Hayrabolu’nun Muzruplu köyü benim de 6 yaşına kadar büyüdüğüm ve yaşadığım bir yerdir. Büyüklerimin anlattıkları ile daha sonra öğrendiğim bilgileri birleştirince ben oraya ilk yerleşim olayını Peygamberimizin Medine’ye Hicret edilmesi olayına benzetirim. Orada Medine’nin yerlilerine ensar, Peygamber ile birlikte gelenlere de muhacirin/muhacir kavramı kullanılır. Muzruplu’ya göçmen olarak gelenlere de yine muhacir, köyün yerlilerine de gacal dendiğini hatırlıyorum. Tıpkı hicret olayında olduğu gibi gelen muhacirlerin barınacak evleri olmadığı ayrıca mevsim olarak kış da bastırmak üzere olduğundan gelen her aile geçici olarak yerleşik olanlara misafir olarak dağıtılır. Kendilerine dahi yeterli olmayan bu insanların topraktan yapılmış sap-saman ile örtülmüş bu evlerinin bazen bir odasında, bazen samanlığında, depolarında, ahırlarının bir köşesinde bahara kadar beklemek daha doğrusu hayatta kalma mücadelesi verirler yeni vatanlarında.
Muzruplu günlerine yine amcamın notlarından hareketle biraz daha ilerleyelim dilerseniz: “1934 güz aylarının sonuna doğru bizim 7 kişilik ailemiz -Anam, babam, ben, kardeşim İsmet, Ali amcam, Pembiş halam ve babaannemden oluşan- Mehmetali Ağanın toprak evinin bir odasına yerleştik. Köyün yerlileri kuzey doğu yamacında 20 hane olarak yerleşmişlerdi. Biz oraya Gacal mahallesi diyecektik. Göçmenlere de köyün kuzey batı kısmında mezarlığın yanında 10 dönümlük bir yerleşim yeri belirlediler. Buranın adı da muhacir mahallesi idi. Baharla birlikte ev yerleri de belirlenince herkeste bir heyecan ve hareketlilik başladı. Hükümet Romanya’dan getirttiği keresteleri ev yapanlara verdi. Herkes mezarlığın karşısında ki meydanda kendi kerpiçlerini kesmeye koyuldu. Verilen plana göre ev temelleri açıldı. Temele normalde taş koymak gerekir ama taş 30-40 kilometre ilerden getirilmesi gerektiğinden, bunu getirecek güç ve imkan da olmadığından doğrudan kerpiçle evler yapıldı. Pencereler takıldı, sıvaları yapıldı. Bütün bunlar insanların kendi emekleri ile gerçekleştiriliyordu. Kış gelmeden herkes kendi evinin içine girmiş oldu. Bir çoğunun hayvanı olmadığı için ahırların yapımı sonraki yıllara bırakıldı. Hayvanı olanlar da o kış odalarının birini hayvanlara ayırarak durumu idare ettiler. Sonraki yıl hükümet hayvanı olmayanlara birer öküz ve pulluk verdi. Tabi parası olan yanına bir inek ya da eşek alıp çiftini sürmeye çalışıyor, olmayanlar da diğerleri ile dayanışma içine girerek işlerini görüyordu. Göçmen ailelerine kişi başına buzağılık dediğimiz yerlerden yıllardır hiç işlenmemiş arazilerden ailedeki fert başına 10’ar dönüm de toprak verilmişti. Bu toprakları güçlükle de olsa ekmeye çalışıyorduk. Birkaç yıl içinde göçmen evleri kireç duvarları çivit mavisi pencereleri (O zaman yağlı boya yerine pencereler çivitle boyanıyordu) bahçelerinde her renkten çiçekleri ile çok güzel bir görünüme kavuşacaktı.
Babam bir müddet Muzruplu köyünde imamlık yaptıktan sonra 8-10 kilometre uzaklıktaki Karayahşi köyünde imamlık yapmaya başladı. Tabi o zamanlar imamların maaşı falan yok, harman sonu köylülerden toplanan belli miktardaki buğday ile ödeniyor ücreti. Bunun yanında yine köyümüzün de bağlı olduğu Dambaslar nahiyesinin köy katipliği işini yapıyordu. Muzruplu köyünde okul olmadığı için babam ve annem beni de Karayahşi’ye yanlarında götürdüler ve o köye yakın olan Dambaslar nahiyesindeki tek öğretmenli okula başlattılar.
Ben 3. Sınıfa geçtiğimde kendi köyümüz olan Muzruplu’ya eğitmen geldi. Kardeşim İsmet, eğitmenli okula başladı. Eğitmenler askerliğini çavuş olarak yapan –muhtemelen ilkokul mezunu ya da sadece okur yazar- lardan Kepirtepe köy enstitüsünde 3 aylık kurs görenlerden yapılıyordu. Eğitim Süresi de üç yıldı ve devam etmek isteyenler İlkokula gidiyordu.”
Amcam notlarında eğitim hayatının 4. Sınıfını Muratlı Mithatpaşa İlkokulunda okuduğunu, oradaki okul hayatı devam ederken zatürre gibi bir hastalığa yakalandığını, uzun süre Tekirdağ’da tedavi gördüğünü, Muratlı’da yarım kalan eğitimine bu defa Hayrabolu Çerkez Müsellim köyündeki yatılı ilkokulda devam ettiğini, burada ilkokulu bitirdikten sonra 1944 yılında Kepirtepe köy enstitüsüne gittiğini, 1949 yılında mezun olduğunu, Edirne Uzunköprü Karabürçek köyünde öğretmenliğe başladığını, askerliğine müteakip İstanbul, Ataköy Muhittin Üstündağ İlkokulundan emekli olduğunu ayrıntılı olarak anlatıyordu. Tabi bundan sonraki hayat giderek kendinin kişisel hayatı olduğundan ben babamın Muzruplu’da devam ettirmekte olduğu hayat ile ilgili notlardan ilginç bulduğum bir anektodu aktarmak isterim.
“Yaz aylarında aylak durmak yok. Herkese yaşına göre bir iş bulunuyordu. Yine harman mevsimi idi. Ben düvenin üstünde harman sürücüsüyüm. Kardeşim İsmet’e de kurbanlık, kavurmalık için koyun gütme işi verildi. 6-7 civarında koyun ve kuzularını güderken Çengelli köyü ayazmasında koyunları suladıktan sonra kendisi de susuzluğunu gidermek için eğilerek ayazmanın serin sularından içmiş. Bu esnada bir yavru sülük de –zaten kıl gibidirler- gırtlağına yapışmış. Eve geldiğinde boğazım ağırıyor deyince durum anlaşılmış ve Ebazel amcam arabasını koşarak 40-50 kilometre uzaklıktaki Tekirdağ’a kardeşim İsmeti doktora göstermiş. Doktor Sülüğü 10 liraya çıkarırım demiş –0 zaman işçi yevmiyesi bir lira bile değil- Amcam 5 liram var başka param yok deyince doktor olmaz demiş. Amcam da buna çok öfkelenmiş. Arabasını, atlarını bıraktığı kömür pazarındaki Hancı Süleyman Efendiye han borcunu ödeyip çıkmak üzereyken Hancı, amcamın durumunu görünce “Hayrola niye öfkelisin?” demiş o da durumu aynen anlatmış. “Aman da üzüldüğün şeye bak her şeyin bir kolayı vardır merak etme sen. Herşeyin olduğunda da olmadığında da bir hayır vardır” demiş ve amcama “sen git şu bakkaldan 10 kuruşluk limon tozu al da gel bakalım” demiş. Daha sonra Süleyman efendi Kardeşim İsmet’in ağzına leblebi kadar bir limon tozu vermiş ve şeker gibi yalamasını istemiş. Amcama da “bak sana 10 lira kazandırdım” demiş, han parasını da geri vererek onları uğurlamış. Köyümüze gelip eve döndüklerinde kardeşim gece yarısı burnum kaşınıyor diyerek uyanmış. Amcam burnuna baktığında sülüğün ucunu görmüş ve bir çengelli iğne ile kan emerek iyice büyümüş olan sülüğü çıkarıverince ev halkı büyük bir sevinç çığlığı atmışlar.”
Babam eğitiminin köydeki üç yılık eğitmenli bir okulla sınırlı kalmasını, ağabeyinin anası ve babası ile bir başka köyde okula gidiyorken kendisinin amcalarının yanında bir çoban olarak bırakılmasını bir türlü hazmedememişti. İçindeki haksızlığa ve ayrımcılığa uğramışlık duygularının ilk filizlendiği yıllardı belki de o yıllar. Belki o yıllarda bunun o kadar farkında değildi, belki de kendisinin daha başına buyruk bir hayatı olması o sıralar hoşuna da gitmiş olabilirdi. Bir aile nasıl bir çocuğu için gösterdiği gayreti diğerinden esirger? Bu sorulara cevap verebilecek ama şu an hayatta olmayan insanların da bu durumla ilgili makul gerekçeleri vardır muhakkak. İsmet’te okuyacak zihinsel kapasite yoktu mu derler, bir tanesi yanımızda kalsın o da çift çubuk işleri ile ilgilensin mi diye düşünmüşlerdir, bunu hiçbir zaman bilemeyecektik. Babam ve ailemizin Muzruplu köyündeki toplam ikameti yaklaşık 22 yıl sürdü. Bu dönem içinde 1946 yılında küçük amcam Nusret Mola doğmuş.
Bu arada 1936 yıllarında yine bir başka aile aynı göç çilesini çekerek Türkiye’ye ulaşıyor… Annemin (Fevziye Geçgel/Mola) ailesini de Çanakkalenin Eceabat İlçesinin Seddülbahir köyüne iskan ediyorlar. Fakat onlar oradan Hayrabolu’nun Kandamış köyüne geliyorlar. Dedem bir müddet bu köyde imamlık ve santral memurluğu yaptıktan sonra orada ve memleketten getirdiği birikimlerle Silivrinin Beyciler köyünde bir çiftlik satın alıyorlar. Annem bu köyde İlkokulu bitiriyor.
Beş yıl bu çiftlikte çalışıp tam rahata erecekleri bir sırada birisi “Burasının sahibi benim işte tapusu” diye çıkıp geliyor. Oradan da bu defa sıfırı tüketmiş olarak Hayrabolunun Karayahşi köyüne yerleşiyorlar. Burada yerleşik durumda iken de evlenme yaşına gelen anam Fevziye Geçgel ile babam İsmet Mola tahminen 1949 yılında evleniyorlar, 1950 yılının 14 Mayısında da ben dünyaya geliyorum.
Babam 20 yaşında ve ben altı aylık iken İstanbul/Hadımköy’e askere gidiyor (33. Tümen 86. Piyade alayı) Köyümüze yakın Seyitler istasyonundan Hadımköy’e kadar olan tren yolculuğu kendine ve kendileri ile beraber askere giden arkadaşlarına o kadar uzak geliyor ki kendi aralarında “Bu kadar uzak yolculuktan sonra biz dünyada geri dönemeyiz” diyorlar. Askerliğinin 4. ayında babam hastalanıyor. 2 ay hastanede yatıyor (sarılık olduğu söylenmiş) 2 aylık hava değişimi (Tebdil hava) nin akabinde Kırklareli İğneada, Limanköyde askerliğini sürdürüyor ve buradan da tezkere alıp köyüne dönüyor. Hayatına kaldığı yerden dedemin denetimi ve gözetimi altında bilindik işine devam etmeye başlıyorlar.
Muzruplu’dan ayrıldığımız 1956 senesine kadar sevinçli günlerimiz de oldu acı dolu günlerimiz de. Öncelikle benden 2-3 yaş küçük bir kardeşim Naci’nin ve benden beş yaş küçük kardeşim Naciye’nin doğumu bizi sevindiren olaylardı. Kardeşim Naci’nin 3,5 yaşında iken köyün içinden geçen dereye düşüp boğulması ise bizi çok üzen bir olay olarak zihinlerimizde yer aldı.