VE MARMARAY HİZMETE GİRDİ

“Bir gün geç ve bir dolar eksik” şeklindeki Amerikan deyişine benzer biçimde  Cumhuriyetimizin 90. yıl dönümüne denk gelen 29 Ekim tarihinde asrın rüyası olarak tarif edilen Marmaray’ımız  görkemli bir törenle hizmete girdi. Öngörülenden 4-5 yıl gecikmeli olarak ve Tuzla ile Halkalı arasındaki bağlantı istasyonları eksiği ile açılmış olduğundan yazımın başındaki “Bir gün geç ve bir dolar eksik” benzetmesini yaptım. Haftalardır yapılan abartılı tantanası ile 29 Ekim Cumhuriyet kutlamalarını bile gölgede bırakacak şekilde birinci haber olarak medyada yer alan bu olayı ve eseri bloğuma almadan edemezdim. Bu sebeple fazla da geciktirmeden hizmete girişinin 3. günü olan 31 Ekimi -gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi bloguma aktarmak üzere-bu eseri görmeye ayırdım.

 

.

Bakırköy, Osmaniye mahallesindeki evimizden bilindik yollardan giderek (Metro+ tramvay) Sirkeciye geldim. İstikamet işaretlerinin yardımı ile zaten yabancısı olmadığım Cağaloğlunda  Marmaray istasyonunu bulmam zor olmadı. Asrın aletine binmek üzere istasyona yöneldiğimde girişe kırmızı bir bant çekildiğini gördüm. Görevlilerle konuştuğumda bu istasyonun bir süre devre dışı olduğunu ancak Yeni kapı istasyonunu kullanabileceğim bilgisini bana verdiler. İçimden “Dakika bir gol bir” diyerek Yenikapı yerine kendimi yokuş aşağı bırakarak Sirkeci iskelesinden alıştığımız usulde vapurla Üsküdar’a geçtim.

Şimdilik güzergah olarak Ayrılık çeşme-Üsküdar-Sirkeci-Yenikapı-Kazlıçeşme hattında çalışacak olan metroya Üsküdar istasyonundan bindim.Çok kısa süren bir yolculuktan sonra ( 6-7 dakika) Yeni kapıda indim. Burası sadece bir istasyon değil metro inşaatının gecikmesine yol açan kazı çalışmalarının en yoğun olarak gerçekleştirildiği alan olarak hafızalarda yer aldı. İstasyonun mimarisine de bu tarihsel geçmiş dahil edilmiş sanki. Burada 8500 yıllık tarihe ışık tutan buluntulardan bir bölümünün sergilendiğini hatırlatmakta yarar var diye düşünüyorum.

 

.

Şimdilik Avrupa yakasındaki ilk istasyon olan Kazlı çeşmeyi metronun artık yeryüzüne çıktığı yer olarak da anlatabiliriz. Marmarayı kullanmak isteyenlere daha rahat binmeleri açısından bu istasyonu kullanmalarını önerebilirim. Bu istasyonda inip de şöyle bir etrafınıza baktığınızda İstanbul’un silüetine son darbeyi indiren meşhur 16/9 adlı gökdelenler hemen gözünüze batıyor. Gariban bir sanatçının heykelini ucube diyerek yıktıran başbakanımızın ucubenin adeta allahı olan bu yapıların sahiplerine – biraz dişli olsalar gerek- sadece küsmekle yetindiğini herkes hatırlamaktadır. Neyse tekrar Marmaray’a dönecek olursak artık gözlerimiz ve yüreğimiz en az iki sene daha süreceği ifade edilen diğer istasyon bağlantılarının gerçekleşmesini bekleyecek. Birçok eksiklik ve eleştirilere rağmen ortaya çıkan eser benim hoşuma gitti. Geçtiğimiz yıllarda oralarda bulunan çocuklarımızı ziyaret için gittiğimiz Hollanda, İsviçre ve özellikle de Çin’in Şangay şehrindeki metro sistemlerini görünce ülkemiz için çok gecikmiş bile olduğunu söyleyebilirim.

Tabi televizyonlardaki abartılı açılış törenlerine bakınca seçim malzemesi olarak siyasilerin bunu sonuna kadar kullanmalarına da şaşmamak gerekir.”Katibim” türküsünün fon müziği eşliğinde Belediye başkanından, bakanına, başbakandan cumhurbaşkanına yerli yabancı birçok davetlinin nutukları nihayetinde diyanet işlerin başkanının da duası ile açılış kurdelesi kesildi. Aslında çok nahif bir müzik olan katibim ile başlayan seromoniyi bana göre cumhuriyet marşı (!0. yıl marşı) ile bitirmek çok daha hoş olurdu. Fakat biliyoruz ki ne hikmetse bizim hükümet erkanımız – içinde büyük komutan ve türklük sözcükleri geçtiğinden olacak- bu marşı pek sevemedi.

 

.

Her şey bir yana bu fotoğrafta benim bir türlü alışamadığım bir görüntüyü sizinle paylaşmadan yazımı sonlandırmak istemiyorum. Cumhurbaşkanımız açılış törenindeki konuşmasında  başbakanla ortak bir kurgu ve  anlayış içinde Marmarayın 15 Kasıma kadar ücretsiz sefer yapacağını müjdeledi. İşte o zaman benim için işin bütün büyüsü bozuldu. Ben ki özel aracım olmadığından sürekli toplu taşıma araçlarını kullandığım ve de hatta bu yazıyı yazdığım gün bu bedavacılıktan yararlanmış olmama rağmen yine de bu durum bana çok ters geldi. ”Her hizmetin bir bedeli olmalı, benim aldığım hizmetin parasını niye başkaları ödesin? Ya da başkalarının aldığı hizmetin parasını niye ben ödeyeyim? Kimin malı ile kime ikram yapılıyor? Sadece bayram günü olsa neyse, nerede ise 20 güne yakın bir taşımacılığın maliyetini kim yükleniyor? Bol keseden ikramda bulunan yöneticilerimiz acaba kendi otobüsleri ya da taşıma araçları olsa bu kadar cömert davranabilir mi? madem bir iyilik yapılacak bu kaynak sosyal sorumluluk projeleri için kullanılamaz mı?” gibi yüzlerce soru kafamın içinde cevapsız olarak dolaştı durdu…

 

ARADA BİR İSTANBUL / SÜLEYMANİYE’YE DOĞRU…

Yaz sezonu sona erip de  Altınoluk’tan İstanbul’a dönünce bloguma İstanbul ile ilgili bir yazı yazmanın bir borç olduğuna karar verdim. Eşimin de önerisi ile onun bir gün önceden gittiği Esnaf hastanesine hem tedavi ile ilgili işlemleri yürütmeye hem de hastanenin yakınındaki Süleymaniye camii ve çevresinin güzelliklerini tanımaya odakladık kendimizi.

 

.

Süleymaniye camii Kanuni Sultan Süleyman zamanında Mimar Sinan tarafından yedi yıl süren bir çalışmadan sonra 1557 yılında tamamlanmış. Caminin İstanbul’un yedi tepesinden birine eklentileri ile birlikte yaklaşık 70 dönümlük bir alan üzerine kurulduğu dikkate alındığında İstanbul’un en büyük camileri arasında yer almasına hiç şaşmamak gerekir. İç alanı 3422 m2, kubbe genişliği 27,25 m, yüksekliği ise 48,8 metredir. Cami yerleşkesinde cami mimarisi ile uyum içinde birinde Hürrem Sultan, Şehzade Mehmet ile hanım sultanın, diğerinde de K.Sultan Süleyman, Rabia Sultan, Sultan II. Ahmet,  Sultan II. Süleyman, Mihrimah ve Asiye sultanların kabirlerinin bulunduğu türbeler bulunmaktadır.

 

.

Camiye gelirken aslına uygun olarak onarılmış eski istanbul evlerinin  görüntülerinin de etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Süleymaniye’nin hemen yakınında  dikkatimizi çeken Kalenderhane camiini de görme fırsatını kaçırmadık. Caminin içine girince mihrabın yeri, ibadet sırasında cemaatin oturma yönünün çapraz olarak dizayn edilmesi, bildik cami mimarisinden farklı bir özellik olarak hemen göze çarpıveriyor. Kısa tarihçesini okuyunca da yapının Bizans döneminde kilise olarak kullanıldığı, İstanbulun fethinden sonra da camiye çevrildiği bilgisine ulaştık. Tabi bu görüntüsü ile ne tam olarak cami ne de tam olarak kiliseye benziyordu. Kafamda “Süleymaniye, Beyazıt, Sultan Ahmet gibi dünya ölçeğinde eser yaratma güç ve yeteneğinde olan  ecdat bu eserlerinin yanında hiç esamesi bile okunmayacak  bu kiliseciği niçin cami yapma davranışında bulunur?” sorusuna bir türlü cevap bulamadım. Böyle bir tutum karşısında ecdadımız kimsenin dinine, inancına karışmamıştır şeklindeki söylemlerinin inandırıcılığına hep şüphe ile bakılacaktır.

 

.

Süleymaniyenin büyüleyici yapısının etrafında gezimizi sürdürürken İ.Ü. Fen Fak. Biyoloji Böl. Botanik Ana bilim dalının Laboratuvarı niteliğindeki botanik bahçesinin mevcudiyetinin farkına vardık ve burasını da günlük gezimize dahil ettik. Açık ve kapalı alanda yüzlerce çeşit bitkinin yetiştirildiği ortam ile Haliç’in eşsiz görüntüsü doğa ile keyif verici bir buluşma duygusunu yaşattı bize. Başta Japon turuncu olarak da bilinen bergomat ağacı, kaymak ağacı, kara ceviz ağacı ile çok sayıda bitkiyi bize tanıtan bahçe görevlisi Şerif Bektaş da kuşkusuz kocaman bir teşekkürü hak ediyor.