KIBRIS GÜNLERİ / GİRNE CİVARI

Turumuzun ikinci gününü de Girne İlçesine ve güzelliklerini görmeye ayırdık. İlk durağımız yerleştiği konum itibarı ile çok güzel bir manzaraya sahip olan Bella Pais denilen yerdi. Yeni adı Beylerbeyi olduğunu öğrendiğimiz coğrafya parçası gerçekten nefis bir yerdi. İnsanlarda bazı yerleri tarif etmek için benzetmeleri çok kullanırlar. Burasını  da biraz Bozcaada’ya benzettik . Doğudan batıya sahile paralel uzanmış beşparmak dağlarının eteklerine yerleşmiş olan bu köye hayatından  umut kesilen hastaların gönderildiği, fakat burasının havası ile mucizevi olarak hayata döndüğü söylentisi de var. Köyde yapılışının 1200 lü yıllara dayandığı kilise ve manastırı da görülmeye değer güzellikleri arasında sayabiliriz.

Bella Paisten sonraki durağımız adını burada yaşamış bir azizden alan St Hilarion kalesi oldu. Bu kalenin 7. ve 10. yüzyıllar arasındaki arap akınlarına karşı adayı korumak ve düşmanı gözetleme amaçlı inşa edildiği sanılmaktadır.  732 metre kadar yükseklikteki sarp kayalıklara kurulmuş ve müthiş bir manzaraya sahip olan ve içinde çağlar boyu büyük trajedilerin yaşandığı bu kalenin belli bir noktasına kadar araçla ve daha sonra da yürüyerek ulaşılmaktadır. Birkaç bölümden oluşan kale bütünlüğü içinde sarnıç,ahır, mutfak, fırın, kilise, gibi birimler gezilebilir. İngiliz hakimiyeti sırasında Walt Disney’in buraya geldiği  “Pamuk prenses  ve yedi cüceler” çizgi filmindeki kalelerin çiziminde buradan esinlendiği de söylenmektedir. Kale gezisinin yorgunluğumuzu gidermek için verilen öğle molasından yararlanarak  Kıbrısın geleneksel yemeği olan şeftali kebabını tatma fırsatı bulduk.

Turumuzun öğleden sonraki bölümünün ilk durağı çıkarma plajı ve şehitlik oldu. 1974 barış harekatı sırasında şehit düşen alay komutanı İbrahim Karaoğlanoğlu’nun adını taşıyan şehitlikte çıkarma sırasında şehit olan 71 subay,astsubay ve erin kabri bulunmaktadır. Ayrıca buradaki şehitlerin listelendiği levhalardan öteden beri kıbrıs mücadelesinde 2000 kadar kıbrıslı türk mücahit ve son barış harekatında 500 e yakın türk askerinin şehit olduğu bilgisini ediniyoruz. Şehitliğin yanındaki açık hava müzesini de gezdikten sonra şehitlerimizi dualarımızla baş başa bırakarak ayrılıyoruz.

Günlük gezimizin son durağı şu anda askeri bölge içinde olan  mavi köşk oluyor. 1957 yılında İtalyan asıllı rum Paulo Pavlidis tarafından yaptırılan köşkün kendine özgü iç ve diş mimarisi hemen göze çarpıyor. Çok özel bir konuma sahip olarak yüksek bir tepede ağaçların içine konumlanmış olan köşkün önemli özelliği dışarıdan hiç görünmemesi ancak köşkten her tarafın gözlenebiliyor olması olarak açıklanıyor. Köşkün sahibi Paula Pavlidis aynı zamanda Kıbrısın eski Cumhurbaşkanı Makarios’un da avukatı olarak biliniyor.

Diğer yandan silah kaçakçılığı başta olmak üzere birçok karanlık iş ve ilişkilerden çok büyük servetler edindiği bize verilen bilgiler arasında. Mavi köşkü ve esrarlı dünyasını geride bırakarak turumuzu tamamlıyoruz.

KIBRIS GÜNLERİ / LEFKOŞE VE GAZİMAĞUSA TURU

Kıbrıs’a sınırlı bir zaman için geldiyseniz bölgeyi en iyi tanımanın yolu düzenlenen turlara iştirak etmektir. Nitekim biz de öyle yaptık ve memnun kaldık. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti idari ve coğrafi olarak Lefkoşe, Gazimağusa, Girne, İskele ve Güzelyurt olmak üzere beş ilçeden oluşuyor. Ada bütünlüğünde güneyde 800.000 kadar rum, kuzeyde 300.000 kadar türk yaşıyor. Ada topraklarının %37 kadarı türk bölgesini kalanı da rum bölgesini oluşturuyor. K.K.T.C nin 50 sandalyeden oluşan bir de parlementosı var. Bu kısa açıklamadan sonra ada içindeki turumuza devam edelim dilerseniz.

Turun İlk gününde ilk durağımız Lefkoşe’deki Barbarlık müzesi idi. Kıbrıs Türk kuvvetleri alayında görevli Binbaşı Dr. Nihat İlhan’ın kendisin görevde olduğu 24 Aralık 1963 gecesi evine makineli tüfeklerle baskın yapan Rumlar evin banyosuna sığınan  doktorun eşini ve üç çocuğunu acımasızca katletmişlerdi. O gece evde misafir olan komşu ve akrabalardan da ölen ve yaralananların olduğu bu ev yaşanan vahşet günlerine tanıklık etmesi için 1966 tarihinden itibaren müze olarak ziyarete açılmış bulunmaktadır. Bizim çocukluk hafızalarımızda yer eden bu olayın bir daha yaşanmamasına ilişkin dilek ve duaları geride bırakarak müzeden ayrıldık.

Türk ve Rum bölgesini ayıran ve genişliği yerine göre 5-6 metre ile 800 metre arasında değişen yeşil hat yada tarafsız bölgenin kıyısından tur aracı ile ilerleyerek ve yasal statüsü henüz belirlenmediği için ziyaret yasağı olan Maraş bölgesinin yakınından geçerek Gazimağusaya ulaştık. Gazimağusa’yı surların içindeki eski Mağusa ve surların dışındaki konuşlanmış yeni Mağusa olmak üzere iki kısımda  anlatabiliriz. Yeni Mağusanın sonradan oluşmuş klasik bir şehirden farkı olmadığı için tarihi eserleri ile eski Mağusa bizim daha fazla ilgimizi çekti. M.Ö. 3.yüzyıla dayanan şehrin kuruluşundan sonra Araplar, Lüzinyanlar, Cenevizliler, Roma İmparatorlukları, Venedikliler ve nihayetinde 1571 yılında Osmanlıların eline geçtiği bilgisini edindik. Şehirde bütün bu medeniyetlerin izini görmek mümkün. Kale içindeki St.Nikolas Katedrali görülmeye değer yapılar arasında olduğunu hemen eklemeliyim.

Kırk sekiz yıllık ömrünün 18 yılını sürgünlerde geçiren Vatan ve Hürriyet şairimiz Namık Kemalin sürgün günlerinin bir bölümünü geçirdiği zindan da yine bu kale içinde bulunmaktadır. Kaldığı sürgün odası ve zindanın hemen üst kısmında oluşturulan mekan da  Namık kemali ve eserlerini tanıtıcı bir müze olarak ziyaretçilerin hizmetine sunulmuştur. Geçmişe dair bir çok medeniyetlerin izlerini taşıyan bu eserlerin bakımı ve korunması konusunda yeterli özenin gösterildiğini ne yazık ki söylemek çok zor.

Mağusa kalesindekiden sonra tur aracımız bizi St.Barnabas kilisesi ve manastırındaki İkon ve Arkeoloji Müzesine götürdü. Hristiyanlığı yaymak üzere M.S 45 yıllarında  Kıbrıs’a gelen St. Barnabas’ın anısına Kilisesinin inşasının M.S. 477 yılına dayandığı, daha sonra son şeklinin ise 1756 yılında  Başpiskopos Phiotheos tarafından verildiği bilinmektedir. 1976 yılına kadar işlevini sürdüren kilise restore edilerek müze olarak hizmet vermeye başlamıştır.

KIBRIS GÜNLERİ / YOLCULUK VE İLK GECE

Hayatım boyunca alışılmışın ya da rutinin dışına çıkılması beni hep germiştir. Ne iş yaparsa yapsın bir kişinin günlerce,haftalarca tekrar ettiği tekdüze davranışları olur. Sabah kalmak, kahvaltı yapmak, duruma göre okuluna işine gitmek, gerekli yerlere gerekli ödemeleri yapmak, mesai sonrası evine dönmek, televizyon izlemek, vakti saati gelince de yatıp uyumak gibi. Ama uzayıp giden ömür çizgisi içinde bunların dışında düğün, bayram, bilinen ya da o an ortaya çıkan özel günler, güzellikleri ile birlikte bazı belirsizlikleri de içinde barındırdığından tedirginliğin ilk tohumlarını da içinde bulundurur.. Bu günlerin insanların hayatına renk ve anlam kattığını, yaşamın tekdüzeliğini renklendirdiğini kesinlikle kabul etmekteyim. Ben daha çok bu yaşam dilimlerinde yapılması gerekli şeylerin gerekliliğini kabul etmekle birlikte, karara bağlanması, organize edilmesi ve tercihler yapılması durumlarında biraz zorlanmaktayım galiba. Ama hazırlanmış organizasyonlara iştirak etmekte de bir sakınca görmem.

Yaşayacağımız özel bir günün renklendirilmesi ile ilgili kafamda bir şeyleri şekillendirmeye çalışırken çocuklarımızın bizim için hazırladıkları sürpriz organizasyonu öğrenince kafamdaki bu konudaki bütün düşünceleri resetleyerek bu organizasyonun parçası olmaya karar verdik. Çocuklarımız bizim için üç günlük bir Kıbrıs gezisi düzenlemekle kalmamış, yolculuğun başlangıcından itibaren atılacak her adımı gösteren  -ki bu daha çok Dinçer’in stilidir- bir yol haritasını hazırlamayı da ihmal etmemişler. Biz de bu yol haritasına uyarak İstanbul’dan bir saatten biraz fazla bir süre içinde Kıbrıs Ercan hava alanına ulaştık. Hava alanı çıkışında elinde  bir A4 kağıdında ismimizin bulunduğu otel görevlisi ile buluşmamız da zor olmadı. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Girne’de kalacağımız otele varmış olduk.

Otelin resepsiyonundaki görevlinin bizimle ingilizce iletişime geçmek istemesi, lobide bulunan diğer otel müşterilerinin tamamının yine yabancı olması biz de biraz şaşkınlık yarattı ama neyse ki bizim türk olduğumuzu anlayan görevli bize 2215 nolu odasının rezerve edildiğini ve odamıza çıkabileceğimizi söyledi. Saat 14.00 olarak bildirilen oda giriş saatinden önce geldiğimiz için odanın henüz hazır olmadığı sürprizi ile karşılaştık. Bunun üzerine bavullarımızı odaya bırakıp şehir içinde gezintiye çıktık. Dönüşte hem yemek saati yaklaşmış hem de odamız hazır olmuştu.Odamızda biraz dinlendikten sonra yemeğe indik.

Yemekte otel müşterilerin  yüzde doksan beşinin yabancılardan oluştuğunu gördük. Bu mevsimde bile otelin  neredeyse ful dolu olmasına daha bir  şaşırdık. Piyano eşliğinde açık büfeden alınan nefis yemeklerini yemekte olan kalabalığa karıştık. Yemek sırasında biz gömlekli kazaklı otururken diğer müşterilerin tişort ve askılı bluzla oturmaları Nuray ile ikimizi şaşırtan bir başka görüntü oldu. “Nereden düştük buraya, elin gavurunun içinde ne işimiz var, biz buraya ait değiliz galiba” şeklindeki düşünce zinciri yemeğimizin ilerleyen saatlerinde “ İyi ki gelmiş ve bu güzellikleri görmüşüz, bütün bunlar bizim de hakkımız.  Çocuklar çok iyi iş yapmış” biçimine evrilmeye başladı. Hele ingilizce olarak sipariş almak isteyen garsona “Hoş bulduk hemşehrim” diye hitap edince onların yüzündeki ışımayı tarif edemem.  Ayaküstü yaptığımız muhabbetlerde kiminin Adıyaman’lı, kiminin Urfalı olduğunu öğreniyoruz. Memleketleri ile ortak anılarımız hatırlanıyor hemen. Onların varlığı bizim için,bizim varlığımız da onlar için sevimli kılmaya başlıyor mekanı.

Bu arada piyanist kızın ayrıldığını ve başka bir sanatçının sahne aldığına tanık oluyoruz. Onun icra ettiği müzik ile bizim için anlamlı olan günün/gecenin dansını yapıyoruz. Çocuklarımızın yol haritasını çok iyi yaptığını  garsonların elinde bir pasta ile masamıza (bir yandan da hapy bırthday cümlesini tekrarlayarak) gelmelerinden anlıyoruz.Yazının başından beri meraklandığınız özel günü sevgili eşimin Nurayın 18 Kasıma rastlayan doğum günü olduğunu bu arada ifşa etmiş olalım. Alkışlar arasında tutulan dilekler, üflenen doğum günü pastası, kesilen ilk dilimden sonrakilerin etrafa dağıtılması, onların kendi dillerince teşekkürü bizlerin tebessümü ile seramoni sona eriyor.

Şangay’a gittiğimizde çocuklarımız bizi yemek yemek üzere ilginç bir mekana götürmüşlerdi. Yemekten çok hatırımızda kalan mekanda garson olarak görev yapan 17-18 yaşlarında genç kızların önceden ayarlanmış bir işaretle hemen ortaya çıkıp bir dans gösterisi yapmaları idi. Duruma göre müşteriler de bu gösterinin bir parçası oluyordu. Burada da bir ara garsonların  icra edilen müziğe göre horon çektiklerini ya da biz zeybek havası oynadıklarını görünce Şangay’daki durumun bir başka versiyonumu acaba diye düşündüm.

Vakti gelince iyi bir gece geçirmiş olmanın mutluluğu ile odamıza yöneldik. Bu arada otelin Casinosu yok mu diyenleri de merakta bırakmayalım. Bir iki kez girdik. Bana göre yaşı ilerlemiş insanların doldurduğu gelişmiş bir atari salonuna benziyordu. Ayrıca burada sigara içmek serbest olmalı ki fazla dayanamayıp dışarı çıktık

GARİP BİR ALIŞVERİŞ ÖYKÜSÜ

İnsan zihninin çok garip ve karmaşık çalışma sistemi var. Aynı olay ve durumlar karşısında birbirine zıt iç yaşayışlar üretebiliyor. Bilmem sizde de oluyor mu? Söz gelimi çarşıda, pazarda gezinirken birden vitrinde çok beğendiğiniz bir elbise görüyorsunuz. Etiketinin üzerindeki çizilmiş olan eski fiyatına göre epey de indirim yapıldığını görünce daha bir alasınız geliyor. Acaba bana uygun bedeni var mı endişesi ile içeri giriyorsunuz. Tezgahtar seri bir kontrolden sonra istediğiniz bedendeki elbiseyi size veriyor ve “Bu bedenden sadece tek bu kalmış” demeyi de ihmal etmiyor. Üzerinizde deniyorsunuz tabir yerinde ise cuk oturuyor. Çok şanslı bir kişi olduğunuza inanarak elbiseyi alıyorsunuz.

Buraya kadar olan kısım herkesin yaşadığı bir şey. Fakat ben de ise bundan sonraki durum biraz farklı  galiba. İsteyerek, arzulayarak aldığım elbiseyi daha dolaptaki yerine asarken bir iç ses hemen harekete geçiyor ve “Bir sürü takım elbisen yok mu, sanki çok mu ihtiyacın vardı, ne zaman giyeceksin, biraz daha beklesen fiatı belki biraz daha düşerdi, başka renk bilmez misin bak yine gri almışsın, ötekilerden ne farkı var bunun….” şeklindeki konuşmalarla sanki elbiseyi almadan önceki isteği arzuyu yerine getiren beyin aynı beyin değilmiş gibi  bu defa saf değiştirip tam bir muhalif gibi davranmaya başlıyor. Bu durumlarda ben de o sese karşı farklı argümanlar geliştiriyorum ya da durumu zamanın tedavi edici ellerine bırakıyorum.

Benzer bir olayın biraz daha büyük ölçeklisini geçtiğimiz aylarda yine yaşadım. Büyük ölçekli dememin sebebi söz konusu olan bir elbise ya da bir elektronik eşya değil bir evdi. Yanlış duymadınız satın alınacak olan gerçekten basbayağı bir daire idi. Eylül ayı başında eşimle birlikte kız kardeşimin kızının düğünü için Antalya’ya gittik. Düğün akşamı ve daha sonrası eski okul arkadaşımız  Ayşe ve eşi Mustafa bizi birkaç gün konuk ettiler. Konuk ne demek kaldıkları apartmanda bir daireyi tabir yerinde ise bize tahsis ettiler. Buradaki yaşantımızın bir kısmını blogumda “ANTALYA GÜNLERİ” başlığı altında anlatmıştım. Bu olayı da başka bir başlık altında anlatmayı düşünüyordum. Demek bu günlere kısmetmiş. Yazının devamı için tıklayın

DERSHANELER NEREYE….

Bir kaç gündür ülkemizin gündemini Milli Eğitim Bakanlığının özel dershanelerin kapatılması ile yaptığı hazırlık çalışmaları meşgul ediyor. Kapatılmasın cephesinin bayraktarlığını da adeta canhıraş biçimde Zaman gazetesi yapıyor. Gazetenin son birkaç günkü internet baskısına göz attığımda hemen her gün “Dershanelerin dönüştürme hikayesi”, “Kapatmanın eğitimle bir ilgisi yok”, “Cumhurbaşkanından itirazları dikkate alın çağrısı”. “Şimdi dişimizi sıkıp sabretmeliyiz”, “Mesele eğitim olsaydı”, “Dünyada dershane yasaklayan ülke yok”, “Taslak akıl almaz derece gülünç ve komik”,Dershane kapatan taslağa tepki çığ gibi”, “Dershane tartışması rant kavgası değil” şeklinde en az 8-10 ana başlıkta konu gündemde tutulmaya çalışılıyor. Bu toz duman içinde bir çok kişi de bilip bilmeden bir tarafın yanında ya da karşısında yer alıyor.

Ülkemizde sorunların ilgilileri tarafından tartışılıp karara bağlanmasına da alışık olmadığımız için bir kör dövüşüdür gidiyor yani. Yaklaşık kırk yılı eğitimin birçok kademesinde hizmetle geçirmiş biri olarak bu konuda ben ne kimsenin yanında ne de kimsenin karşısındayım. Dershaneleri Milli Eğitim Bakanlığı açmadı ki kapatabilsin. Nesiller sonrasını düşünülerek hazırlanması gerekli eğitim politikaları yerine bir seçim sonrası düşünülerek gerçekleştirilen popülist politikalar dershane olgusu ile tanıştırdı toplumu. Milli Eğitim Bakanlığı da bu kurumlara çeki düzen vermek ve kontrol altına almak zorunda kaldı. Yoksa Cumhuriyeti kuranların birçok yoksunluklarına rağmen kurdukları  ve bir çok eksiklerine ve tahribata rağmen -ki köy enstitülerinin kapatılması ilk tahribattır- gerçekleştirdikleri eğitim anlayışı desteklenerek, güçlendirilerek sürdürülse idi başta dershaneler olmak üzere yaşanan bir çok sıkıntı yaşanmamış olurdu. Yaşları itibari ile o zamanları  hatırlayanlar hangi eğitim kurumunu bitirenlerin hangi okula gidebileceği konusundaki açık kuralar olduğundan dershane olgusunun da yaşanmadığını bilirler. Daha sonrası malum..Her orta dereceli okulu bitiren üniversite sınavına girebilmesini bir hak, bir lütuf gibi sunulması,akabinde giriş sınavlarında dershane mucizelerine bel bağlanması, girmenin ayrı bir dert,çıkmanın -öncelikle işsizlik olarak-ayrı bir dert olduğu bir toplum yapısı..

Dershaneler şöyle yararlı, böyle zararlı tartışmasına hiç girmek istemem. Dershanelere gidenlerin birinci amacı iyi bir eğitim almaktan çok, girmek istedikleri okulların sınavlarında başarılı olmaktır. Dershaneler bunda ne kadar etkilidir ben pek emin değilim. Hatta “Sınavlara giren tüm öğrencilerin hiç biri dershanelere gitmese bile yüzde doksan dokuz ihtimalle aynı çocuklar aynı okulları kazanacaktır” şeklindeki  söylemim hiç kimseye şaşırtıcı gelmesin. Çünkü dershanelerin fırsat eşitliğini gidermek, en alt düzeydeki bir çocuğu zirveye taşımak gibi bir amacı ve becerisi de yoktur. Bu gerçek bilinmediği ya da bilinse de bazı “keşke”lerin yaşanmaması için bir çok öğrenci bu kurumların içini doldurmaktadır.Burada devletin yapması gereken fırsat eşitliği temelinde, kurumlarına ve çalışanlarına verdiği güvenle bilimsel eğitimin gerçekleştirilmesini sağlamaktan ibarettir. Bunun sonucunda dershaneye ihtiyaç duyulmazsa o zaten kendi kendisini kapatacaktır. Eğer ihtiyaç duyuluyorsa yasakçı bir anlayış yerine belli kurallar içinde çalışmalarını sürdüreceklerdir. Çünkü dünyada dershanelerin pek olmadığı gelişmiş ülkeler olduğu gibi dershanelerin bol olduğu -Japonya gibi- ülkelerin de var olduğu bilinmektedir.Özetle tamamen pedagojik olan konuların – 4+4+4 yasasının kabulü, andımızın kaldırılması,dershanelerin kapatılması gibi- sadece siyasi bakış açısına göre karara bağlanmasının sıkıntılarını daha sonraki yıllarda misliyle yaşayacağımız hatırdan çıkarılmaması gerekir.

Bir de kapatılan dershane öğretmenlerinin “Yok artık bu kadarı da olmaz” dedirtecek şekilde KPSS sınavına girmeden mülakatla Milli Eğitim Bakanlığı kadrolarına alınacağı şeklindeki buram buram kurnazlık kokan bir söylentiyi ise hiç ciddiye bile almak istemiyorum.

TERS KÖŞE

Oğlum Dinçer’in yazılarıma getirdiği yorumda da  belirttiği gibi ülkemizin gündemi çok hızlı değişiyor. Türbanlı milletvekilleri ile ilgili gündem sıcaklığını korurken hemen ardından kızlı erkekli olarak evde kalanların durumu ülkemizin gündemine oturuverdi. Bu konuda da  Başbakanımız  etrafındaki çok yakın bir çok çalışma arkadaşını yine ters köşeye yatırdı.

Hatırlanacağı gibi her şey Sayın Başbakanımız partisinin önde gelenleri ile yaptığı bir toplantıda: “ Kız ve erkek öğrenciler aynı evde kalıyor, buna müsaade edemeyiz .Muhafazakar demokrat yapımıza bu ters.Valiye talimat verdim, bir şekilde denetleyeceğiz” mealinde özetlenecek konuşması ile başladı. Arkasından “Benim valim” sıfatını tam hak ettiğini kanıtlarcasına Adana Valisi de işin yasal boyutu ve kapsamını hiç düşünmeye gerek görmeden Başbakanın sözlerinin kendileri için talimat olduğunu ve gereğinin yapılacağını anında yapıştırdı. Ne diyelim herhalde bizler bu ülkenin kişisel talimatlarla değil, yasalar ile yönetileceği günleri daha uzun yıllar beklemek zorunda kalacağız.

Niye ise kız erkek yan yana gelince bazılarının aklı hep başka şekilde çalışıyor galiba. Konu ile ilk açıklamayı yapan Bülent Arınç devletin bu tür işlerle ilgisinin olmadığını hatta başbakana atfedilen açıklamanın bile asparagas bir haber olduğunu ileri sürerken, başbakanın danışmanlarından biri “Aslında devletin kayıt dışı işleyişi kontrol altına almak ve yasal olmayan işleyişi önlemek için bir denetleme yapabileceğini, konunun çarpıtıldığını” ileri  sürerek kazı çevirmeye çalıştı ama, çok geçmeden  Başbakan söylediklerinin arkasında olduğunu söyleyince bir kez daha bir çok kişiyi tabir yerinde  ise tam ters köşeye yatırmış oldu. Başbakanın ucube diyerek yıktırdığı heykel ile ilgili olarak  zamanın Kültür bakanı Ertuğrul Günay’da durumu kurtarmak için ne şiş yansın ne kebap kabilinden açıklamalar yaparken o da ters köşe yatırılmış ve Bülent Arınç da kendisi için “ Allah onun durumuna kimseyi düşürmesin” temennisinde bulunmuştu. Zaman içinde kendisinin daha beter duruma düşeceğini nereden bilebilirdi ki.

Başbakan ile kurmaylarının ters düştüğü bu tür olayların akabinde benim söylenti ve yakıştırma olduğuna inandığım “Başbakan şunu tokatlamış, bunu tokatlamış” fısıldaşmaları dolaşmaya başlıyor ağızlarda. Hoş düşülen durum tokat yemekten de beter oluyor ya kimin umurunda…

Neyse biz asıl konumuza, yani kızlı erkekli kalma konusuna dönelim. Hatırlarım… Yıllar öncenin siyah beyaz filmlerinde sevmediği biri ile evlendirilmek istenen kız buna karşı çıkarak sevdiği gençle kaçar. Bu durumda daha çok kız tarafının yakınları karakola koşar. Mahalleli ve polis eşliğinde oğlan ve kızın kaldığı eve baskın yapılır. Hulisi Kentmen kıvamında komiser genç aşıkları ayak üstü sorgular. Onların “Biz isteyerek kaçtık” beyanlarından sonra nüfus kağıtlarını dikkatlice inceler ve kendisini meraklı gözlerle izleyen kalabalığa: “Maalesef yapacak bir şey yok. Her ikisi de reşit durumda” der ve kalabalık kös kös geriye döner. Bu anekdot dahi yıllar önce en uç ihtimal karşısında bile olanı ve olması gerekeni çok güzel özetlemiyor mu?

Belli yaşa gelmiş, belli sorumluluklar üstlenmiş, seçme ve seçilme olgunluğuna gelerek bu konudaki tercihlerine güvendiğin insanların yaşama biçimleri hangi yasal yetki ile kontrol edilebilir ki? Sayın Başbakan bu gibi konularda soru soran gazetecilere de eğer soru sipariş ve çanak bir soru değilse cevap vermek yerine “Size bu soruyu kim sordurdu, sizin kızınız olsa razı olur musunuz, çok istiyorsanız siz öyle yapın” şeklinde cevaptan çok yargılamaya ve fırçalamaya dönük karşılık verdiği için konunun normal şartlar altında konuşulup, tartışılması da mümkün olmuyor. Kaldı ki bir özgürlüğün yaşanması için illaki herkes tarafından kabul görmesi de gerekmez. Gazeteci ya da bir başkası kendi oğlu veya kızı için uygun görmeyebilir ama başka türlü düşünenlere de -yasa dışı birtakım işler yapılmıyorsa ve başkalarına zarar vermediği sürece- saygı gösterilmesi gerekmez mi? Aksi halde bundan 200 yıl kadar önce her demokratik yaklaşım için ölçüt olarak benimsenmiş Voltaire’in “Senin gibi düşünmüyorum ama senin düşüncelerini açıklaman için canımı bile verebilirim “ şeklindeki sözün çok çok gerisine düşmüş olmaz mıyız?

Aslına bakarsanız Sayın Başbakanımızın bu çıkışlarının ben rastlantı olmadığını düşünmekteyim. Tabanda bu tür söylemlerin getirisi hesap edilerek atılmış bir adıma benziyor daha çok. Geçmişte gerilim ve kutuplaşmaların epey meyvesini de topladı.Uzun yıllar türban üzerinden dindarlık ve karşıtlığı sahnelendi ve bu mağduriyetten yeterince mahsul toplandı. Artık burada ekmek kalmayınca yine muhafazakar toplumun hassas olduğu kız erkek ilişkileri üzerinden ehli namus ve karşıtlığı kutuplaşmasının rant getirebileceği de hesaplanmış olabilir. Bilmem… Olur mu olur…

 

DOSTLARLA BİR KASIM BULUŞMASI

İçinde bulunduğumuz Kasım ayının ilk gününü dost buluşmalarından birine ayırdık. Dostluğumuzun evveliyatı nerede ise 35-40 yıllık bir geçmişe dayanan Leman ve Şevket Öztürk çiftinin sabah kahvaltısı davetlerine icabet etmek için İncirli-Zincirlikuyu-Acıbadem hattındaki metrobüsü kullandık. Çünkü bu bizim için en bildik yoldu. Şevket kardeşimiz incelik göstererek bizi otomobili ile Acıbadem’den alarak evlerine kadar götürdü. Biz eve gelene kadar Leman arkadaşımızın donatmış olduğu kahvaltı sofrasını bizi bekler halde bulduk. Sofrada nelerin olduğunu saymak yerine neyin olmadığını söylemek daha tanımlayıcı olur sanırım. Olmayan tek şey kuş sütüydü. Bir daha ki sefere belki o bile temin edilmiş olur diye düşünüyorum. Fakat kahvaltının spesiyalitesi olarak önden tabaklarımıza konan yuvalamanın çok lezzetli ve çok özel bir yeri olduğunu belirtmeliyim. Kapanışı da Şevket kardeşimizin marifeti olan Antep usulü kadayıf ile yaptığımızı belirttikten sonra ortasını artık siz düşünün. Bütün bu güzel yiyecekler ve güzel dostlarla birlikte yaşadığımız zaman dilimlerini daha unutulmaz ve kalıcı olması için birkaç resim koymayı da ihmal etmedik. Bu arada fotoğrafların da  Leman ve Şevket kardeşimizin objektiflerinin ürünü olduğunu hemen eklemeliyim.

 

.

Kahvaltı sonrası içtiğimiz acı kahvenin ardından Şevket ve Leman Öztürk çiftinin Amerika’daki kızlarına yaptıkları ziyaret anıları ve orada minik torunları ile ilgili çektikleri resimlerden oluşan bir görüntü şovu ziyaretimize bir başka renk ve heyecan kattı. Havanın güzel ve güneşli olmasından yararlanarak Çamlıca tepesinde ikindi çaylarımızı da ikram ederek yapılabilecekleri her şeyi yapmış olarak bizleri uğurladılar. Sağ olsunlar var olsunlar.. Buradan kendilerine tekrar kucak dolusu teşekkür ve sevgilerimizi sunuyoruz.

TÜRBANLI VEKİLLER……

Ülkemizde yıllardır üzerinde çok konuşulan başörtü ya da türban konusunda geçtiğimiz günlerde tabir yerinde ise bir final yaşandı ve nihayet yüce parlamento sanırım dört  adet türbanlı vekiline kavuştu. Gerçi milletvekili seçildiklerinde başları açıktı ama daha sonra hac farizalarını yerini getirmelerine müteakip böylesi bir kıyafetle yasama çalışmalarını  yürütecekleri açıklandı. Zaten daha sonrasını herkes biliyor.

Kapsamı ve içerdiği konular itibari ile epey zenginleşen blogumda uzun süre bu konuya yer vermedim. Çünkü konu çok karmaşıktı ve kör bir insanın fili tarif etmesi gibi herkes bakış açısına göre çok farklı şeyler söylüyordu. Nihayetinde benim de bu konu üzerinde söyleyecek ve yazacak bir şeylerim olmalıydı.  Olay en üst düzeyde bir şekilde çözüme ve de açıklığa kavuştuğu için  konuya belki daha sağduyulu yaklaşabiliriz diye düşünüyorum.

Ben öncelikle bu durumun tek yönlü bir konu olmadığını o yüzden de farklı yönleri ile irdelenmesi gerektiğini kabul edenlerdenim. Çok basit gibi görünen bu olaya dini, yasal, toplumsal ve siyasal yönlerden baktığımızda karşımıza farklı fotoğraflar çıkabilir. Ben bir din adamı olmadığım için konu ile ilgili yüce kitaptan bir kaç ayetten bahsedip  ve arkasından da vardır,yoktur, vardır ama bağlayıcı değildir, şu şekilde olmalıdır, bu şekilde olmalıdır şeklinde ahkam kesmek de istemiyorum. Kaldı ki bu konuda alanlarında son derece yetkin olduklarına inandığımız bir çok ilahiyatçı akademisyenin bile aralarında tam olarak uzlaşamadığını görmekteyiz. O bakımdan bence eğer birey ben böyle inanıyorum ve düşünüyorum diyorsa iş bitmiştir. Buna da sadece saygı göstermek gerekir diye düşünüyorum. Ancak belki birçok din otoritesinin itiraz edemeyeceği  “Baş açık olarak da inançlı ve dindar olunacağı gibi baş örtülerek de günahkar olunabilir” şeklindeki sözümle dini yaklaşım ile ilgili bölümü bitirmek istiyorum.

İşin hukuki ya da yasal yönüne gelecek olursak yıllardır “Yasaklara hayır, türbana özgürlük, halkımızın yüzde yetmişinden fazlasının kullandığı başörtüsü nasıl yasaklanır” feryatlarını hepimiz hatırlarız. Bana en ironik olanı da en son cümledeki çelişkili sorgulama gelirdi. Yani hem halkın yüzde yetmişinin baş örtüsünü rahatça kullanabildiğini öne sürüp hem de yasaklandığını söylemek konuya nasıl toptancı yaklaşıldığının bir göstergesiydi belki. İşin doğrusu başörtüsü konusunda kamuda var olan bazen de uygulamadan kaynaklanan bazı sıkıntıların ve sınırlılıkların mevcudiyetinin ifade edilmesi idi. En son açıklanan açılım paketinden çıkan kamuda başörtüsünün kullanılması ile ilgili müjdenin içinde de hatırlanacağı gibi askeriye,emniyet ve yargı kurumları yoktu. Bazıları her ne kadar buna itiraz etse de demek diğer özgürlüklerde olduğu gibi bununda gerektiğinde sınırlaması oluyormuş. Burada önemli olan bu sınırlamanın anlamı ve kapsamı olsa gerek. Benim ölçülerime göre bu sınırlamada hizmet alan ve hizmet veren kriterleri esas alınmalıydı. Hizmet alanlar için – ki üniversite öğrencileri de bence bu kapsamdadır- hiçbir sınırlama olmaması ve sınırlamanın sadece kamuda hizmet verenler için geçerli olması, yüzünü batıya yani çağdaş dünyaya dönmüş demokratik,laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye için en uygun çözüm olması gerekirdi. Tabi popülist politikalar  ve seçmene şirin görünme uğruna bu çizgi pek dikkate alınmadı ve sonunun nereye varacağını tahmin edemediğimiz günümüz noktasına ulaştık.

Gelelim meselenin sosyal ya da günlük hayatımızdaki yaşanmakta olan durumuna. Dini,yasal ya da siyasal yaklaşımlardan uzak bir şekilde bence konunun en çok bu yönü ile değerlendirilmesi ve sorgulanması gerektiği kanaatindeyim. Sorgulamanın da kadınlar adına erkekler tarafından değil bizzat kadınlar tarafından kadın erkek eşitliği, kadın kadın eşitliği bazında ve evrensel anlamda yapılması gerekmektedir. Bunun için de kadınlarımız en tepesinden başlayarak kendi durumlarının farkındalığını yaşayarak ısrarlı ve gerekirse insafsız bir biçimde muhataplarını soru yağmuruna tutabilmeli. Sözgelimi Devletin tepesindekilerin eşleri “Sen Fransa başkanı, Amerikan başkanı gibi giyiniyorsun da ben niye onların eşleri gibi giyinemiyorum.” şeklindeki soruları sorabilir hale gelmelidir.  Ülkemiz her yönden her geçen gün gelişiyor ve zenginleşiyor. Kişi başına milli gelirimiz iki bin dolardan on bin dolara çıktı. Ülkemizin insanları da -özellikle kadınlar- dünya ölçeğinde hemcinsleri ile her alanda rekabet edebilmeli. Bunun içinde en basitinden yetenekleri doğrultusunda aldığı eğitimle dünyanın sayılı balerini, gerektiğinde rahibe ya da fahişe rolünü de en iyi şekilde oynayabilecek tiyatro sanatçısı, ya da sportif alanda en iyi yüzücü, yüksek atlayıcı v.b   olabilmeyi hayal edebilmeli ve de gerçekleştirebilmelidir. İmkanları ve yeteneği olmasına rağmen bunları yapamıyor ise bacımın baş örtüsü sadece başını değil, geleceğinin, hayallerinin, yeteneklerinin, özlemlerinin de üstünü örtmüş olmuyor mu? Bu durumda yüce kitapta yüzlerce yerde geçen “İnsanlığın hayrına olan işlerde yarışın” ifadesi daha belirleyici olmaz mı? Yoksa kadınlarımız  bazılarının ağzında gevelediği ve hatta nerede ise yasalaştırmak için uğraştığı kadınların yapabileceği işler kıskacını kendileri için yeterli mi görmektedir. Kalkınmanın sadece zenginleşmek olmadığını artık herkes bilmektedir. Kadınların tercihini bilmem ama ben bir müslüman olarak zengin bir Kuveyt ya da Suudi Arabistan yerine aynı zenginlikteki İsveç ya da Norveç te yaşamayı yeğlerim

“Herkesin başını örtmesi diye mecburiyet yok. Biz başı açık olanların da teminatıyız” gibi pek inandırıcı gelmeyen beyanları da son günlerde duyunca ister istemez işin siyasi yönüne hafiften girmiş olduk. Bizim belki de millet olarak  en belirgin özelliklerimizden biri de söylemlerimiz ile eylemlerimiz arasında belli bir tutarlığın olmamasıdır. Gerçekten her gruba ve her kişiye eşit uzaklıkta, deyim yerinde ise nötr bir devlet anlayışı olsa zaten hiç kimsenin hiç bir şeyden kaygı duymasına gerek bile olmaz. Eğitim sisteminin yapılanmasından başlayarak açık olarak beyan edilen dindar insan yetiştirme gayretleri kimsenin meçhulü değildir. Belli bir  grubu koruyan kollayan, özendiren bu anlayış ister istemez akla “ Demokraside tüm insanlar eşittir, ama bazıları daha fazla eşittir” özdeyişini getirmektir.

Aslında yazımın başında belirttiğim milletvekillerinin beyan ettikleri tercih bile bana göre kişisel olmaktan çok siyasal bir içerik taşımaktadır. Bilinmektedir ki Türkiye’deki siyasal partilerin özellikle de iktidar partisinin yapısında “liderlik sultası” dediğimiz olgu tartışılmaz bir gerçektir. Hakan Şükür vekilimizin veciz olarak ifade ettiği gibi büyükler her şeyin en doğrusunu bilir ve onların dediği olur. Yani bu hanım vekillerimiz genel başkanlarından bir işaret almasalardı ya da kulaklarına “ Durun henüz erken” şeklinde sözcükler fısıldanmış olsa idi bu tercihlerini yapabileceklerine hiç ama hiç ama ihtimal vermiyorum. Kendileri böylesine siyasal bir oyunun figüranı olmakla belki bir dönem sonrasının alt yapısını da oluşturmuştur ama, kamu vicdanına bakıldığında Allah korkusu ile genel başkan korkusu arasında sıkışmış olarak değerlendirilmekten kurtulamayacaklardır.