiz resmiyet kazanınca konuşlanmanın hangi eksende olacağı üzerinde fikir jimnastiği yaptık bir süre. Belki aynı gün belki de bir gün sonra birlikte Ankara’ya gittik. O tarihlerde Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Eğitimde Psikolojik hizmetler bölümü için lisans tamamlama programına başvurmuştuk. Üç fark dersini verdiğimizde bu bölümü bitirmiş olacaktık. Aynı günlerde bu sınavlara girdiğimizi hatırlıyorum. Ama kaç dersten ve hangi derslerden sınava girdiğim ise hiç belleğimde kalmadı.

köy

Bu sınavlar sırasında tatil günü olduğundan emin olduğum bir gün Ankara’nın geniş caddelerinde Nuray ile yürürken bir yandan da geleceğimizi planlamaya çalışıyorduk. Birden  nasılsa  kendimizi bizim bakanlığın yanında buluverdik. Hafta sonu olduğu için diğer günler arı kovanı gibi kalabalık olan binada nerdeyse in cin top atıyordu. Acaba bizim problemimizle ilgili bir şeyler yapabilir miyiz düşüncesi ile binadan içeri girdik. Hafta sonu tatili olduğu için kimseyi bulacağımızdan dahi pek de ümitli değildik. Kapıdan içeri girdik. Asansörler, merdivenler bomboştu. İlköğretim Genel Müdürlüğünün katına çıktığımızda orası da gayet sakindi. Birkaç memurun ellerindeki dosyalarla odalara girdiğini görünce biraz ümitlendik. Kimse de bize niye geldin, kime geldin diye bir şey sormadı. Genel Müdürle görüşmek istediğimizi söyleyince bize yine sorgusuz sualsiz odasını gösterdiler. Kapıyı vurup içeri girdiğimizde Genel Müdür Hüsnü Cila sanki bizi bekliyormuş gibi karşıladı. Bizde kısaca durumumuzu açıklayarak ilerde hem bürokratik işlemlere ihtiyaç duyulmaması hem de bizim işimizin kolaylaşması için Erzurum’un Urfa olarak değiştirilmesi isteğimizi kendisine ilettik. Zaten Urfa  ili de daha öce önerilen 21 il içindeydi. Sonuçta istediğimiz imtiyaz da sayılmazdı. Karşılıklı birkaç cümle daha konuştuktan sonra araya “düğününüze beni de çağırırsanız olur”  gibisinden esprileri de ekleyerek genel müdür elinin altındaki küçük kağıtlardan birine “Üç ay sonra evlilik cüzdanlarının örneğini getirmek koşulu ile kararnameyi Urfa olarak düzenleyelim” biçiminde bir not yazıp bizi ilgili kişiye yönlendirdi.  İlgili kişi bize bir hafta kadar sonra tayin emrimin elime geçeceği bildirdi. O küçücük kağıt parçası bizi mutlu etmeye yetmişti. Belki o sebeple, beklide hayatımızın ondan sonraki karmaşasından o hafta girdiğimiz sınavın sonuçlarını hiçbir zaman öğrenme imkanımız olmadı.

üç arkadaş

1978 Mart’ının sonlarında Çorlu Lisesinden ayrılarak aynı zaman da Nuray ile de nişanlanmış olarak Urfa ilinde İlköğretim Müfettişi olarak göreve başlamıştım. Benim gibi yeni atanmış bekar 5-6 arkadaşla birlikte Halk Eğitim Müdürlüğünde bize ayrılan bir yerde geçici olarak kalıyorduk. Benim görev bölgem Akçakale İlçesi idi. Urfa’ya 55 km. kadar uzaklıktaki bu ilçeye o zamanlar taksi dolmuşlar çalışıyordu. Farklı bir iklimde ve farklı bir coğrafyada yeni görevimizi yürütmeye çalışıyorduk. Nuray’ın bir yıldan fazla bir süredir orada çalışıyor olması işimi kolaylaştırıyordu. Bu arada  ilk öğretmen  okulları  2 yıllık yüksek öğretim veren eğitim enstitülerine dönüşmüş ve Nuray da Urfa Eğitim enstitüsünde meslek dersleri öğretmenliğine geçmişti.

yemek

Birlikteliğimizin de tam rotasını çizmiş değildik. Ülkenin genel durumuna paralel olarak özellikle Nuray’ın çalışma ortamı  çok elverişsizdi. Gün geçmiyordu ki okulunda patlama olmasın, camlar kapılar kırılmasın. O ortamı ancak o yılları yaşayanlar anlayabilir. Urfa’daki Müfettişliğimin üzerinden sanıyorum 5 ay kadar bir süre geçmişti ki önümüze bir fırsat çıktı. Tekirdağ Eğitim Enstitüsünde meslek dersleri öğretmenliği için önce biraz problem çıksa da  ikimizin de tayini de oraya yapıldı.

Daha sonraki yıllarda Urfa’ya kadim dostlarımızı ziyarete gittiğimizde Balıklı gölünü ziyaret fikrinden kendimizi alıkoyamamıştık.

 

HAYRET!…. EĞİTİM UZMAN YARDIMCISIYIM

İlkokul öğretmeni olarak birkaç yıl çalıştıktan sonra her insan gibi içimde biraz daha iyi, biraz daha yüksek, biraz daha tatmin edici olma ile ilgili duyguları hissetmeye başladım. Tabi o yıllarda öğretmen okulunu bitirenlerin üniversite sınavlarına girme hakkı yoktu. Sadece kendi alanındaki yine öğretmen yetiştiren yüksek okullar istikametinde gerçekleştirebiliyorlardı rüyalarını. Doktor, mühendis, avukat olma hayali daha baştan kapanmıştı yani. Ben de bizim için uygun görülen eğitim enstitüsü sınavlarına girmiştim. Girdiğim bölümü bitirdiğimde ya mezun olduğum öğretmen okullarına meslek dersleri öğretmeni, ya da İlköğretim Müfettişi olacaktım.

Okula girdiğimde yatılık kaldırılarak bursluluğa çevrilmişti. Okulu üç yıl burslu olarak okudum. Yaşanan boykotlar nedeni ile 3-5 ay gecikmeli de olsa Kasım 1976 da artık okul bitmişti. “Benim okullarım/Yüksek okul” bölümünde bu durumu daha geniş anlatmıştım sanırım. Ancak okula girerken olmayı istediğimizden daha başka bir sonuç bizi bekliyordu. Benim öncelikle istediğim öğretmen okullarında öğretmenlik işi olmadı çünkü o yıllarda öğretmen okulları kapatılarak yüksek okul haline dönüştürülmeye başlanmıştı. Diğer seçenek olan İlköğretim Müfettişliği de o günkü siyasal konjoktür gereği olmadı. Mümkün olsa belki de bizi hiç atamayacaklardı.   O zamanlar burslar zorunlu hizmet karşılığı veriliyordu. Yani üç yıl burs almışsanız devletin gösterdiği yerde üç yıl çalışma mecburiyetiniz vardı. Burslu olmamız bir yerde bizim atanmamızı da zorunlu kılıyordu. Bunun üzerine bizleri Eğitim Uzman yardımcısı olarak görevlendireceklerini belirttiler. Her ne kadar düşünmediğimiz, istemediğimiz ve kendimizi hazırlamadığımız bir görev de olsa bunu mecburen kabul edecektik. Yine de sağ olsunlar bizi istemediğimiz göreve atama yapanlar en azından istediğimiz yerleri seçme konusunda  anlayış gösterdiler. Ben tercihler arasından Çorlu Lisesini başta ikametime yakın olması sebebiyle kabul ettim. Bir hafta kadar sonra Çorlu Lisesi Eğitim Uzman Yardımcısı olarak tayinim yapılmıştı. 1977 yılının ilk günlerinde Liseye giderek görevime başladım.

uzman

Doğrusunu  söylemek gerekirse mevcut durumum ve yapacağım işle ilgili ben dahil hiç kimse doğru dürüst bir fikir sahibi değildi. Neyin yardımcısı idim? Yardımcısı olacağım uzman  kimdi veya neredeydi? Niye uzman değildim veya ne zaman uzman olacaktım? Bütün bu soruların hiç birine cevap bulamıyordum ve bulamayacaktım. Kendi durumumu ve pozisyonumu kendim bilemedikten sonra başkalarına nasıl anlatacaktım. Görevim şimdiye kadar okullarda görmeye alışık olduğum müdür, müdür yardımcısı, branş öğretmeni,sınıf öğretmeni gibi bildik görevlere benzemiyordu.

yenilise

Önce kendi görevim, sınırlarım ve sorumluluklarımla ilgili dersime iyi çalışmam gerektiğini düşündüm. Bu konuda hayli başarılı olduğumu da söyleyebilirim. Okunması gereken ne varsa okumaya, görüşülmesi gereken ne kadar kişi varsa hepsi ile görüşmeler yaparak oluşturdum kendi dünyamı. Bu konuda Kabataş Lisesindeki Fahri Ünal adındaki aynı görevi yapan arkadaştan çok yararlandığımı açıkça ifade etmek isterim. O sıralarda insanlara da bilgiye de ulaşmak bu günkü kadar kolay değildi. İnternet mucizesinin daha adı bile yoktu. Yorumlama, kıyaslama, tahmin gibi usulleri de kullanarak görevimin muhtevasını ve sınırlarını belirlemiştim. Görevim aşağı yukarı bu günün okullarındaki rehber öğretmen veya psikolojik danışmanların yaptığı veya yapması gereken görev olacaktı. Durumumuzla ilgili henüz bir mevzuat yoktu ama olsun bizde islim hep arkadan gelirdi.

O yıllarda her sınıfın ders programlarında haftada üç saatlik zaman, rehberlik ve eğitsel saatlere ayrılmıştı. İşin mahiyetini yönetici ve öğretmenler de bilmediği için bu saatler her öğretmenin kendi dersindeki eksikleri tamamlamak üzere kullanılıyordu. Önce bu saatlerin amaca uygun kullanılmasına  yönelik planlama yaparak işe başladım. Her öğretmene o ay içinde sorumlu olduğu sınıfta yapacağı çalışmalara ilişkin içinde örnek form,metin, çizelge ve dokümanların bulunduğu bir dosya hazırlıyordum. Biraz yorucu olmakla birlikte öğretmenler de bundan hoşnut kalmıştı. Bu arada haftada sekiz saat de modern mantık ve psikoloji derslerine giriyordum. Bu beni hem öğrencileri tanıma  açısından hem de içimdeki öğretmenlik özlemini tatmin açısından son derece mutlu ediyordu.

öğrenciller1

Ertesi öğretim yılında bizden bir devre sonra mezun birkaç arkadaşın da yanıma ataması yapıldı. Onlarla aynı anlayış içinde çalışmalarımızı sürdürdük. Velilerle de zaman zaman toplantılar yaptık. Okul Aile birliği başkanı bundan çok memnun kaldığını söyleyip “Bunu repete yapalım hocam” deyince yabancı dil öğretmenlerine sorup repetenin ne anlama geldiğini de o sıralar öğrendim. Yöneticiler ve öğretmenlerle de diyalogumuz fena değildi. Doğan sıkıntıların da birçoğu durumumuzla ilgili belirsizlikten kaynaklanıyordu. Müdürümüz Abdullah Uçarer’le yaşadığımız bir durum hala hatırımdadır. Uygulanacak aylık programları ben mumlu kağıda yazıyor ve teksir makinesinden sekreterle birlikte çıkarıyorduk. Sömestr tatilinden birkaç gün önce ben yine daktilo ile mumlu kağıda yazdığım tatil sonrası programlarını teksir makinasından çıkarmak üzere sekretere bırakacağımı bildirdikten sonra “Tatil sonrası görüşmek üzere” hocam deyince müdür biraz şaşkın “Ne tatili Necmi bey siz yıllık izin kullanmanız gerekir o da tatil aylarında 20 gündür” deyince şaşırma sırası bana gelmişti. Gerçi durumumuzla ilgili bir mevzuat yoktu. Ama bildiğim kadarı ile -ki bu bilgiyi de Fahri Ünal’dan almıştım- öğretmenler gibi tatil yapmamız gerekiyordu. Tabi duyuma dayalı bir beyan da müdürü ikna edemezdi .Ben de Tekirdağ Milli Eğitim Müdürünün emektar şeflerinden Recep beyin  de yardımı ile arşivde yarım dosya kağıdına yazılmış olup içinde öğretmenler gibi tatil yaparlar,idari işlerde çalıştırılmazlar,nöbet tutmazlar gibi cümleler olan  kağıtçığı müdüre göstererek tatile çıkma hakkını elde etmiş oldum.

Çorlu’ya her sabah Muratlıdan 7.30 da kalkan İstanbul otobüsü ile geliyordum. Dönüşü de minibüslerle veya aynı otobüsün dönüşü ile yapıyordum. Görünüşte rahatım fena değildi. Bazılarınca belki gıpta ile bakılıyordu. Derse girmek yok, yazılı okumak, ödev vermek yok maaşını al o kadar. Ama yine de yetiştirme yurdunda olduğu gibi içimde çok ağır bir sıkıntı ve boşluk hissediyordum. Tam olarak tarif edebileceğim, belli bir süre sonra sonuçlarını görebileceğim bir iş değildi yaptığım. Öğretmen değildim. İdareci değildim. Memurda değildim. Hem bunlardan biri değildim hem de bunların hepsinden bir parça idim.

İçimdeki çelişki ve çatışmalar l978 Ocağına kadar hep sürdü. Bu arada değişen hükümetler birbirini izliyordu. O zamanı yaşayanlar Demirel’in  birinci MC ve ikinci MC,lerini, Ecevit hükümetlerini, koalisyonları, düşen ve kurulan hükümetleri çok iyi hatırlayacaklardır. Değişen hükümetlerle birlikte değişen karar ve uygulamalar da kaçınılmazdı. Bu değişim sürecinde Milli Eğitim Bakanlığına tekrar İlköğretim Müfettişi alınacağını öğrenince  hiç düşünmeden başvurdum Tabi  başvurular belirtilen  21 ile gitmek koşulu değerlendirilecekti. Bu iller de hemen hepsi Sivas ilinin ötesindeki doğu ve güneydoğu illeri idi. Bu durumu bile bile başvuru yapmamı kimseye açıklayamıyordum. Birçok kişiye göre durduk yerde rahatımı ve kurulmuş düzenimi bozuyordum.Tabi içi beni dışı başkasını yakar deyimi her halde bu gibi durumlar için söylenmişti

BEKLE BENİ İSTANBUL

Eylül 1972 tarihi itibarı ile artık rüyaların ve hayallerin şehri İstanbul’daydım.  Henüz  görev yapacağım yer nokta olarak belli değildi ama bana göre her yer İstanbul’du. Milli Eğitim Müdürlüğünde bizlerden üç ilçe tercih etmemiz istendi. Bende memleketimize yakın olmasını da dikkate alarak Çatalca,  Silivri, Büyük çekmece İlçelerinde görevlendirilmek üzere bir form doldurdum. Daha sonra Beykoz İlçesi, Bozhane köyü  İlkokulunda görevlendirildiğimi öğrenince benim tercihimin ya hiç dikkate alınmadığı ya da çok fazla dikkate alındığı-tabi negatif açıdan- kanaatine vardım.

tayin1

Bozhane, Beykoz ilçesine 25-30 kilometre uzaklıkta bir köydü. Her gün Beykoz’a günde bir sefer yapan biraz eskice de olsa bir otobüsü vardı. Birde Üsküdar-Şile/Ağva seferi yapan  otobüs de köye bir kez uğruyordu. Köyün tarifeli ulaşım imkanı o yıllarda bundan ibaretti. Köy orman köyü sayılırdı. Ayrıca hayvancılık da yapılıyordu. Köyün içinden Riva’dan kara denize dökülen Riva deresi geçiyordu.

O zaman bu dere içinden çeşitli büyüklükteki motorlarla Riva’ya kadar gidiliyordu. İlerleyen aylarda derenin serin sularında kürek çekerek  nostalji yaşamak özlemiyle eski bir sandal da aldım. Ancak aldığım sandalın fiyatından fazla tamir parası gerektiğini çok sonra anladım. Köy İstanbul içinde adeta bir vaha sayılırdı. Bu özelliğinden ötürü de bazı yerli filmlerin çekimleri burada gerçekleşiyordu. Yine böyle bir çekim sırasında benin sandala talip oldular. Zaten tamir parası yüzünden ben aldığıma pişman olmaya da başlamıştım. Sandalın batması gerektiği şeklinde bir de şartları vardı ki bu haliyle bu iş için biçilmiş kaftandı benim sandal. Neticede sandalı onlara aldığım fiyata sattım. Suya indirdiler. İçine film icabı iki aşığı gözetleyen iki erkek oyuncu oturdu. Onlar bir taraftan kürek çekiyor,sandalda yavaş yavaş su almaya başlıyordu. 30-40 dakika sonra  benim sandal artık iyice suya batmıştı. Bu arada güya röntgencilerin hiç farkında değilmiş gibi görüntüleri filme alınıyordu. Neticede hayallerimizle birlikte sandalımırmağın suları arasında kayboldu.

bozhane3

Köyün İlkokul binası gerçekten muhteşemdi. 1930 lu yıllarda Mareşal Fevzi Çakmak tarafından askeri amaçlarla yapıldığını ve daha sonra okul olarak kullanılmaya başlandığını öğrendim. Nihayet doğru dürüst bir okulda belki de bağımsız bir sınıfı okutma imkanına kavuşacaktım. Okulda yönetici ve öğretmenlerle tanıştığımda  bu binanın yeni onarımdan geçtiğini ve binada okul ile birlikte bir de yetiştirme yurdunun bulunduğunu öğrendim. Binanın giriş katında ilkokulun derslikleri ile yemekhane bölümü, ikinci katında da yurt kısmı yerleşmişti. Yetiştirme yurtlarını duymuşluğum vardı ama ilk defa bu kadar yakından tanıyacaktım. Kurumda  İstanbul’un çeşitli yerlerinden getirilen  ve ilköğretim çağındaki  korunmaya muhtaç olduğu tespit edilen 80 civarında çocuk da barınıyordu. Yani bu çocuklar kimsesiz ya da parçanmış aile çocukları idi. Onlar için Cavit bey müdür baba, bakıcı kadınlar mukadder anne idi. Oraya birlikte tayin olduğumuz Nusret Durmaz adlı arkadaşımla ikimize Müdür Cavit Yılmaz  Yetiştirme Yurdunda çalışmayı önerdi. Bununla ilgili pek tecrübemiz  yoktu. Bu görevle birlikte üç öğün yemek yeme ve kaloriferli bir odada kalma  avantajlarını da sayınca ikimiz yetiştirme yurdunda çalışmaya başladık.

artist

Görünüşte çalışma ortamımız ve şartlarımız çok iyi idi. Sabah çocuklar bakıcı annelerin yardımıyla hazırlanıyor, bizim nezaretimizde yemekhaneye götürülerek birlikte kahvaltı yaptırılıyor,daha sonra ilkokul bölümüne geçirilerek sınıf öğretmenlerine teslim ediliyordu. Öğle yemeği de öğrencilerle yendikten sonra öğrenciler öğleden sonraki derslerine gidiyor ve akşama kadar onlar okul kısmında iken biz de günlük işlerimizi yapıyorduk. Okul çıkışı grubumuzu teslim alıyor çeşitli sosyal etkinlikler, etüt çalışmaları sürdürülüyor, yatma saati gelince yine  bakıcı anneleri yardımı ile yatmalarına nezaret ediliyor ve günler bu minval üzere devam ediyordu. Gerçekten çok rahat bir ortamımız vardı. Durumumuza birçok arkadaş gıpta ile bakıyordu diyebilirim. Gelin görün ki bir süre sonra bende tarifsiz bir sıkıntı başladı. Sıkıntının adını koyamıyordum ama yaşıyordum. Mesleki olarak son derece olumsuz koşullarda çalıştığım ortamlarda bile bu derece sıkıldığımı ve bunaldığımı hiç hatırlamıyordum. Görünürde kötü ve olumsuz olan hiçbir şey yoktu. Adeta yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızdaydı. İdarecilerle, öğretmen arkadaşlarımla ilişkilerim son derece mükemmeldi. Merdiven altına açtığım fotoğraf atölyesindeki olumlu çalışmalarla birlikte yaptığım diğer çalışmaları herkes takdir ediyordu. Birlikte çalıştığım kişilerden en küçük bir kaygım olmadığı gibi benimle çalışıyor olmaktan çok mutlu olduğunu tekrarlıyordu herkes.

yurt

Adını koyamamakla beraber bu mutsuzluğun sorumlusunun,  gruptaki öğrencilerin durumlarına karşı çaresiz ve yetersiz kalmamla ilgili olduğunu sezmeye başlamıştım. Ben herhangi bir okulda göreve başlarken okuttuğum sınıfın her türlü gelişmesinden kendimi sorumlu tutmaya alışıktım. Her bir ilerleme beni hem mutlu kılıyor hem de kendime güvenimi arttırıyordu. Fakat burada bunu sağlamakta zorlanıyordum. Öğretmen de olamıyordum ana baba da olamıyordum. Çok yakın olmak da işe yaramıyordu uzak kalman da mümkün değildi. Bir keresinde bir hayırsever yurda çocuklara verilmek üzere yüz çifte yakın ayakkabı bağışlamıştı. Ayakkabıların ambara girişi yapıldı. Öğrencilere dağıtma ile ilgili olarak da yapılacak bir kontrol sonucu ayakkabısı eskiyen öğrencilerden başlamayı uygun görmüştük. Bu en mantıklı uygulama idi. Diğerlerine eskidikçe verecektik. Fakat baktık ki ertesi gün neredeyse çocukların hepsi eskidi, yırtıldı, kayboldu, çalındı gibi nedenlerle ayakkabılarını almak için kapımıza dayandılar. Bizim bilgimiz bu kadarcık bir sonucu bile öngörememişti. Nerelerde yetersiz kaldığımın tahlilini yıllar sonra gerçekten ana baba olduktan sonra daha iyi anlayacaktım.

Bozhane’de yetiştirme yurdunda  bir yıldan biraz fazla çalıştıktan sonra bir üst eğitime devam etmek üzere(İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü) görevimden ayrıldım. Buradaki duygu ve izlenimlerimi önceki bölümlerde” benim okullarım yüksek okul” bölümünde açıklamıştım.

O ŞİMDİ ASKER/ZONGULDAK-DEVREK-HACIMUSAKÖYÜ-HERKİME MAHALLESİ İLKOKULU ÖĞRETMENLİĞİ

Galiba amcamın peşini bırakmayacaktım. O Çanakkale’den Zonguldak ili, Karabük ilçesinin bir köyünde tamamladı askerliğini. Ben de Zonguldak İli, Devrek ilçesi Gökçebey bucağı (Tefen) Hacı Musa köyü, Herkime mahallesi köyü ilkokulu öğretmeni olarak tamamlayacaktım askerliğimin geri kalan kısmını, Çalıştığım köyün adı ne kadar uzunsa kendiside bir o kadar uzaktı ilçe merkezine. Bir çağ ve üç dağ uzaklıkta bir yer yani. Yerini tarif etmek için nasıl gidildiğini değil de nasıl gelindiğini anlatarak başlamak belki daha iyi olur diye düşünüyorum. Hemen her ay başında Devrek’e gitmek durumundaydık Hem mesleki toplantılarımıza katılıyor hem de bazı eksiklerimizi gideriyorduk. Köydeki görevli arkadaşlarla önce 3 saat kadar yürüyerek Ali Usta köyüne gidiyorduk. Orada Tekirdağ’ın saray ilçesinden daha önceden tanıştığımız Recep Güneş adındaki bir öğretmen arkadaşın evinde bir gece misafir oluyorduk. Ertesi gün onu da aramıza katarak kafile biraz daha kalabalıklaşmış biçimde 3 saatlik bir yürüyüşten sonra Gökçebey (Tefen) bucağına ulaşıyorduk. Oraya ulaştığımızda artık kendimizi medeniyete ulaşmış sayabilirdik. Toplantı olmadığı takdirde ihtiyaçlarımızı oradan temin edebiliyorduk. Oraya ve orada çalışan arkadaşlara gıpta ediyorduk. Bağımsız sınıf okutuyorlar, canları çektiğinde lokantaya, ilçeye gidebiliyorlardı. Gökçebey’den Devrek arasında herhalde bir saate yakın otobüs/minibüs yolculuğu vardı.  İlk işimiz otelde yer ayırtmak oluyordu. Ertesi gün yapılan toplantının akabinde aynı yolları tekrarlayarak köyümüze dönüyorduk

herkime

Görev yaptığımız Herkime mahallesi/mezrası Hacı Musa köyüne de 1-2 saatlik bir yürüme mesafesindeydi. Hacı Musa köyünde bir öğretmen,  Herkime mahallesinde ise dört öğretmendik. Ben, Sabahattin Günay, Hasan Nas, Nuri Gültekin’den oluşuyordu kadromuz. Hasan Nas aynı zamanda müdürlük görevini yürütüyor ve okul lojmanında kalıyordu. Evli ve çocuklu olan Sabahattin’de köydeki evlerin bir odasına yerleşti. İki bekar olan Nuri ile bana da 7-8 metrekarelik müdür odasına yerleşmek düştü. Konut sorununu da bu şekilde hallettikten sonra çalışmalarınıza başladık. Ben yine 2. ve 3. sınıfları birleştirilmiş olarak okuttum o yıl.

Görev yaptığım yer ulaşım ve yaşam koşulları bakımından bir çok zorluklarla dolu olmasına rağmen doğal yapısı bakımından son derece bakir ve zengin görüntülere sahipti. Karlı kış günlerinde kayın ve çam ormanlarında yaptığımız yürüyüşler, baharla birlikte renk cümbüşüne dönen o coğrafya  belleğimde hala canlılığını korumaktadır.

teskere

Şubat 1972 tarihinde yani Herkime mezrasında/mahallesinde görev yapmakta iken askerlik süresi de dolmuş oldu. Devrek askerlik şubesince terhis işlemleri gerçekleştirildi. Yeni görev yerim olan İstanbul iline gitmek için ise ders yılı sonunun gelmesini beklemem gerekecekti.

O ŞİMDİ ASKER/ÇANAKKALE JANDARMA OKUMA YAZMA OKULU

Çanakkale’de bulunan Jandarma er eğitim alayının tam karşısında Jandarma okuma yazma okulu bulunuyordu. Ülkenin birçok bölgesinde böyle kurumlar vardı.Askerlik hizmeti için birliğine gelenler önce bir taramadan geçiriliyor, okuma yazma bilenler eğitimlerini sürdürüyor, bilmeyenler ise bu okullarda 3-4 aylık bir okuma yazma eğitimi aldıktan sonra askeri eğitimlerini alıyordu.Doğrusunu söylemek gerekirse bu okullarda askerlerin işi daha rahattı,sadece öğrencilik yapıyor kışla eğitimi yapılmıyordu.Bazen buraya okuma yazmayı bile bile çaktırmadan gelenlere de rastlanıyordu. İşte biz yaklaşık 24 arkadaş bu kurumda göreve başladık görevlerimize sabah 8.30 gibi geliyor akşam 17 gibi ayrılıyorduk. Maaşlarımız ödeniyor ve sivil kıyafetle çalışıyorduk.

okumayazma

Bu okulların tesis araç ve gereç yönünden son derece donanımlı olduğunu söyleyebilirim. Adeta yok yoktu. Öğretmenin işi de son derece kolaydı. 25-30 kişilik sınıfta bir onbaşı size yardımcı oluyordu. Elinizdeki A4 kağıdı büyüklüğünde bir programa bakıyorsunuz girdiğiniz gününün saatini orada bulup oradaki kutucuktaki rakamı okuduktan sonra elinize verilen  özel kılavuzdan belirtilen sayfayı açıyorsunuz ve orada size adım adım ne yapacağınız yazıyor. Ben görmedim ama eskiden eğitmen kılavuzlarının da böyle olduğunu söylüyorlar. Öngörülen sayfada” 1-Ali asker oldu fişini al  tahtaya as. 2-Öğrencilere üç kere okut.3- Beş defa yazdır…….” gibi talimatlarla sizin izleyeceğiniz yol en açık biçimde anlatılıyordu. Öğle yemeğimizi de okulda yedikten sonra uzakça olmayan şehir merkezine bazen yürüyerek bazen de servisle gidiyorduk. Bu okullardan bir çokları niyedir bilmem ama  “Ali okulu” olarak bahseder. Sanırım kaynak kitaplarda kullanılan metinlerin çoğunda yazımı ve öğrenilmesi kolay olması bakımından Ali sözcüğünün kullanılmasından böyle dendiğini tahmin ediyorum.

Bu noktadan hareketle buradaki askerlere okulda görevli onbaşı ve çavuşların “Hey Ali gel buraya, git şuraya” şeklinde seslendiklerini öğrenen okulun komutanı albay bir gün bunları çağırarak yaptıklarının yanlış olduğunu, her birine adı ile veya asker diye hitap edilmesi gerektiğini, Ali diye hitap etmenin okuma yazma bilmeme durumunun yüzünü vurulması, aşağılanması anlamına geldiğini biraz da askeri lisanla tabir yerindeyse fırçasını atarak söylemişti. Tabi orada hepsi baş üstüne demek durumunda kalmışlardı, Fakat daha sonra bunların askerlere bu defa ”Hey üniversiteli gel” biçiminde hitap ettiğine de tanık olmuştuk.

kale

Çanakkale’de ilk olarak bizden önce kalan öğretmenlerin evinde kaldık bir ay kadar. Sonra oradan çarşı merkezinde Trakya restoranın üstünde kaldık 8-10 bekar arkadaşla birlikte. Trakya restoranın  tabelasını görünce serde Trakyalılık var ya hemen  sonradan adının Özer olduğunu ve lokantanın sahibi olduğunu öğrendiğim kişiye Trakyalı olup olmadığını sordum. O da gayet muzip pencereden de dışarısını ve boğazın tam karşısını işaret ederek “Evet ben de Trakyalıyım şu boğazın karşısında kalenin göründüğü yer var ya orasının adı Kilitbahir’dir. Ben  Trakya’nın orasındanım dedi. Aldığım cevap düşündüğüm gibi değilse de teorik olarak  doğru idi. Lokanta ve üstündeki birkaç daire kendisine aitti. Biz hem kiracısı hem de lokantasının müşterisi idik. O zaman kredi kartı falan yoktu. Herkesin küçük bir defteri vardı. Yemek yedikten sonra hesap deftere yazılır gözdeki yerine konur ay başı gelince toplam yapılır toplamdan  %10-%20 arası bir iskonto düşülerek ödeme sıfırlanır ve tekrar yazım başlanırdı. Özer o günlerde İstanbul hukuktan ayrıldığını söylerdi. Niye ve nasıl ayrıldığını merak edip sormadım hiç. Ama çok kafa dengi bir kişiydi. Melahat Pars’ın hüzzam şarkısı olan ”Ben gamlı hazan sense bahar dinle de vazgeç” şarkısını çok severdi. Belki de bizim bilemediğimiz bir hatırası vardı  bu şarkının kendisinde. Geçtiğimiz aylarda Altınoluk’a gidip gelirken otobüsümüz araba vapuruna gitmeden kalan zaman aralığında tekrar uğradım Trakya lokantasına. Bir ön sokağa iyice meydana cephe olacak şekilde taşınmış olduğunu gördüm. Özer beyi sordum şu anda kendisinin avukatlık yapmakta olduğunu söylediler, vaktimiz olsaydı bizzat görüşmeyi isterdim. Demek yarım bıraktığı hukuku fakültesini de bitirmiş bu arada.

Bir öğretim yılı kadar okuma yazma okulunda çalıştıktan sonra bu defa askerliğin son kısmını da Zonguldak ilinde tamamlamak üzere buradan ayrılmam gerekecekti.

O ŞİMDİ ASKER/BALIKESİR-BURHANİYE 125.ALAY

1970 Temmuzunda askere gitmek üzere arkada birçok hatıraları bırakarak Karabürçek köyünden ayrıldım. O yıllarda İlkokul öğretmenleri 20 ay süre ile er olarak askerlik yapıyordu. Uygulamada bunun ilk 3-4 ayı yaz tatiline denk getirilerek kışlada askeri kıyafetle temel eğitim biçiminde kalan kısmı da yine devletin gösterdiği yerlerde öğretmen olarak tamamlattırılıyordu. Aslında 1970 yılında tam bir belirsizlik vardı. Bu uygulama 1970 yılında sona eriyordu. Yani ya aynen sürebilirdi veya 20 ayın tamamı kışlada fiilen askerlik yapmak biçiminde de olabilirdi.Ben bu belirsizlik içinde askerliğimi yapmak üzere köyden ayrıldım.

yoklama

Askerliğimin başlangıcı Balıkesir-Burhaniye 125. Er Eğitim Alayı idi. Bir önceki yıl aynı yerde amcam Nusret Mola da eğitim yapmıştı. Ondan da aldığım bilgi ile gitmem gereken yeri kolay buldum. Orada zahmet olmasın diye güzelce kafayı asker tıraşı yaptırdım. Nizamiyeden içeri girince bizim gibi yeni gelenlerin arasına karışarak herkesin teslim olmak için girdiği kuyrukta yerimi aldım. Etraftan daha önce orada olan askerlerden ”Memleket neresi? memleket neresi?” sorularından herkesin bir hemşeri arayışı ya da aidiyeti sevdasında olduğunu hemen fark ediyorsunuz. İşlemler uzun sürmedi kayıt olduktan sonra  herkese o malum yeşil elbise ile postallar başta olmak üzere giysiler verildi. Bedenler pek uymasa da arkadaşlarla değişerek uydurmaya çalıştık. Birden herkes başka iken aynılaşıvermişti . Birkaç gün sonra kıyafetlerde insanlar da birbirine alışıvermişti.

Günler de bir birine benzemeye başlamıştı. Gündüzleri Temmuz sıcağı altındaki belki de çoğunluğu ilkokul mezunu olan  çavuşların verdiği sağa dön,sola dön,süngü tak, süngü yerine, yat, sürün, yürüyüş kararı sayılacak say, komutlarının birbirine karıştığı kışlalar doldu boşaldı bu gün ya da yaylalar yaylalar  türkülerinin artık iyice ezberlendiği günler geride kalmaya başladı.Akşamları da çavuşların defterden okudukları teorik bir takım bilgilerin ezberlenmesi gerekiyordu. Askerlik nedir? disiplin nedir? den başlayan tarifleri su gibi ezberledik. “Kanunlara ve emirler mutlak bir itaat, astın ve üstün hukukuna riayettir” şeklindeki disiplinin tanımı ta o günlerden aklımda kalmıştı. Gündüzleri zincirlemeli olarak tekmillerle başlayan eğitim bütün alayın alay komutanı önünden geçişi ile gerçekleştirilen bir seramoni ile son buluyordu. Geçiş beğenilmezse birkaç kez tekrarlanıyordu. Eğitimin  başlamasından bir ay kadar sonra yemin merasimi vardı .Bütün Alay bir araya toplandık Alay komutanı”125. Alayın kahraman erleri….”diye başlayan bir konuşma yaptı. Bir ayda kahraman bile oluvermiştik. Daha sonra büyük masalar üzerine konan çeşitli silahlara birer elimizi koyarak ”Karada, havada,denizde her zaman ve her yerde  “ şeklinde başlayan  yemin metnini tekrarlayarak merasim sona ermişti.

asker

Yemin de ettiğimiz için artık boş silahla da olsa nöbet tutuyorduk. Tuvaletler dahil bir çok yer nöbet mahalli olarak belirlenmişti. Uygulamalarda çok akılcı olmayan durumların izahı için “mantığın bittiği yerde askerlik başlar” biçiminde filozofik açıklamalar yapılıyordu bazılarınca. Bu arada alayımız denetim bile geçirdi.O gün yemekhane görülmeli idi.Ortasında boydan boya kırmızı bir halı.Masalarda beyaz örtüler, beyaz peçeteler, porselen tabaklarla bambaşka bir yer oluvermişti birden. Denetimin nasıl geçtiğini bilemiyorum tabi ama bizim yemeğimizi dışarıda alüminyum tabaklarda yemek durumunda kaldığımızı çok iyi hatırlıyorum. Bunun böyle olduğu herkes tarafından bilinmesine rağmen herkes bulunduğu rolü oynamak durumundaydı.

Bir aydan fazladır eğitimimiz geçtiği halde durumumuzla ilgili hala bir açıklık yoktu. Geçmişte olduğu gibi 3 aylık bir eğitimden sonra öğretmen olarak mı devam edecektik, yoksa bu elbise içinde 20 aylık süre doldurulacak mıydı? Söylenti çoktu ama gerçeği bilen hiç yoktu. Derken ne oldu nasıl oldu bilmiyorum zannediyorum gelişimizin 46 .gününde eğitimin sone erdiği ve ertesi gün kura çekilerek bundan sonraki askerlik görevinin öğretmen olarak tamamlanacağı açıklandı.Doğrusunu söylemek gerekirse sabahı zor ettik.

Sabah öğretmen bölüğü olarak kuralarımızı çektik. Kurada 2 seçenek vardı. Ya bir vilayet adı çekilerek orada öğretmenlik devam edecek ya da Okuma yazma okullarından birini çekecektik. Ben Çanakkale Jandarma okuma yazma okulunu çektim. Bir yıl orada çalışacak daha sonra bir yıl yine gönderildiğim yerde öğretmenlik yaparak askerliğimi tamamlamış olacaktım. Burhaniye’den Çanakkale’ye gitmek zor olmadı. Rastlantıya bakın ki geçen yıl burada eğitim gören amcam da oraya gitmişti.Bir yıl ara ile adeta birbirimiz takip ediyorduk.