O NE YAZDI ÖYLE / 2

Torunlarımla vakit geçirirken bazan içimde yaşadığım duygular ile ilgili sorgular buluyorum kendimi. Geçmişe dönüp değerlendirme yaptığımda torunları ile olan ilişkiyi çocuklarımızla olan ilişki ile kıyasladığımızda torunları özel yapan ne olabilirdi? Çocuklarımızla geçirdiğimiz vakitlerin ne kadarı onlara adanmış vakitlerdi? Onları beslemek, büyütmek, giydirmek, uyutmak, banyo yaptırmak, okul ihtiyaçlarını gidermek gibi işler hayatımızın ve enerjimizin büyük bir bölümünü almış olsa da bunlar çocuğa ayrılmış bir zaman olarak kabul edilebilir mi? İşte torunlarla olan ilişkilerde işin o kısımları başkalarına ait olduğu için geçirilen zaman daha sade ve sahiciydi.

Bir önceki yazıda adı çok geçen Suzi ve kedi kızımı da tanımanızı isterim. Geçtiğimiz yıl küçük oğlum da Hong Kong’a gidince birkaç yıldan beri kendilerinin besledikleri kediyi bize verdiler. Dişi olduğu için “Kızım” adını verdikleri kedi o günden bu yana bizim ailemizin bir parçası olmuştur. Önceleri biraz mesafeli başlayan ilişkimiz sonraları iyice yoluna girdi. Artık biz onsuz o bizsiz olamıyor. Bu arada kedilerle ilgili yeni yeni şeyler öğreniyorduk. Bazen televizyon seyrederken kucağımıza gelip kıvrılıyor, okşanmasına izin veriyor. Bir ara aklına bir şey gelip fırlayıp gidiyor. Biz kucağımıza alıp sevmek istediğimizde kesinlikle kaçıyor ve bizlere adeta “Beni ancak ben izin verdiğim zaman sevebilirsiniz” mesajı veriyordu. Saklanma konusunda da çok becerikliydi kızımız. Küçücük evde bazen saatlerce arayıp bulamadığımız oluyordu. İşte Torunumuz Ada da kedimiz ile geçirdiğimiz maceralara dinlemeye bayılıyordu.

Devamı için tıklayın “O NE YAZDI ÖYLE / 2”

O NE YAZDI ÖYLE / 1

2022 yılına girdiğimizde iki yıldan fazla tüm dünyayı etkisi altına almış olan Covid-19 belası insanlığın korkulu rüyası olmaya devam ediyordu. Dünyada altı milyondan fazla, ülkemizde de yüz bine yakın can kaybı yaşandı. Hastalık ise adeta bütün insanlarla alay edercesine Alfa, beta, gama, delta, omikron gibi varyantlarla varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Bu süre boyunca birçok alışkanlıklar değişmiş, birçok şeylerden vazgeçilmiş veya ertelenmişti. Bütün bunlara rağmen toplum yavaş yavaş eski rehavetine dönmeye başladı. Birçok insan aşılarını yaptırmış olmasına güvenerek ipin ucunu iyice salmaya başladı. Fakat biz hala az sayıda da olsa endişeli grupta yer alıyorduk. Maske, mesafe ve hijyen adeta bize yapışıp kalmıştı. Ne uzaklarda olan sevgili çocuklarımıza gitme planı yapabiliyorduk ne de onların gelme ümidini vardı. 2 yıldan fazla görmediğimiz torunumuz ile sadece görüntülü görüşme şansımızdı tek tesellimiz.

Tam bu belirsizlik ve bunalmışlık dönemi içinde Hong Kong’daki büyük oğlumuz Dinçer’den Türkiye’ye bir süreliğine geleceklerini, şirketlerinin Covid tedbirleri kapsamında evlerinden çalışmaya izin verdiklerini, Antalya’da hem kalmak hem ofis gibi kullanmak için ev kiraladıklarını bildiren haberini alınca günlerdir, aylardır yapamadığımız plan kendiliğinden oluvermişti. Şubat ayı itibarı ile (2+3) 5. aşımızı da yaptırmış olarak yolculuğa hazırdık. Martın ilk günlerinde Antalya’daki evimize ulaştık. Oğlumuzun kiraladığı ev de bize 500 m. kadar yakınlıkta idi. Ancak onlar henüz gelmemişti. Bir süre sonra onlar da geldi gelmesine ama vuslat hemen gerçekleşmedi tabii ki. Bizim hassasiyetimizden aşağı olmayan çocuklarımızın hassasiyeti ile birkaç gün daha bekleyip herhangi bir hastalık belirtisi olmaması durumunda fiziksel olarak da kavuşmayı planladık.

Devamı için tıklayın “O NE YAZDI ÖYLE / 1”

TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK

2020 yılının son ayının son günlerini yaşadığımız şu günlerde kimilerinin Korona, kimilerinin Covid-19 dediği kâbus tüm dünyayı ve tüm insanlığı olanca acımasızlığı ile esir almış durumda. Yetmiş milyonun üstünde vaka yaşanan dünyada bu hastalıktan hayatını kaybedenlerin sayısı 1.700.000’i aştı. Bununla ilgili olarak aylar önce yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi ABD vaka ve can kaybı konusunda ön sıralarda yer alıyor. Ülkemize gelince her ne kadar rakamlar tartışmalı olsa da durumumuz iç açıcı sayılmaz. İki milyona yakın vaka ve 17.121 can kaybını da gün itibarı ile yaşamış bulunmaktayız.

Geçen zaman içinde umut verici durumlar da yaşanmadı değil. Bu virüse karşı geliştirilen aşı çalışmalarında da neredeyse son noktaya gelindi sayılır. Bu aşıların bilimsel ya da teknik adı var elbette ama biz onları toplumda konuşulduğu gibi Alman, Amerikan, İngiliz, Çin aşısı olarak biliyoruz ve tarif ediyoruz. Pandeminin başlarında biz çeşitli ülkelere ne kadar çok sağlık yardımı yapmakla övünürken gördük ki birçok ülke kendi nüfuslarının birkaç katı aşı siparişi vermiş bile. Biz, terzi kendi söküğünü dikemez dedikleri gibi, sadece nüfusumuzun üçte birine yetecek kadar siparişi ancak verebilmişiz. Onun da ne zaman ve kadarının geleceği henüz belli değil. Önce sağlık çalışanlarından ve 65 yaş üstünden başlamak üzere bu yılın son günlerinde ya da 2021’in ilk günlerinde başlanacak aşılama faaliyetleri. Ancak tam bağışıklığın sağlanması için toplumun yüzde yetmişinden fazlasının aşılanması ve koruyucu tedbirlerin de devam etmesinin şart olduğu belirtiliyor bu konunun uzmanları tarafından. Bir de aşı karşıtlığını benimseyen azımsanmayacak bir kitle var. Bakalım insanlığı nasıl bir akıbet bekliyor.

Devamı için tıklayın “TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK”

DEDE – TORUN

Dün takvimler 26 Temmuz 2020 tarihini gösteriyordu. Ve sevgili torunumuz Ada’nın ikinci yaş gününü kutladık. Evet o şimdi 2 yaşında dedesi olarak ben de 70 yaşındayım. Hesapladım da babam 50 yaşında dede olmuş, dedem ise 42 yaşında. Demek uzayan insan ömrüne paralel olarak bu vasıflar da ileri yaşlara doğru kayıyor. Rahmetli babam 85 yaşında aramızdan ayrıldı. Çok fazla konuşkan biri olmamasına rağmen ömrünün son günlerinde “Çok şey gördük çooook, biz bu günleri de görecek miydik?” cümlelerini sıkça kullanırdı. Kastettiği uzun yıllar damı akan, bacası tüten toprak evler ile, kasabadaki kombili, doğalgazlı evin konforu arasındaki çağ farkı idi. Bu herkes için basit ve doğal bir şey olsa bile onun hayallerinin ötesinde bir durumdu. Bu ortamın sağlanmasında bizlerin katkısını da üçüncü kişilere sıklıkla söylediği ”Allah insana mal mülk vermesin hayırlı evlat versin” cümleleri ile ifade ediyordu.

Bende 70 yaşında biri olarak yavaş yavaş “Çok şey gördük çooook” moduna girmeye başladım galiba. Gördüklerim ve yaşadıklarımı çeşitli olay, durum ve objeler vasıtasıyla çevreme özellikle de torunlarıma yazılarımda anlatmayı deneyeceğim. Olur mu, ne kadar olur, onu zaman gösterecek. Bu yaş günü sebebiyle de dede torun ilişkilerinin bizim yaşamımıza dokunan bölümlerini irdeleyeceğim. Ben bunu üç evre olarak gözlemledim.

Devamı için tıklayın “DEDE – TORUN”

“ADA” BİR YAŞINDA

Bundan yaklaşık bir yıl kadar önce, yani takvimlerin 2018 yılının Temmuz ayının 26’sını gösterdiği günde bize tarifsiz mutluluk yaşatan torunumuz, yani sevgili ADA’mız dünyaya gelmişti. Biz de bu mutluluğa Hong Kong’da tanıklık etmiştik. Aradan geçen zaman içinde kendisini kısa bir süreliğine görmek mümkün olsa bile onun büyümesini daha çok görüntülü görüşmelerle izleyebildik. Her geçen gün gülüşünü, öpücükler göndermesini, sevincini belirtmek için el çırpmasını izledikçe hem mest oluyor, bir taraftan da kendisini bizzat sevmek için İstanbul’a gelecekleri günü iple çekiyorduk.

Nihayet 20 Temmuz 2019 sabahı vuslat gerçekleşti. Beraberlerinde ADA’mızın bakıcısı Angie ile beraber, oğlumuz Dinçer’in baldız ve kayınvalidelerinin Okmeydanı’ndaki  evlerinde konuşlandılar. Çocuklarımızı da çok özlemiştik ama doğrusu torun sevgisi ve özlemi bir başka oluyor. Bunu ancak yaşamak lazım derim. Sevgili Ada’mızın sevimliliğini, şirinliğini anlatacak kelime bulmakta zorlanıyorum. Baba, anne gibi ilk kelimeleri söylemesi, elleri ile çeşitli hareketler yapması, istemediği ve istediği şeyleri çığlıkla  ağlama arası çıkardığı sesle ifade etmesi dikkatimizden hiç kaçmadı. Her bir davranışını ve gelişim işaretini merak, sevgi ve hayranlıkla izledik.

İlk doğum gününü de Selim Bey ve Meziyet Hanımın (ADA’nın annesi Sevgili Mügenin anne ve babası) Okmeydanı’ndaki evlerinde kutladık. Bu mahalledeki apartmanlaşmaya direnen belki de tek bahçeli müstakil ev diyebileceğimiz yapı gerçekten doğum günü için çok uygun bir ortam oluşturmuştu. Bu mutlu günün en fazla yorulanı da ADA’mızın teyzesi Tuğçe idi sanırım. Balonundan süslemesine, pastasından meşrubatına yaptıkları bu gayretler için Tuğçe, eşi Berkan bey, nazik ev sahipliği yaptıkları için de Selim Bey ve Meziyet Hanım çok büyük bir teşekkürü hak ediyor diye düşünüyorum.

Bütün bu cümbüş içinde Sevgili ADA biraz şaşkın, biraz meraklı bakışlarla ve ilgi odağı olmuş olmanın da farkında olarak etrafa gülücükler saçıyordu. Gösterdiği bütün hünerleri ile sevimliliğine sevimlilik katarken her birimizin dilinden maşallah sözcüğü eksik olmuyordu. Sevgili ADA adeta her birimizin yaşam enerjisi haline olmayı bu gün de başarmıştı.

İyi ki varsın, iyi ki doğmuşsun güzel ADA. Allah nice yaş günlerini sevdiklerinle ve seni sevenlerle sağlık ve mutluluk içinde kutlamayı nasip etsin. Seni çok seviyoruz ve çok çok öpüyoruz.

HONG KONG GÜNLERİ 2 / “ADA”LI GÜNLER

Hong Kong’a ilk gelişimiz 2017 Şubat ayındaydı. Şangay’da oturmakta olan büyük oğlumuz Dinçer ile küçük oğlumuz Gençer’in organizasyonu ile gerçekleşen bu seyahatin ilk ayağı olan Hong Kong ve daha sonraki Şangay ayağı ile ilgili izlenimlerimi bloğumun ilgili bölümlerinde yazmıştım. (bakınız…..) Bu seyahatten birkaç ay sonra Dinçer’in eşi Müge kızımızın işi dolayısı ile Şangay’dan Hong Kong’a yerleşmeleri gerçekleşti. Bu defa bizleri Hong Kong’taki evlerinde ağırlamak için davet etmeye başladılar. Biz de artık uzun yolculukların yorucu olmaya başladığını, Hong Kong’u da gördüğümüzü söylediğimizde “büyük konuşmayın gelirsiniz” gibilerden bir şeyler söylüyorlardı. Daha sonra ağızlarından baklayı çıkardılar ve kendilerinin ana baba, bizlerin de dede ve babaanne olma müjdesini verdiler. Tabi böyle olunca akan sular durdu ve biz de büyük bir memnuniyetle gidebileceğimizi söyledik. 19 Temmuz’a alınmış olan biletlerimizin gününün gelmesini sabırsızlıkla beklemeye başladık. Beklenen gün gelince beraberimizde Müge kızımızın kardeşi ve teyze adayı Tuğçe ile beraber Hong Kong’a ulaştık. Havaalanında bizi karşılayan oğlumuz ile beraber evlerine doğru yola çıktık.

26 Temmuz’da doğumun yapılacağı hastaneye gittik. Bir tepenin üzerinde bulunan hastaneye sabah 7’de ulaştık. Belli hazırlıklardan sonra kızımız saat 8.45 gibi doğumhaneye yürüyerek alındı (burada adet böyleymiş). Biz de sabırsızlıkla beklemeye başladık. Saat 9.30 sularında büyük mucize gerçekleşti. Önce pembe kundak içinde Molaların en genci Ada kızımız (daha önce kararlaştırıldığı gibi adını Ada koyacaktık. Büyük büyük dedesinden öğrendiğim kulaklarına ezan ve kamet okunması biçimindeki usul ile bunu da ben gerçekleştirdim.) getirildi ve bir cam bölmenin arkasında diğer doğmuş bebeklerin arasında 15/A (oda numarası) numara ile yerini aldı. Biraz sonra da anne odasına getirildi. O ne muhteşem bir şeydi. Duyguların tarifsiz, sözcüklerin yetersiz olduğu bir andı. Kaşından, gözünden, burnundan, saçından insanın bütün özelliklerini taşıyan bu yavruyu seyretmeye doyamıyor insan. Bebek ve annesi 4-5 gün kadar hastanede (Burada sezaryenle doğumlarda bu kadar yatırıyorlarmış) kaldıktan sonra evlerine geldiler. Ev gerçekten renklenmiş ve şenlenmişti. Annesi, babası, teyzesi, babaannesi adeta etrafında fır dönüyordu. Doğrusu ben bu koşturmaya onlar kadar etkin bir şekilde katılamıyor, gerektikçe getir götür işlerini yapıyordum.

Güzel Ada’mızın ilerleyen günlerde büyümesini adım adım izliyorduk. 40. gününde dışarı çıkararak dış dünya ile tanıştırdık. Biraz gezintiden sonra Starbucks’ta bizim kahve içmemize nezaret etti. Evde artık herkese kendi lisanını belletmeye başlamıştı. “Eeehhh, eeehhhh”lerle başlayıp “ığııngaaa, ığııngaaa”larla süren giderek yoğunluğunu ve bestesini arttıran sesi ile yerine göre karnımı doyurun, altımı temizleyin, gazımı çıkartın, kucakta olmak istiyorum mesajlarını vermeye başlamıştı. Bu arada çocuk gelişimi ile ilgili bilinen birçok kırmızı çizgiyi de aşacağının işaretini veriyordu.

Bugüne kadar bizim için sıradan üç harfli coğrafi bir terim olarak hiç ilgimizi çekmeyen “ADA” sözcüğü tarifsiz anlamlar ve içerik kazanmaya başlamıştı. Bu sözcüğü okuduğumuzda veya duyduğumuzda onun minik ağzı, burnu, sürekli hareket halindeki yumuk yumuk elleri geliveriyor gözümüzün önüne. Daha önce sıradan bir şarkı olarak dinlediğimiz “Ada bu yıl sensiz içime hiç sinmedi”, “Adalardan bir yar gelir bizlere”, “Ada sahillerinde bekliyorum”, “Şen adalar mavi boğaz” gibi şarkılar daha anlamlı ve daha etkileyici olmaya başlamıştı. Çevrede gördüğümüz her olay, durum ve kişi ile Adayı muhakkak bağlantılandırır olmuştuk. Yani günümüzde birazda politik arenada kullanılan tabirle bize her şey onu hatırlatıyor olmuştu.

Bu arada iki aya yakın olan beraberliğimizin ayrılık günleri de yaklaşmaya başladı. Bütün ayrılıklar bende tuhaf ve tarifsiz bir duygu karmaşası yaratır. Yurt dışındaki çocuklarımı ziyaret sonrası dönüşte de benzer duyguları hep yaşardım. Ama sonra da bizden uzak da olsa onların ne yaptıklarını ne durumda ve nasıl bir yaşam sürdürdüğü konusunda olumlu tespitleri hatırlar ve kendimi rahatlatırdım. Bu durumda aynı yöntemi kullanmakla beraber daha fazla merak, daha fazla özlem ilaveli duygu kokteyli içinde buldum kendimi. Acaba şimdi ne yapıyor, ne kadar büyüdü, insanları tanımaya başladı mı, söylediği ilk sözcük ne oldu, bir daha onu ne zaman görebiliriz, bizi tekrar gördüğünde tepkisi ne olur gibi onlarca soruyu beraberimizde götürecektik. Ama ne olursa olsun Ada bizim dünyamızda anlamlı ve sevgi dolu yerini almaya devam edecek. İyi ki varsın, iyi ki doğdun dünyamıza…