YAŞLANDIK MI NE?

71 yaşında birisi olarak yazımın başlığındaki soruyu kendi kendime sorduğumda “Ne yaşlanması, insan hissettiği yaştadır” klişesine bel bağlayarak bir teselli koridoruna girmek isterdim. Ama “Ne sandın ki? Her şey eskisi gibi olacak değil ya” türünden cevap herhalde daha gerçekçi olur diye düşünüyorum.

İnsanın gelişim dünyasının son evresi olarak düşünebiliriz yaşlılığı. Bundan önceki evrelerde insanlar mutluluğu bir sonraki evrede aramak gibi bir yol izleyebilir. Çocukken gençliği, gençken yetişkinliği, yetişkin olup iş hayatına atıldıktan sonra da emekliliği hayal eder durur. Emeklilik ile yaşlılık da çoğu zaman aynı anlamda kullanılır. Ama o noktaya gelindiğinde umut bağlanacak bir sonrası dönem yoktur artık. Sadece bu dönemin içinde kalarak ve bu dönemi tanıyarak kaliteli bir yaşamı sürdürmek gibi bir zaruretle karşı karşıya kalır. O zaman da bu evre ile ilgili ne kadar az şey bildiğini fark eder.

Gerek öğrencilik yıllarımızda ve gerekse mesleki yaşantımızda görevimiz gereği çocuk psikolojisi, ergen psikolojisi, yetişkin psikolojisi gibi alanlarda birçok yayın okuduk. Herhalde yaşlılık yetişkinliğin bir parçası olarak kabul edilmiş olacak ki bu konuya ilişkin literatüre fazla rastlamadım. Veya vardı da bu yaşam evresinin bizim uzağımızda olduğu düşüncesi ile okuma fırsatı bulamadık. Ama hayatın akışı içerisinde bazen etrafı gözleyerek, bazen ulaşabildiğim yayınları okuyarak, bazen de bizzat yaşayarak bu evreyi tanımaya çalışıyorum.

Devamı için tıklayın “YAŞLANDIK MI NE?”

BİRAZ DA KILIÇDAROĞLU’NA

Bizdeki siyaset anlayışı akılcı ve eleştirel olmaktan daha ziyade biat esasına dayanıyor. Bu iktidar için olduğu kadar zaman zaman muhalefet için de geçerli. Yani kendi mahallemizin lideri ne yapıyorsa ne söylüyorsa tartışmasız doğru, karşı mahallenin konuştukları ve yaptıkları ise ihanet derecesinde yanlış kabul ediliyor. Durum böyle olunca da bu yapılanmaların içinde yer alan insanlar yanlışları da sahiplenmek ve savunmak zorunda kalıyor. Ben mümkün olabildiğince kendimi bu dar koridorun dışında tutmak istiyorum. Doğru olanı kimden gelirse gelsin kabullenmek, yanlış olanı da kimden gelirse gelsin eleştirmek şeklinde somutlaşıyor bu yaklaşımım.

Yıllardır ülkenin sağlık sistemini eleştirir dururuz. Bütün bunlar bugün için de geçerli. Topluma faturası hayli kabarık olan hasta garantili şehir hastaneleri, yoğun hasta talebine cevap veremeyen sağlık kurumları, emeğinin karşılığını alamayan sağlık çalışanları şeklinde çoğaltabiliriz bu konu başlıklarını. Bütün bu olumsuz gidişat içinde benim olumlu bulduğum birkaç uygulamadan da söz etmek isterim. Yıllarca Esnaf hastanesi, Öğretmen Hastanesi, PTT Hastanesi, Devlet Hastanesi, SSK Hastanesi gibi farklı kurallara ve kurumlara bağlı sağlık kurumlarının çeşitlendirilmesine bir türlü anlam veremiyordum. İşçinin, öğretmenin, esnafın farklı bir anatomisi yok ki farklı kurumlardan hizmet alsın. Sadece insan olması en kaliteli sağlık hizmeti alması için yeterlidir zaten. Bu farklılıkların ortadan kaldırılmasını olumlu bir adım olarak gördüm. Bir de buna teknolojinin getirdiği randevu sistemi eklenince sağlık kurumları daha ulaşılır hale geldi. Bu zincirin belki en önemli halkası doktorların hastane ve muayenehane arasında seçim yapma mecburiyetinde bırakması idi. Bu uygulama yıllardır devam ettiği için birçoğumuz tarafından da kanıksanmıştı. Ben şahsen yasal da olsa etik bulmuyordum bu durumu. Yani bir öğretmenin mesaiden sonra bir ofis açıp kendi öğrencilerine ders vermesi, yargıçların savcıların, iş çıkışı açtıkları hukuk bürolarında belki davasını gördükleri kişilere hukuki hizmet vermesi, görevi sona eren emniyet mensuplarının dışarıda, alışveriş merkezlerinde güvenlik personeli olarak çalışması gibi çarpık bir durum geliyordu bana. Atılmış olan bu doğru adımlar sistemin tamamını düzeltmeye yetmedi. Bu gibi doğru adımlar iktidarın hep çıraklık devresi ve sonrasına rastlar. Daha sonraki kalfalık ve ustalık dönemlerini görünce “Keşke hep çırak kalsalardı” demeden edemiyor insan.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KILIÇDAROĞLU’NA”

KÜRT SORUNU

Kendimi bildim bileli tartışılan konular arasındadır Kürt sorunu. Var diyenler de var yok diyenler de. “Meseleleri mesele etmezseniz mesele kalmaz” diyen Demirel’in penceresinden bakarsanız ne Kürt sorunu ne yurt sorunu ne işsizlik ne de pahalılık sorunu vardır. Bu soruyu ya da sorunu gerçek sahibine sormak gerekir, o var diyorsa vardır. Yok diyorsa yoktur. Gerçekten olmadığı halde var gibi algılıyorsa aslında bu da en azından psikolojik bir sorundur.

Bu ve benzeri konularda düşüncelerini yazıya döken kadim dostum Emin Toprak’tır. Bu yazı ile onun da bu konudaki yazısını okumanızı öneririm. Kendisinin bilgisini, birikimini, yazılarına aktarması son derece değerlidir. Asıl da kıymetli olan yönü eleştirilere de son derece açık olmasıdır. Bizim Whatsapp grubunda yazısının duyurusunu yaptıktan sonra hem ona katkı hem de farklı bir bakış açısı olması açısından bu satırları kaleme aldım.

Devamı için tıklayın “KÜRT SORUNU”

SİSTEM SORUNU

Uzun zamandır güncel konuların uzağında kaldım. Hep aynı kişilerden aynı şeyleri duymak insanı doğrusunu söylemek gerekirse çok bayıyor. Baktım bu tartışmalar bitecek gibi değil arada ben de bir topa gireyim dedim. Epey zamandan beri güçlendirilmiş parlamenter sistem başkanlık/cumhurbaşkanlığı sistemine karşı şeklinde oluşmuş mevziler. Her bir blok kendi sisteminin mükemmelliğini, bulunmazlığını ve diğer bloğun sistemin de bütün musibetlerin sebebi olarak tarif ediyor. Ben oldum olası sistemlere bu derece anlam yüklenmesine kuşku ile bakarım. Sistem deyince de aklıma hep -belki yıllar önce bloğumda bir yazıda da bahsettiğim- bir fıkra aklıma gelir nedense.

Soğuk savaşın son şiddet devam ettiği, iki kutuplu dünyanın birbiri ile amansız bir rekabet içinde olduğu yıllarda Amerikalı biri Sovyetler Birliği’ndeki bir arkadaşını ziyarete gider. Misafir kendisi için bir ayakkabı almak istediğini, bunun için de bir ayakkabı mağazasına gitmek istediğini söyler. Ev sahibi durumundaki arkadaşı ona “Şimdi seni Moskova’nın en büyük ayakkabı mağazasına götüreceğim. Sadece bu şehrin değil belki dünyanın en büyük mağazası” der. Gerçekten ayakkabı görselleri ile ışıl ışıl aydınlatılmış devasa bir binaya girerler. Aynı muhteşem görsellik içerde de mevcuttur. Çeşitli yönlendirme levhaları ile Erkek ayakkabıları bölümü, makosen bağcıklı ayakkabılar bölümü, kahverengi siyah ayakkabı bölümü, 41-43 numaralı ayakkabılar bölümü levhalarını okuyarak ilerlerken tam kendisine uygun ayakkabıyı bulacağını zannettikleri bölüme girecekleri anda birden kendilerini ana caddede buluverirler. Misafir şaşkın bir şekilde arkadaşına “Eee hani ayakkabılar?” der. Arkadaşı gayet sakin: “Ayakkabıyı boş ver sen, sistem nasıl ama?” diye cevap verir. O yüzden ben sistemin önemli olduğunu ama sistemin irili ufaklı birçok dişlisinin ve onları hareket ettiren iradenin de en az o kadar önemli olduğu kanaatindeyim.

Devamı için tıklayın “SİSTEM SORUNU”