O ŞİMDİ ASKER/ZONGULDAK-DEVREK-HACIMUSAKÖYÜ-HERKİME MAHALLESİ İLKOKULU ÖĞRETMENLİĞİ

Galiba amcamın peşini bırakmayacaktım. O Çanakkale’den Zonguldak ili, Karabük ilçesinin bir köyünde tamamladı askerliğini. Ben de Zonguldak İli, Devrek ilçesi Gökçebey bucağı (Tefen) Hacı Musa köyü, Herkime mahallesi köyü ilkokulu öğretmeni olarak tamamlayacaktım askerliğimin geri kalan kısmını, Çalıştığım köyün adı ne kadar uzunsa kendiside bir o kadar uzaktı ilçe merkezine. Bir çağ ve üç dağ uzaklıkta bir yer yani. Yerini tarif etmek için nasıl gidildiğini değil de nasıl gelindiğini anlatarak başlamak belki daha iyi olur diye düşünüyorum. Hemen her ay başında Devrek’e gitmek durumundaydık Hem mesleki toplantılarımıza katılıyor hem de bazı eksiklerimizi gideriyorduk. Köydeki görevli arkadaşlarla önce 3 saat kadar yürüyerek Ali Usta köyüne gidiyorduk. Orada Tekirdağ’ın saray ilçesinden daha önceden tanıştığımız Recep Güneş adındaki bir öğretmen arkadaşın evinde bir gece misafir oluyorduk. Ertesi gün onu da aramıza katarak kafile biraz daha kalabalıklaşmış biçimde 3 saatlik bir yürüyüşten sonra Gökçebey (Tefen) bucağına ulaşıyorduk. Oraya ulaştığımızda artık kendimizi medeniyete ulaşmış sayabilirdik. Toplantı olmadığı takdirde ihtiyaçlarımızı oradan temin edebiliyorduk. Oraya ve orada çalışan arkadaşlara gıpta ediyorduk. Bağımsız sınıf okutuyorlar, canları çektiğinde lokantaya, ilçeye gidebiliyorlardı. Gökçebey’den Devrek arasında herhalde bir saate yakın otobüs/minibüs yolculuğu vardı.  İlk işimiz otelde yer ayırtmak oluyordu. Ertesi gün yapılan toplantının akabinde aynı yolları tekrarlayarak köyümüze dönüyorduk

herkime

Görev yaptığımız Herkime mahallesi/mezrası Hacı Musa köyüne de 1-2 saatlik bir yürüme mesafesindeydi. Hacı Musa köyünde bir öğretmen,  Herkime mahallesinde ise dört öğretmendik. Ben, Sabahattin Günay, Hasan Nas, Nuri Gültekin’den oluşuyordu kadromuz. Hasan Nas aynı zamanda müdürlük görevini yürütüyor ve okul lojmanında kalıyordu. Evli ve çocuklu olan Sabahattin’de köydeki evlerin bir odasına yerleşti. İki bekar olan Nuri ile bana da 7-8 metrekarelik müdür odasına yerleşmek düştü. Konut sorununu da bu şekilde hallettikten sonra çalışmalarınıza başladık. Ben yine 2. ve 3. sınıfları birleştirilmiş olarak okuttum o yıl.

Görev yaptığım yer ulaşım ve yaşam koşulları bakımından bir çok zorluklarla dolu olmasına rağmen doğal yapısı bakımından son derece bakir ve zengin görüntülere sahipti. Karlı kış günlerinde kayın ve çam ormanlarında yaptığımız yürüyüşler, baharla birlikte renk cümbüşüne dönen o coğrafya  belleğimde hala canlılığını korumaktadır.

teskere

Şubat 1972 tarihinde yani Herkime mezrasında/mahallesinde görev yapmakta iken askerlik süresi de dolmuş oldu. Devrek askerlik şubesince terhis işlemleri gerçekleştirildi. Yeni görev yerim olan İstanbul iline gitmek için ise ders yılı sonunun gelmesini beklemem gerekecekti.

O ŞİMDİ ASKER/ÇANAKKALE JANDARMA OKUMA YAZMA OKULU

Çanakkale’de bulunan Jandarma er eğitim alayının tam karşısında Jandarma okuma yazma okulu bulunuyordu. Ülkenin birçok bölgesinde böyle kurumlar vardı.Askerlik hizmeti için birliğine gelenler önce bir taramadan geçiriliyor, okuma yazma bilenler eğitimlerini sürdürüyor, bilmeyenler ise bu okullarda 3-4 aylık bir okuma yazma eğitimi aldıktan sonra askeri eğitimlerini alıyordu.Doğrusunu söylemek gerekirse bu okullarda askerlerin işi daha rahattı,sadece öğrencilik yapıyor kışla eğitimi yapılmıyordu.Bazen buraya okuma yazmayı bile bile çaktırmadan gelenlere de rastlanıyordu. İşte biz yaklaşık 24 arkadaş bu kurumda göreve başladık görevlerimize sabah 8.30 gibi geliyor akşam 17 gibi ayrılıyorduk. Maaşlarımız ödeniyor ve sivil kıyafetle çalışıyorduk.

okumayazma

Bu okulların tesis araç ve gereç yönünden son derece donanımlı olduğunu söyleyebilirim. Adeta yok yoktu. Öğretmenin işi de son derece kolaydı. 25-30 kişilik sınıfta bir onbaşı size yardımcı oluyordu. Elinizdeki A4 kağıdı büyüklüğünde bir programa bakıyorsunuz girdiğiniz gününün saatini orada bulup oradaki kutucuktaki rakamı okuduktan sonra elinize verilen  özel kılavuzdan belirtilen sayfayı açıyorsunuz ve orada size adım adım ne yapacağınız yazıyor. Ben görmedim ama eskiden eğitmen kılavuzlarının da böyle olduğunu söylüyorlar. Öngörülen sayfada” 1-Ali asker oldu fişini al  tahtaya as. 2-Öğrencilere üç kere okut.3- Beş defa yazdır…….” gibi talimatlarla sizin izleyeceğiniz yol en açık biçimde anlatılıyordu. Öğle yemeğimizi de okulda yedikten sonra uzakça olmayan şehir merkezine bazen yürüyerek bazen de servisle gidiyorduk. Bu okullardan bir çokları niyedir bilmem ama  “Ali okulu” olarak bahseder. Sanırım kaynak kitaplarda kullanılan metinlerin çoğunda yazımı ve öğrenilmesi kolay olması bakımından Ali sözcüğünün kullanılmasından böyle dendiğini tahmin ediyorum.

Bu noktadan hareketle buradaki askerlere okulda görevli onbaşı ve çavuşların “Hey Ali gel buraya, git şuraya” şeklinde seslendiklerini öğrenen okulun komutanı albay bir gün bunları çağırarak yaptıklarının yanlış olduğunu, her birine adı ile veya asker diye hitap edilmesi gerektiğini, Ali diye hitap etmenin okuma yazma bilmeme durumunun yüzünü vurulması, aşağılanması anlamına geldiğini biraz da askeri lisanla tabir yerindeyse fırçasını atarak söylemişti. Tabi orada hepsi baş üstüne demek durumunda kalmışlardı, Fakat daha sonra bunların askerlere bu defa ”Hey üniversiteli gel” biçiminde hitap ettiğine de tanık olmuştuk.

kale

Çanakkale’de ilk olarak bizden önce kalan öğretmenlerin evinde kaldık bir ay kadar. Sonra oradan çarşı merkezinde Trakya restoranın üstünde kaldık 8-10 bekar arkadaşla birlikte. Trakya restoranın  tabelasını görünce serde Trakyalılık var ya hemen  sonradan adının Özer olduğunu ve lokantanın sahibi olduğunu öğrendiğim kişiye Trakyalı olup olmadığını sordum. O da gayet muzip pencereden de dışarısını ve boğazın tam karşısını işaret ederek “Evet ben de Trakyalıyım şu boğazın karşısında kalenin göründüğü yer var ya orasının adı Kilitbahir’dir. Ben  Trakya’nın orasındanım dedi. Aldığım cevap düşündüğüm gibi değilse de teorik olarak  doğru idi. Lokanta ve üstündeki birkaç daire kendisine aitti. Biz hem kiracısı hem de lokantasının müşterisi idik. O zaman kredi kartı falan yoktu. Herkesin küçük bir defteri vardı. Yemek yedikten sonra hesap deftere yazılır gözdeki yerine konur ay başı gelince toplam yapılır toplamdan  %10-%20 arası bir iskonto düşülerek ödeme sıfırlanır ve tekrar yazım başlanırdı. Özer o günlerde İstanbul hukuktan ayrıldığını söylerdi. Niye ve nasıl ayrıldığını merak edip sormadım hiç. Ama çok kafa dengi bir kişiydi. Melahat Pars’ın hüzzam şarkısı olan ”Ben gamlı hazan sense bahar dinle de vazgeç” şarkısını çok severdi. Belki de bizim bilemediğimiz bir hatırası vardı  bu şarkının kendisinde. Geçtiğimiz aylarda Altınoluk’a gidip gelirken otobüsümüz araba vapuruna gitmeden kalan zaman aralığında tekrar uğradım Trakya lokantasına. Bir ön sokağa iyice meydana cephe olacak şekilde taşınmış olduğunu gördüm. Özer beyi sordum şu anda kendisinin avukatlık yapmakta olduğunu söylediler, vaktimiz olsaydı bizzat görüşmeyi isterdim. Demek yarım bıraktığı hukuku fakültesini de bitirmiş bu arada.

Bir öğretim yılı kadar okuma yazma okulunda çalıştıktan sonra bu defa askerliğin son kısmını da Zonguldak ilinde tamamlamak üzere buradan ayrılmam gerekecekti.

O ŞİMDİ ASKER/BALIKESİR-BURHANİYE 125.ALAY

1970 Temmuzunda askere gitmek üzere arkada birçok hatıraları bırakarak Karabürçek köyünden ayrıldım. O yıllarda İlkokul öğretmenleri 20 ay süre ile er olarak askerlik yapıyordu. Uygulamada bunun ilk 3-4 ayı yaz tatiline denk getirilerek kışlada askeri kıyafetle temel eğitim biçiminde kalan kısmı da yine devletin gösterdiği yerlerde öğretmen olarak tamamlattırılıyordu. Aslında 1970 yılında tam bir belirsizlik vardı. Bu uygulama 1970 yılında sona eriyordu. Yani ya aynen sürebilirdi veya 20 ayın tamamı kışlada fiilen askerlik yapmak biçiminde de olabilirdi.Ben bu belirsizlik içinde askerliğimi yapmak üzere köyden ayrıldım.

yoklama

Askerliğimin başlangıcı Balıkesir-Burhaniye 125. Er Eğitim Alayı idi. Bir önceki yıl aynı yerde amcam Nusret Mola da eğitim yapmıştı. Ondan da aldığım bilgi ile gitmem gereken yeri kolay buldum. Orada zahmet olmasın diye güzelce kafayı asker tıraşı yaptırdım. Nizamiyeden içeri girince bizim gibi yeni gelenlerin arasına karışarak herkesin teslim olmak için girdiği kuyrukta yerimi aldım. Etraftan daha önce orada olan askerlerden ”Memleket neresi? memleket neresi?” sorularından herkesin bir hemşeri arayışı ya da aidiyeti sevdasında olduğunu hemen fark ediyorsunuz. İşlemler uzun sürmedi kayıt olduktan sonra  herkese o malum yeşil elbise ile postallar başta olmak üzere giysiler verildi. Bedenler pek uymasa da arkadaşlarla değişerek uydurmaya çalıştık. Birden herkes başka iken aynılaşıvermişti . Birkaç gün sonra kıyafetlerde insanlar da birbirine alışıvermişti.

Günler de bir birine benzemeye başlamıştı. Gündüzleri Temmuz sıcağı altındaki belki de çoğunluğu ilkokul mezunu olan  çavuşların verdiği sağa dön,sola dön,süngü tak, süngü yerine, yat, sürün, yürüyüş kararı sayılacak say, komutlarının birbirine karıştığı kışlalar doldu boşaldı bu gün ya da yaylalar yaylalar  türkülerinin artık iyice ezberlendiği günler geride kalmaya başladı.Akşamları da çavuşların defterden okudukları teorik bir takım bilgilerin ezberlenmesi gerekiyordu. Askerlik nedir? disiplin nedir? den başlayan tarifleri su gibi ezberledik. “Kanunlara ve emirler mutlak bir itaat, astın ve üstün hukukuna riayettir” şeklindeki disiplinin tanımı ta o günlerden aklımda kalmıştı. Gündüzleri zincirlemeli olarak tekmillerle başlayan eğitim bütün alayın alay komutanı önünden geçişi ile gerçekleştirilen bir seramoni ile son buluyordu. Geçiş beğenilmezse birkaç kez tekrarlanıyordu. Eğitimin  başlamasından bir ay kadar sonra yemin merasimi vardı .Bütün Alay bir araya toplandık Alay komutanı”125. Alayın kahraman erleri….”diye başlayan bir konuşma yaptı. Bir ayda kahraman bile oluvermiştik. Daha sonra büyük masalar üzerine konan çeşitli silahlara birer elimizi koyarak ”Karada, havada,denizde her zaman ve her yerde  “ şeklinde başlayan  yemin metnini tekrarlayarak merasim sona ermişti.

asker

Yemin de ettiğimiz için artık boş silahla da olsa nöbet tutuyorduk. Tuvaletler dahil bir çok yer nöbet mahalli olarak belirlenmişti. Uygulamalarda çok akılcı olmayan durumların izahı için “mantığın bittiği yerde askerlik başlar” biçiminde filozofik açıklamalar yapılıyordu bazılarınca. Bu arada alayımız denetim bile geçirdi.O gün yemekhane görülmeli idi.Ortasında boydan boya kırmızı bir halı.Masalarda beyaz örtüler, beyaz peçeteler, porselen tabaklarla bambaşka bir yer oluvermişti birden. Denetimin nasıl geçtiğini bilemiyorum tabi ama bizim yemeğimizi dışarıda alüminyum tabaklarda yemek durumunda kaldığımızı çok iyi hatırlıyorum. Bunun böyle olduğu herkes tarafından bilinmesine rağmen herkes bulunduğu rolü oynamak durumundaydı.

Bir aydan fazladır eğitimimiz geçtiği halde durumumuzla ilgili hala bir açıklık yoktu. Geçmişte olduğu gibi 3 aylık bir eğitimden sonra öğretmen olarak mı devam edecektik, yoksa bu elbise içinde 20 aylık süre doldurulacak mıydı? Söylenti çoktu ama gerçeği bilen hiç yoktu. Derken ne oldu nasıl oldu bilmiyorum zannediyorum gelişimizin 46 .gününde eğitimin sone erdiği ve ertesi gün kura çekilerek bundan sonraki askerlik görevinin öğretmen olarak tamamlanacağı açıklandı.Doğrusunu söylemek gerekirse sabahı zor ettik.

Sabah öğretmen bölüğü olarak kuralarımızı çektik. Kurada 2 seçenek vardı. Ya bir vilayet adı çekilerek orada öğretmenlik devam edecek ya da Okuma yazma okullarından birini çekecektik. Ben Çanakkale Jandarma okuma yazma okulunu çektim. Bir yıl orada çalışacak daha sonra bir yıl yine gönderildiğim yerde öğretmenlik yaparak askerliğimi tamamlamış olacaktım. Burhaniye’den Çanakkale’ye gitmek zor olmadı. Rastlantıya bakın ki geçen yıl burada eğitim gören amcam da oraya gitmişti.Bir yıl ara ile adeta birbirimiz takip ediyorduk.

VE ARTIK ÖĞRETMENİM

Takvimler 1968 yılının 29 Haziranını gösterdiğinde artık resmen öğretmendim. Ancak bizzat görev yapacağım okula ve öğrencilere kavuşmak için ise eylül  ayını beklemem gerekecekti. Kartvizit falan bastırmadım ama kendimi Tekirdağ’ın Hayrabolu İlçesinin Karabürçek köyü İlkokulu öğretmeni olarak tanıtabiliyordum artık.

görev

Köyüm Hayrabolu-Uzunköprü yolunun üzerindeydi. Hayrabolu’dan bindiğiniz minibüsle on kilometre kadar gittikten sonra köyün yol ayrımında indiğinizde köye 2 kilometre olduğunu gösteren yol levhası karşılıyordu sizi. Oradan içeriye 20-25 dakikalık bir yürüyüş yaparak ve iki yokuşu inip çıktığınızda yaklaşık 100 hanelik Karabürçek köyünün evlerini ve  beyaz badanası ile dikkat çeken İlkokulunu hemen fark ediyordunuz.

köyünresmi

İlkokulda iki öğretmen görev yapıyorduk. İkimiz de o yıl yeni gelmiştik. Aynı zamanda müdürlük görevini de yürüten Orhan Durak adlı arkadaşım öğretmen okulundan bizden iki devre önce mezun olan ağabeylerimizdendi. O Anadolu’da iki yıl çalıştıktan sonra köye gelmiş, ben ise ilk defa başlıyordum. Köy okullarımızın çoğunda birleştirilmiş sınıf eğitimi yapıldığını hemen herkes bilir. Bunun farklı sınıflardaki öğrencilerin aynı derslikte ve tek öğretmen tarafından okutulması olduğunu açıklamama gerek yok sanırım. Okulun o yıllarda yaklaşık 90 civarında öğrencisi bulunuyordu. Ben iki yıl görev yaptığım bu köyde önce 1-4-5.sınıfların, ertesi yıl da 4-5.sınıfların öğretmeni idim. Burada öğretmen olarak mesleğimin en mutlu ve keyifli günlerini yaşadığımı açıkça ve bütün samimiyetimle itiraf etmek isterim. Daha sonraki yıllarda görev yaptığım  yerlerdeki insanlara ,öğrencilere ait bir çok yaşantının hafızamdan silinmesine rağmen buradaki köylülerin, komşuların birlikte çalıştığım Orhan hocanın ve öğrencilerimin bir çoğunun isimleri ve görüntüleri belleğimde hala canlılığını korumaktadır.

köy

Öğretmenlerin görev yerlerinde ve özellikle köylerde en sık rastladıkları problemlerin başında barınma sorunu gelmektedir. Çünkü köyde herkesin evi kendine yetecek kadardır. Lojman da yoksa veya yeterli değilse  daha ilk günden sıkıntı başlamış demektir. Karabürçek köyü İlkokulunun bitişiğinde bir lojman vardı ve bu da evli ve bir çocuklu olan müdür görevli arkadaşımın doğal ve yasal hakkıydı. Benim nerede kalacağım ise meçhuldü. Bilmiyorum nasıl gelişti veya kim önerdi hatırlamıyorum köylünün köy imamının kalması için yaptığı iki  odadan ibaret toprak bir evde kalıp kalamayacağımın sorulduğunu hatırlıyorum. Çünkü köy imamı da bekar olup benim yaşlarımdaydı. Ben de bir sakıncası olmayacağını belirterek kabul ettim. Galiba başka bir seçeneğim de yoktu. Balıkesir- Gönen’li olan imamın adı İsmail Topaloğlu idi. İmam bir odada ben bir odada kalıyordum. Aynı evde yaşayan köpeğimiz (İmam onun adını Coşkun koymuştu) kedimiz, horoz ve tavuklarımız da hayatımızın bir parçası olmuştu artık. Hemen ekleyeyim aynı yapıyı paylaştığımız iki hayvan daha vardı. İmamla birlikte kaldığımız eve taş ve briketle eklenti yapılarak bir bölüm oluşturulmuş ve buraya da köyün boğaları bağlanmıştı. Biri manda diğeri sığır boğası olarak beslenen bu hayvanların niçin orada bulunduğunu bilmem açıklamama gerek var mı?

kedi

İmam ile  birlikte kaldığımız süre hiçbir problem yaşamadık. Belki aynı meslekten olsak bu kadar uyumlu ve samimi bir ortamı yaratamazdık. Neticede her ikimizin bazı rolleri ve sorumlulukları vardı herkes sınırını ve sorumluluğunu bildiği sürece hiçbir sıkıntının yaşanmaması da gayet doğaldı. Tabi bunların dışında her ikimiz de 18 yaşında birer gençtik. O yaşların ve çağların penceresinden baktığımızda aynı özlemleri duyuyor, aynı heyecanları yaşıyorduk. Aynı şarkıları bize keyif veriyor, aynı fıkralarla neşeleniyorduk. Bu noktadan bakınca arkadaştan da öte adeta sırdaş olmuştuk. Ben kendimi hep inançlı birisi olarak görmüşümdür. Tabi bunun gereklerini tam olarak yerine getirebiliyor muyum bunun için bir şey diyemem. Köyde görev yaptığım süre içinde fırsat bulduğumda Cuma ve teravih namazlarına gitmişliğim de olmuştur. Bu namazların bazılarında bir bağışlama duası yapılır. Yani okunan veya bitirilmiş bir hatim bağışlanması duası veya ritüeli gibi bir şey. Burada imam “Okunan hatmi şerifin sevabını………” şeklinde giriş yapıp Hazreti Adem’den başlayarak birçok peygamberi saydıktan sonra sıra diğer önemli bildik veya bilmedik kişilere gelir en sonda da “Bu hatmi şerifi okutan….nın da yakınlarına bağışladık sen bunun sevabından onları da haberdar et” diyerek bağışlama duası sona ererdi.Ben bir gün imam arkadaşıma “Adaş yahu senin cumadaki hutbelerini dinliyorum.Hatim bağışlarında çok hoş ama birçok kişiyi sayarken bak bu cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün de bu dualarından hissesi yok mu ? Onu da dahil etsen ne sakıncası olur” gibisinden bir öneride bulundum. O da bunca zamandır samimiyetimize de dayanarak “Olur adaş yahu niye olmasın” dedi. Tabi ben bunu unutmuştum. Bir gün cumaya gittiğimde yine bir hatim bağışlaması başlayınca imamla göz göze geldik o da belki o zaman hatırladı. Duanın uygun bir yerinde “Ülkemizin kurtarıcısı, cumhuriyetimizin kurucusu Hazreti Atatürk’ün ruhunu da sevabından haberdar eyle” deyince pek renk vermedi ama hazreti kısmının biraz spontane olarak fazladan kaçtığını da fark etti.Daha sonra eve gelince “Ya adaş ben yüce Atatürk falan diyecektim Hazreti Atatürk dedim acaba kötü mü oldu diye endişesini bana iletti.”Yok dert etme zaten ona çoğu kez   Gazi hazretleri diye de hitap ederlerdi “dedim bende.

İmamla birlikte kalmamızın aslında daha farklı avantajlarını  da yaşadığımı belirtmek durumundayım. O zaman İmam henüz kadrolu değildi.(Sanıyorum daha sonra kadrolu yani maaşlı oldu.) Köylü hane başı her yıl imama hak olarak üç teneke buğday verirdi. Bu onun yıllık ücretiydi. Bunun dışında  sırası ile her evden köy kahyasının getirdiği nöbet denen akşam yemeği de imama verilen bir diğer destekti. Çoğu zaman o yemeği ortak yiyorduk. Zaten gelen yemek en az 5 kişiyi doyuracak miktarda idi. Bunun karşılığında ben de imamı sabah kahvaltılarına davet ediyordum. Öğle yemeklerini de çoğunlukla okulda Orhan hocanın eşi Nuran ablanın güzel yemekleri ile geçiştiriyordum. Yani iki yıl boyunca sabah kahvaltısı dışında evde yemek yapmadım desem yeridir.

cami

Eczanede çalışırken öğrenmiş olduğum iğne yapma becerim ilişkilerimin gelişmesine çok katkısı oldu. 3-5 aylık bebeklerden başlayıp 70-80 yaşındaki dedelere kadar yüzlerce enjeksiyon yaptım. Bunun için bir ücret aldığımı hatırlamıyorum. Fakat her gittiğim yerde bu vesile ile çorbalarına, lokmalarına ortak oluyordum. Böylesi benimde onların da işine geliyordu belki. Ama bu konuda özel bir yeri olan Koca Ali’den muhakkak söz etmem gerekir. Koca Ali aslında uzaktan da biraz akrabamız olurmuş. Dedemlerden birkaç kez de selam getirip götürmüşlüğüm olmuştur kendisine. Kendisine iki sene içinde 100 kadar  enjeksiyon yapmışımdır herhalde. Çoğu vitamin veya kan iğnesi denen ilaçlardan. Onlara psikolojik olarak güvenmiş ve inanmış bir kere. Aslında bakarsanız evinde yediğimiz yemeklerle, koyunlarından sağdığı süt veya peynirlerle bunu fazla fazla ödemişti Koca Ali. Ama O hep kendini borçlu hissediyor ve bana: “Hoca bak bir kuzun var bende ona göre” diyordu her seferinde. Bende: “Canın sağ olsun büyüsün, koyun olsun, sürü olsun” gibisinden işi şakaya vuruyordum. Fakat ikinci yıl sonunda köyden ayrılırken biraz da dede dostu olmanın verdiği yakınlıkla Allaha ısmarladık demek için gittiğimde  kuzunun hazır olduğunu nereye bırakması gerektiğini sordu. Ben her ne kadar gerek yok falan dediysem de ikna edemedim. Baktım olmuyor ”ben yarın askere gidiyorum 3-4 ay eğitimden sonra gelip seni ziyaret ettiğimde alırım” diye bir çıkış yolu denedim. O da inanmış göründü. Ertesi gün sanıyorum salı idi.  Salı günleri de Hayrabolu’nun pazarı oluyordu Köye sadece Salı günü köylüleri pazara götüren bir otobüs geliyordu. Ben otobüsle değil biraz daha geç giden ve köyün tek taksisi olan Rasim Çayır’ın taksisi ile ilçeye gittim. Besimin kahvesi denen yer herkesin buluşma ve birleşme yeridir bizim köylüler için. Bende oraya gittiğimde baktım ki Koca Ali kahvenin önündeki küçük bahçemsi yerde sandalyede oturuyor. Yanında da bana vermeyi kafasına koyduğu kuzu iple bağlanmış olarak beklemekte. Tekrar selamlaştık artık kurtuluş yoktu çaresiz aldım kuzuyu. Bir başka yerde tanıdık bir gölgeye bağladım. İlköğretim Müdürlüğüne bazı askerlikle ilgili işleri halletmek üzere giderken kafamda da ben bu kuzuyu ne yapacağım şimdi diye düşünüyordum. Hayrabolu’dan Tekirdağ’a otobüs, Tekirdağ’dan Muratlıya minibüs mümkün değil olmazdı. İlköğretim Müdürlüğünde Muratlıdan tanıdığım İbrahim Akoba adında bir öğretmen arkadaşa rastladım. O da Buzağıcı köyünde öğretmendi. Hoşbeşten sonra kuzu işini anlattım. Otobüsle gitmeyeceğini o da söyledi. “Ama ben 10-15 kuzu aldım bu yaz besleyeceğim istersen bana ver, ancak parasını ay başında verebilirim dedi. Ben de nasılsa aynı kasabanın çocuklarıyız, asker dönüşü bir ara alırım diye düşünerek kendisine Koca Ali’nin bana verdiği kuzuyu verdim. Kuzunun parasını bu yazıyı yazdığım gün itibariyle yani kırk yıl geçmesine rağmen henüz almış değilim. Daha sonra İbrahim Akoba istifa edip Almanya’ya falan gitti. Bir keresinde Muratlıya öğretmenler derneğine geldi alman mersedesi ile ama ne onun aklına geldi ne de ben hatırlatma gereği duydum kuzu parasını.

ELİNDE, HERŞEY ELİNDE

Şu iki husus hep tartışıla gelmiştir. Birinci görüşe göre bireyin elinden hiçbir şey gelmez. Her şey onun dışında şekillenmektedir. İşe giremedi ise torpili yoktur. Zayıf not aldıysa öğretmen çalışmadığı yerden sormuştur. Tuttuğu takım yenildi ise hakem kabahatlidir Zengin olamadı ise piyangodan para çıkmamış veya yüklü bir mirasa konamamıştır. Başkaları mutluysa birçok şeye sahip olduğu içindir. Kendi mutsuz ise hiçbir şeye sahip olamadığı içindir. Çevre her geçen gün yaşanmaz hale geliyorsa belediyeler, hükümet veya birileri görevini yeterince yapmıyordur.

Bir diğer görüş ise her türlü sonuç bireyin seçiminin ürünüdür. Başarılı olmak, mutlu olmak, sağlıklı olmak ve hatta zengin olmak insanın tercihleri ile gerçekleşir. İnternette ve diğer yayın organlarında bu unsurların birini öne çıkaran örneklerle doludur. Galiba en doğrusu –ki benim de görüşüm o doğrultudadır- yerine göre ve belli oranlarda her iki durumunda payları inkar edilemez.İnternet üzerinden gönderilen  çeşitli konulara ilişkin güzel yazı ve görüntüleri eğer sonunda ”Bunu şu kadar gün içinde şu kadar kişiye ulaştırırsanız….” gibi buyruk kokan cümleler yoksa zevkle takip ediyorum.

Bunlardan birini de sizinle paylaşmak isterim. Büyük ustalarından bilgelik dersi alan bir öğrenci aklınca hocasına bir soru soracak ve onun da yanıldığını kendisine kanıtlayacaktır. Çiçeklerin üzerine konmuş bir kelebeği adeta avucuna hapseden öğrenci ellerini arkasına götürüp hocasına; “Bilin bakalım hocam avucumun içinde sakladığım kelebek ölümüdür sağ mıdır?” der. Aklınca hocası ölü dese avucunu açıp sağ olduğunu gösterecek, sağ dese hemen oracıkta sıkıp ölü halini gösterecek ve her halükarda hocası yanılmış olacak. Tabi hoca tam bir bilgedir cevabı da yine bilgece olur “Her şey senin elinde yavrum yaşaması da ölmesi de senin elinde.”

Gerçekten her şey bireyin elinde mi? Veya bireyin elinden gelen hiçbir şey olamaz mı?

Ben özellikle son yıllarda adeta çılgınlık haline gelmiş bu pet ve poşet kirliliğine fena takmış durumdayım. Pazara artık hiç kimse çanta ile gitmiyor. Yarım kilo ıspanak için,üç tane limon için,bir demet maydanoz için her birine birer poşet veriliyor.Markette birçok müşteri alışverişten sonra bir ekstra poşet koyuyor aldıklarının içine evde de lazım olur diye.

Bundan böyle yazlıkta eşimle birlikte sahilde sabahları pet şişe toplama etkinliğinin yanında daha az poşet tüketme kampanyasını da başlatabiliriz. Fileyi  bulamayız belki ama pazar  çantasını ve dedemin bakkal dükkanına yaptığımız gibi kese kağıdı yapıp  kullanarak evimize daha az naylon poşet girmesini sağlayabiliriz.

Bütün bunları dinlerken veya okurken bir çok kişinin gülümseyen ve küçümseyen alaylı bakışlarla: “Aman sen de söylediğin şeye bak senin 3-5 pet şişe toplamanla veya pazardan,markette poşet kullanmamanla vatan mı kurtulacak” dediklerini duyar gibi oluyorum.Ben de onlara ve herkese şu kıssa ile cevap vermek isterim.

Bir gün bir güvercin gagasına aldığı bir damlacık su parçası ile telaşlı bir biçimde uçuyormuş.Arkadaşları “Hayrola nereye gidiyorsun böyle acele ile” diye sormuşlar. O da :” “Duydum ki Hazreti İbrahim odunların üzerinde yakılıyormuş. Ben de o ateşi söndürmeye gidiyorum” demiş. Arkadaşları ona: “Senin bu uçuşla oralara ulaşamazsın, ulaşsan bile bir damlacık su ile o büyük ateşi söndüremezsin” demiş. Bunun üzerine o güvercin de: “Olsun niyetimin ne olduğu ve kimin yanında olduğum anlaşılır. Bu da bana yeter” demiş.

Gerçekten bir  çoğumuzun bireysel gayretleri belki okyanusta bir damla gibi görünse de bu damlacıkların giderek büyüyeceğini dikkate alırsak bazı şeylerin de bizim elimizde olduğunu fark edebiliriz.

OLSUN BİZDE DE ÇEVRE BAKANLIĞI VAR

Soğuk savaşın bütün gücü ile devam ettiği dönemlerde bazen bu son derece ilkel,vahşi ve acımasız yöntemlerle sürdürülür,bazen de mizahın o ince ve zarif nükte anlatışları içersinde ifade edilirdi. O günlerde bunlarla ilgili olarak günün birinde veya bir gün…..….diye başlayan  fıkralar, nükteler hep kulaktan kulağa ulaşırdı.Bu fıkralarda genel anlayış taraf ülkelerin kendini bir yandan kendini yüceltme gayreti ile birlikte diğer yandan da   karşıtlarını da önemsizleştirmesi şeklinde somutlaşıyordu.

Evet bir gün içlerinde Sovyetler Birliği yüksek görevlisinin de bulunduğu dünya ülke liderlerinin yapmakta olduğu bir toplantıda Sovyet lideri İsviçre  -veya Avusturya- Liderine dönerek ve müstehzi biçimde:”Siz batılılara ne kadar tuhafsınız. Saçmalıklarınıza adeta şaşırıyorum.Düşünsenize ülkenizin hiçbir yanında deniziniz yok ama denizcilik bakanlığınız var” der.Tabi muhatapları da hazır cevaplıkta ondan aşağı kalmayacaktır. Onlar da ”Olsun sizinde adalet bakanlığınız var” diyerek latife gerçekten latif olmalıdır inceliğine uygun yanıt verirler.

O muhayyel toplantıda bizim ülkemizin yüksek görevlileri var mıydı bilmiyorum ama şayet olsaydı ve konusu da gündeme gelseydi bizim yetkililerimize de: “Olsun sizde de çevre bakanlığı var” cümlesi ile en zarif eleştiriyi yapmış olurlardı sanırım.

Evet bizde de orman bakanlığına yapıştırılmış da olsa çevre bakanlığı vardı. Makam koltukları makam arabaları, lojmanları, hizmet binaları, genel müdürlükleri, daire başkanlıkları, kurulları, komisyonları, bütçeleri, ödenekleri ,merkez teşkilatları,taşra teşkilatları, uzmanları danışmanları, seminerleri toplantıları,raporları tutanakları,web siteleri hep var.Bütün bunlara karşın ise var olamayan tek şey yaşanabilir bir çevre.

Ancak haksızlık da etmek istemem. Dumansız alan yaratma konusunda sigara yasağının konması ve yaygınlaşması uygulamalarında şayet emekleri geçti ise bunu da teslim etmeliyiz. Belki bir çoğu hatırlamaz. Şehirlerarası yolcu otobüslerindeki yolcu koltuklarının hemen arkasında birer sigara/kül kutusu vardı. Yolculuk süresince göz gözü görmezken bile tekrar bir sigara yakılır bir de yandakine ikram edilerek dostluk geliştirici işlevinden yararlanılırdı. Yolcular arasında kundakta bebeler varmış kimin umurundaydı.Şimdi baktığımızda bize ne kadar yanlış ve yabancı geliyor değil mi?

kirlidere

Benim çocukluğum dere kenarında bostan bekleyerek geçti. Her sabah erkenden ilk yaptığım iş benim bütün gün su ihtiyacımı karşılayacak  su testisini derenin hemen yanındaki kaynaktan doldurmaktı. Biraz sonra da bahçıvanın su motoru bahçesini sulamak için çalışmaya başlayacaktı. Şimdi ne o kaynak kaldı nede o dere. Yanlış anlamayın dere yine yerinde duruyor. Ama rengiyle,kokusuyla,yoğunluğu ile akmayan akamayan bir dere. Herkes dünyasına kendi penceresinden bakar ve dünyayı da o şekilde değerlendirir.Benim dünyam da dereler,derelerimdi.Ben derelerimi istiyorum. Bunu bu hale getirenlerin,getirmekte olanların kimler olduğu gün gibi aşikar.Bunu çıplak gözle bile anlayabilirsiniz.Benim gözümde çevre bakanlığının varlığı derelerimi –hadi denizleri de katayım- ne kadar geriye getireceği ile eşdeğer bir durum.Yoksa boğazdaki gazinoların seslerinin az veya çok olması beni pek de ilgilendirmiyor.

çöplük

Sakın kimse bana kalkınmanın, sanayileşmenin, zenginleşmenin, artan nüfusun bedeli gibi sebeplerle bunu açıklamaya da kalkmasın. Şayet öyle olsaydı Türkiye’nin onda biri kadar nüfusu olup Türkiye’den beş kat fazla üreten ülkelerin pislik içinde olması gerekirdi.Önemli olan bu konuda gösterilecek olan iradedir.Bu iradeyi beklemek ve gerçekleşmediğinde de sorgulamak hakkımızdır.

İnsan olarak olayları veya problemleri tahlil ederken her şeyi dış kontrollü olarak açıklamak yanlış değilse bile en azından eksik olur kanısındayım. Birey olarak bizim hiç mi sorumluluğumuz yok? Elimizden hiçbir şey gelmez mi? Madalyonun öteki yüzünü de ayrı bir yazıda  ele alacağım.

BÜYÜME AYLARIM/ ECZACI KALFASI

Rıfkı beyden aldığım parayı öyle terziye falan kaptıracak değildim artık . Doğru dürüst bir iş yapılacağı da yoktu bu küçük kasabada. Elimdeki harçlıkla durumu idare eder, öğretmenliğe başlayınca alacağım ilk maaş ve donatım bedeli ile(O zamanlar ilk göreve başlayan öğretmene maaşı kadar bir de donatım bedeli denen para ödenirdi) özlemlerimi gerçekleştirirdim. Ama Allah gani gani rahmet etsin dedem yine başka bir teklifle geldi.”Ben dokturu ile görüştüm. Eczanesine bir çırak lazımmış yarın seni hastanede bekliyor” dedi. Dokturu dediği kasabımızın hem hükümet, hem sağlık merkezi,hem de özel doktoru olan Erduran Beydi.Biraz canım sıkıldı ama dedemi kırmak da olmaz diyerek herkesin hastane dediği ama sonraları kapısında sağlık merkezi yazan binaya gittim.Tren istasyonunun biraz ilerisindeki bu binada Erduran bey önce resmi görevini yürütüyor,daha sonra da çarşıdaki muayenehanesine gelerek özel hastalarına bakıyordu. Aslına bakılırsa benim kafamdaki senaryoya göre bu iş olmayacaktı .Doktorla görüşürken muhakkak bana ”Daha önce yaptın mı?tecrüben var mı?”falan diye soracak Benden de hayır yanıtı alınca bu  iş olmayacak,ben de dedeme durumu böyle anlatarak işin içinden sıyrılacaktım .

hastane

Hastaneye gittiğimde vakit öğleye yaklaşıyordu. kapıda 7-8 hasta sırasını bekliyordu Ben hasta olmadığım ve ayrıca da işim çok kısa süreceği için kapıyı vurarak girdim.Doktor bir an için hastayla konuşmasını kesti.Beni dinledi ben çok kısa olarak durumu anlattım.O da hemen ceketinin cebinden birkaç anahtarın üzerinde olduğu bir anahtarlığı elime tutuşturarak “Sen git eczaneyi aç ben de yarım saat kadar sonra hastalar bitince geliyorum” dedi ve benim herhangi bir şey demememe zaman bırakmadan hastası ile hastalığına ilişkin konuşmasına kaldığı yerden devam etmeye başladı. Çuvallama sırası bana gelmişti.Böyle bir senaryo için planım yoktu.Çaresiz selam vererek odadan çıktım.

Demiryolu boyunca eczaneye gitmek için istasyona doğru yürüyordum. Ama bir düşüncedir almıştı beni. Bu arada doktorun eczanesi kavramına da bir açıklık getirmeliyim belki merak edenler için.O yıllarda ilçemizin 7-8 bin kadar nüfusu vardı. Şu anda 8-10 kadar eczane olmasına rağmen o zamanlar pek verimli olamayacağı veya eczacı yetersizliği nedeni ile bildiğimiz türde bir eczanesi yoktu. Böyle durumlarda mevzuatta orada çalışan doktorlar isterlerse “Ecza dolabı” adı altında ilaç satışı da yapabiliyordu. Ama bir eczane açılması halinde bunun kapatılması gerekiyordu.Yani benim ve herkesin Eczane dediği şey yasalarda ecza dolabı denen şeydi. Hemen şunu da belirtmeliyim ki Ecza dolabımızın kapasitesi ve yoğunluğu bir eczaneden farksızdı.

Çarşı merkezinde doktorun muayenehanesi ile eczane karşı karşıya idi. Bana verilen anahtarlıkta da zaten hem eczanenin hem de muayenehanenin anahtarı vardı. Eczanenin kapısını açarak içeri girdim. O bildik ilaç kokusu karşıladı önce beni. Sonra büyük dolapların raflarında  yazılarını dahi zorlukla okuduğum irili ufaklı rengarenk ilaç kutucuklarına hayretle bakmaya başladım. Bu işin içinden nasıl çıkacaktım bir türlü bilemiyordum. Biraz sonra hastaneden reçetesi yazılan hastalar gelmeye başladı. Yüreğim de küt küt atıyordu. Gerçi doktor onları kendisini beklemeleri için tembihlemişti ama bundan haberi olmayanlar reçeteyi önüme koyuyor ve ”Hadi versene kardeşim ne bekliyorsun” diye çıkışıyor doğal olarak. Ben bir reçeteye bir adama bakıyorum yazıyı okumak ayrı bir dert okusan o kadar ilaç içinden bulmak ayrı bir dert yani kısacası olacak gibi değil. Durumu müşteriye, hastaya kendimce izah etmeye çalışıyorum. Anlayan da oluyor “Madem bilmiyorsun bırak da bir bilen yapsın” diyende.Biraz sonra doktor geldi.Bütün reçeteleri tezgahın üzerine sıra ile dizdi.Her birinin üzerine 3-5 kutu ilaç koydu. Bana da:”Sen bunların üzerlerindeki fiyatlara göre hesapla ve parasını al, ben karşıya geçiyorum 7-8 hasta görüp tekrar geleceğim ”dedi. Muayenehane de hemen karşıda olduğu için birkaç gün böyle gel-git idare ettik.Ama ben de yine tık yok. Belki doktor sen bu işi beceremeyeceksin deyip kovar diye de bekliyorum. O da olmuyor.

reçete

Bir akşam üstü eczanede ortalık biraz sakinken kendisine “Bu böyle nasıl olacak? Galiba ben bunu öğrenemeyeceğim. Bana ne kadar dayanacaksınız bakalım” diye bir giriş yaptım. O gayet rahat””Öğrenirsin öğrenirsin” demekle yetindi. O zaman öğrenmeyi çabuklaştırmak için kafamda oluşturduğum düşünceyi hayata geçirmek gerektiğini düşündüm ve  doktora da öğrenmenin çabuk olması için kendisinden reçeteleri mümkün olduğunca okunaklı yazmasını rica ettim. O da biraz da gülerek “Tabi niye olmasın” dedi. Demek bu diyardan gidemediğime göre bu deveyi güdeceğiz   düşüncesi ile  kafamda oluşturdum sistemi gerçekleştirmeye karar verdim. Eczane kapanınca ve hafta sonu önce eczanede var olan tüm ilaçların sabırla bir listesini çıkardım. Onları baş harflerine göre alfabetik biçimde grupladım.  Sonra da eczanede bulunan dolapları A,B,C,D,E…. şeklinde isimlendirdim.Ardından her dolaptaki rafları 1,2,3,4,5,6,…diye numaralandırdım. Alfabetik olarak grupladığım her ilacın karşısına  Terramycine : B/3 veya Vi-misin:B /4 gibi adeta ilaçların adresini yazdım.Açıkçası dersime iyice çalıştım. Pazartesi sabah reçete sahipleri reçetelerini uzatınca adresten dolap ve  rafa uzanıyor ve arama alanını bir metrelik bir mesafeye ve rafta bulunan 8-10 çeşit ilaca indiriyordum. Biraz sonra doktor geldiğinde kendisinden reçetelerin üzerlerine koyduğum ilaçları kontrol etmesini istedim. O bile şaşkınlığını gizleyemedi. Bir de büyük emeklerle hazırladığım ve ön tezgahta camın altındaki alfabetik ve adresli listemi görünce bayağı etkilendi. Kısacası ben 8-10 gün sonra tabir caiz ise kırk yıllık eczacı olmuştum. Zaten bir süre sonra mevsimsel olarak yoğunlaşan ilaçlar,birbirinin yerine verilen ilaç akrabalıklarını da çözmeye başladım.

dolap

O yıllarda cep telefonu hiç olmadığı gibi sabit telefon da nerdeyse lüks sayılırdı. Kasabamızdaki telefonu olanlar önce postaneyi arıyor ve istedikleri numarayı bağlatıyor veya kayıt yaptırıyordu. Ne eczanede ne de doktorun muayenehanesinde telefon yoktu. İstanbul’daki ecza deposu yandaki ilçenin tek bankası olan Ziraat bankasından ödemeli aranıyor, veya ecza deposu belli aralıklarla yine bankanın telefonundan sipariş almak için bizi arıyordu. (Şeref ecza deposu 22 61 49) Ecza deposu ve o zamanlar altı rakamlı olan telefon numarası hala aklımdadır. Siparişleri vermek için bazen ziraat bankasına ben gidiyordum. Müdür odasının koltuğuna oturarak siparişleri ilk geçtiğimde epey heyecanlanmıştım .Galiba telefonda ilk konuşmamdı.

Açıkçası yaptığım işten keyif almaya da başlamıştım. Bir kere Doktor ile olan ilişkilerimiz çalışan ve çalıştıran ilişkisinin çok ötesinde idi. Kendime olan güvenim de iyice artmıştı. Adını tarif edebileceğim gerçek bir işti yaptığım. Bazen acil hastalar gece doktorun evine gidiyor oda ilaç almaları için bizim evi tarif ediyordu. Gecenin bir yarısında bize seslenildiğinde veya camım tıkladığında kendimi çok daha önemli hissediyordum. Gecenin karanlığında ilaçlarını verdiğim insanların gözlerindeki şükran duygusunu anlatmaya sözcüklerin gücü yetmezdi.

Bir gün doktor  ”Hadi Necmi Tekirdağ’a gidip kendimize bayramlık bir şeyler alalım” dedi.  Birkaç  hafta sonra bayram olacağını hatırladım ben de. Doktor bu gibi işlerde ilçemizin tek ticari taksisi olan şoför Alinin 56 model sarı-siyah damalı chevroletini kullanıyordu. Doktorun bile henüz özel bir arabası yoktu. Bir keresinde hayali olan vosvosu(Volsvagen) alacağından bahsetmişti. Tekirdağ’da önce hazır giyim mağazasından hatırladığım kadarı ile bir siyah pardesü ile bir kanedyen türü ceket aldı bana. Daha sonra Sümerbank’a giderek ikimize de birer takım elbiselik kumaş aldık.Ben hasret kaldığım siyaha yöneldim yine Elastikotin denen yünlü kumaşı Muratlıya dönünce İlçenin duayen terzilerinden hemen eczanenin yanındaki Terzi Ali’ye verdik. Sonuçta hem alınanlar hem de dikilen elbisem  üzerime tabir yerindeyse tam cuk oturdu. Bunların hepsini büyük bir zevk ve keyifle kullandım .Hele kanedyen ceketi sanıyorum Muratlı’da hala ara sıra giymekteyim(Yani 42 yıllık ceket Galiba bu konuda Hayrettin Karacanın kırmızı kazağı ile yarışabilirim.)

kanedyen

Tabi bu arada zaman akıp gidiyordu. Mayıs ayına girdiğimizde “Doktoru yavaş yavaş bir endişe kaplamaya başlamıştı.”Senin tayin ne zaman belli olacak?”gibi soruları sıkça sormaya başlamıştı. Benim her ne kadar gerçek doğumum 14 Mayıs ise de Kayıtlara bu 15 Haziran olarak geçmiş.Dolayısı ile ben de 18 yaşını 15 Haziranda doldurmuştum.Benim Tekirdağ İli emrine verildiğime ilişkin yazı da 26 veya 27 Haziranda elime geçti.29 Haziranda Tekirdağ’da göreve başlamıştım.Hayrabolu İlçesinin Karabürçek köyüne de tayinim yapılmıştı.Tabi 1 Temmuzda da  tatil başlıyordu.Doktora durumu anlattım. Artık resmen öğretmen olmuştum. Beni kutladı.”Mecbur değilsin ama eğer bu günleri boş geçireceksen okullar açılana kadar yardımcı olabilir misin?” dedi.”Tabi niye olmasın Eylül başına kadar resmen tatil zaten” dedim. Bu kadarı bile onu rahatlatmaya yetmişti.

Sayılı günlerin çabuk geçtiği söylenir. Yine de öyle oldu. Ayrılma gününe birkaç gün varken “Hazırlan yarın İzmir’e gezmeye gidiyoruz” dedi. Bu bana önce şaka gibi geldi.”Yarın şoför Ali bizi alacak sabah şu saatte hazır olalım” deyince işin şaka olmadığını anladım. Ertesi sabah yine Şoför Ali’nin 56 model chevroleti ile yola koyulduk. Ben,doktor,eşi gönül abla, çocukları Dilek ve Hüseyin ile başlayan yolculuğumuzun ilk gecesinde Çanakkale’de  konakladık. Ertesi gün İzmir’deydik. İzmir’i ilk kez görüyordum. İlk kez gördüğüm daha birçok şey vardı. Gerçek bir sirk’i beklide ömrümde ilk ve son defa orada görecektim. İzmir dönüşü de vedalaşıp ayrıldım. Ayrılırken de bana birkaç hafta sonra şoför Ali ile köyüme mutlaka beni ziyarete geleceğini de ısrarla ve tekrarlayarak belirtmişti.

Herhalde bu bölümün burada bitmesi gerekir. Belki de beni en çok etkilediğinden, belki de diğer işlerden çok daha fazla burada çalıştığımdan olsa gerek en uzun bölüm de bu oldu galiba.Ama herkesin sabrına sığınarak yazıyı  bir iki paragraf daha uzatacağım.Görevli bulunduğum Hayrabolu ilçesinin Karabürçek köyünde 4-5 hafta geçirmiştim.Üçüncü haftadan sonra her hafta sonu doktorun gelmesini bekledim hep. Çünkü söylediğinde son derece samimi idi. Galiba gelişimin 4 veya 5.haftası dayanamayıp ben Muratlıya gitmeye karar verdim. Takvim 5 Ekimi gösteriyordu ve içimde de tarifsiz bir sıkıntı vardı.O Zamanlar Cumartesi öğleye kadar mesai vardı.Cumartesi ders çıkışı Muratlıya geldim.Evde biraz oylandıktan sonra hemen doktorun muayenehanesine koştum.Akşamın artık son ışıkları muayenehanenin camlarına vuruyordu Doktor da galiba son hastasını görüyordu.Beni görünce yani birbirimizi görünce müthiş mutlu olduk. Yaklaşık bir saate yakın sohbet ettik .Vedalaşırken ”Yarın eve bekliyorum,orada devam ederiz Gönül ablan da çok sevinecek” dedi. Ben de nasılsa yarın bol bol görüşürüz diyerek evime gittim.

Her yerde de olduğu gibi bizim kasabamızda da Cuma dışında camilerden sela okunduğunda bu  birinin hayatının sona erdiğinin işareti sayılırdı .Eve geldiğimin ertesi günü yani Pazar sabahı yine sela gelince kim acaba diye ben de herkes gibi merak ettim.Tabi acı haber hemen yine tez yayılmıştı. “Doktor Erduran ölmüş” dediklerinde buna bir türlü inanasım gelmedi. Daha dün 15-20 saat önce görüştüğümüz ve görüşmek üzere ayrıldığımız kişinin böyle bir sonu yaşayacağını pek aklım almıyordu. Tabi evine gidince acı gerçeği kabullenmek zorunda kaldım. Eşi Gönül Abla’nın durumu yürekler acısı idi. Doktor Kendisinde bronşektazi – ne demektir pek bilmem ama- olduğunu bir ara söylemişti. Öldüğünde 34 yaşındaydı Bevliye ihtisası yapma ve vosvos(Volsvagen) alma hayallerini de birlikte götürmüştü. O sırada Ecza deposu ile ilgili işleri de ancak benim yardımım ile sonuçlandırabilmiştik.

Eşi Gönül abla yarım bıraktığı tıp eğitimini tamamladı. Biyokimya ihtisasını yaptı. İstanbul’un çeşitli yerlerinde hekimlik yaptı.Şu anda bir tahlil laboratuarı vardır.Kendisi ile bu süreç içinde zamanımız elverdiği ölçüde ilişkilerimiz sürmüştür.

BÜYÜME AYLARIM/ KANTAR MEMURU

Amelelik işinden sonra belki özlediğim elbiseye kavuşamamanın da  sıkıntısı ile birkaç gün etrafta aylak aylak gezdim. Daha sonra rahmetli dedem “Ben Rıfkı beyle görüştüm onun değirmeninde kantar memuru lazımmış bir bak istersen” dedi.Zaten elde elbise olmadığı gibi kazandığımın paradan da hiç kalmamıştı.  Çaresiz büyüme aylarında bir de bunu deneyelim dedim.

Rıfkı beyin un ve yağ fabrikası Sıra dükkanlar denen caddenin sonunda kasabanın da hemen çıkışında bulunuyordu. O sıralar İlçenin iki fabrikatöründen biri olan Rıfkı bey Halk partinin de ileri gelenlerindendi. Dedemde Atatürk ve İnönü çizgisini takiben halkçı bir geleneği sürdürüyordu. Sanırım tanışıklıkları da buradan geliyordu. Bu samimiyetten doğan yakınlıkla da belki beni önermiş olacağını tahmin ediyordum.

Neyse ben gittim Rıfkı beyle tanıştım.Beni un değirmeninin bulunduğu kantara yönlendirdi.Oradaki işin bir zorluğu da yoktu.Çoğunlukla traktör veya at arabaları ile getirilen buğday çuvalları kantara konuyor.Brüt kilo yazıldıktan sonra çuval darası, çerçöp firesi.öğütme bedeli yüzdesi,kepek yüzdesi gibi miktarlar düşüldükten sonra buğdayı getirene net alacağı un kilogramını yazan pusula veriliyordu.  Fakat birkaç gün sonra anladım ki fabrikada Rıfkı beyin yerinden başka bütün yerler kaygan. “Bugün un kantarına geç, yarın un çuvalları yüklenecek, Ayçiçeği deposunda iş var” talimatları birbirini izlemeye başlayınca anladım ki burada herkes her işi yapıyor. İşler zor gelmiyordu ama biraz sanki kendimi aldatılmış hissediyordum.Yoksa  inşaatta yaptığım iş kadar yorucu bir iş değildi netice olarak.Ayrıca bir ayı doldurmadan  ayrılırsam belki sıfır ücretle çalışmış olabilirdim.Bir ayın dolmasına da 3-5 gün kalmıştı zaten.

değirmen

Fabrikanın her yerinde her işi yaparken bir gün Rıfkı beyin evine kömür inecek diye bir buyruk geldi. Rıfkı beyin birisi fabrikaya yakın bahçe içinde birisi de çarşı içinde iki evi vardı. Kamyon çarşı içindeki evinin önünde durdu.Bidonları kömürle doldurmaya başladım. Ama bir yandan da kafam karmakarışıktı. Bir taraftan herkesin “Bak öğretmen okulunu bitirememiş kömür taşıyor” diyeceği düşüncesi geçiyor, bir yandan ilkokuldan aynı sınıfta okuduğum Rıfkı beyin oğlu Nazmi ile karşılaşma ihtimali canımı sıkıyor. Bir yandan da kendimi kandırılmış ve kullanılmış hissediyorum. Yani kafam tam manası ile karmakarışıktı. .Bilmiyorum kürekle kaçıncı bidonu dolduruyordum benimle aynı işi yapan kişiye”Rıfkı beye selam söyle ben gidiyorum arkadaş” diyerek oradan ayrıldım.

Evde bu konuda bana hiç kimse hiçbir şey söylemedi. Durumu biraz sakin değerlendirdiğimde bir ayı doldurmama da 2-3 gün kalışı aklıma geldiğinde “Niye şu kömür işi en azından aylığı aldıktan sonra çıkmadı ki” diye geçirdim .Aylık olarak sanıyorum 200 liraya anlaşmıştık.O kadar çalışmışlığım ne olacaktı? Birkaç gün sonra çalıştığım günlerin ücretini talep etmemin en doğal hakkım olduğunu düşünerek Rıfkı beyin yanına çıktım. Şansa bak ki karşılaşmak istemediğim oğlu Nazmi de köşede koltukta oturmuş gazetesini okuyordu. İlkokuldan sonra hemen herkesin gittiği yerleri aşağı yukarı biliyorduk ama Nazmi için duyduğumuz sadece İstanbul’a okumaya gitmiş haberi idi. Sanıyorum İstanbul’da  Kabataş veya Galatasaray Lisesine giderek oradan da üniversite ve babasının tahtına oturmak gibi bir yol izleyecekti. İlkokulda ileri derecede bir samimiyetimiz olmasa da Nazmi beni tanımamış olamazdı. Gazetesini biraz daha yukarıya kaldırarak hangi düşünceden kaynaklandığını bilmiyorum ama o da benimle  göz göze gelmemeye özen gösteriyordu. Ben odadan ayrılana kadar da gazete aşağıya inmedi.Ben Rıfkı beye hiç uzatmadan ayrılmak istediğimi ve çalıştığım günlerle ilgili ücretimi almaya geldiğimi söyledim. Rıfkı bey beni son derece sevecen karşıladı. Belki benim hissettiklerimin ve yaşadıklarımın da farkındaydı. “Ben seni çok iyi anladım. Ben sana o işleri bilerek verdim. Pişesin,olgunlaşasın ve hayatı öğrenesin istedim.”kabilinden cümleler kurduktan sonra “Hemen  muhasebeye git ödemeyi yapsınlar” dedi. Bunu duyunca biraz rahatladım. Yandaki bölüme geçerek 180-190 lira kadar tutan paramı aldım.

Rıfkı beyin dediği gibi pişttim mi olgunlaştım mı bilemiyorum ama bazı şeyleri öğrenmeye başlamıştım. Para bir güçtü ve kimdeyse güçlü olan da oydu. Öğrenmeye başladığım gerçekler su yüzüne çıkmaya başlıyordu.

BÜYÜME AYLARIM/ İNŞAATTA AMELELİK

Daha önceki bölümlerde öğretmen okulunu bitirdiğimde 18 yaşını doldurmadığım için göreve başlayamadığım bu nedenle de yaklaşık bir yıl büyümem gerektiğini belirtmiştim.Gerçi o sıralarda mahkeme kararı ile yaş büyütmeler söz konusu idi ama ben ailenin ilk çocuğu olduğumdan böyle durumda doğum tarihi nikah tarihinin önüne geçiyor falan gibi sebeplerle bu yolu denememiştik.Gerçi daha sonra yapılan yasal düzenlemelerde mahkemelerden kaza-i rüşt kararı alınarak bu tür sorunlar halledilir olmuştu.Kaza-i rüşt kararı bireyin kronolojik olarak 18 yaşını doldurmasa bile bu yaş olgunluğuna ve sorumluluğuna sahip olduğunu belirten bir belge idi.

amele

Sınıf arkadaşlarım görev yerlerine gittikten sonra ben de evimizde çiftçilikle ilgili her yaz yapmakta olduğumuz işlerle uğraştım bir müddet. Çapa,orak,harman, saz biçme,saman taşıma, yakacak olarak ayçiçeği saplarını toplama gibi rutin işler eylül ayına kadar bitmişti. Aylaklığı biraz özlemiştim fakat biraz da sıkılmaya başladım. Ayrıca biraz da para kazanmam gerekiyordu.O sırada arka komşumuz olan Arif cambazlara eski köylülerimizden veli usta ev yapıyordu.Bana “İnşaatta benim yanımda çalışır mısın?” dedi.Ben de kabul ettim. Yaptığım iş onun buyurduğu şekilde tuğla taşımak,taş vermek,harç karıştırmak gibi işlerdi.Birlikte 20-25 gün kadar çalıştık.Orada işim bittiğinde elime yaklaşık 300 lira civarında para geçti. Bu belki o yaşa kadar elime geçen en büyük para idi. Öğretmenliğe başladığımda bile belki bunun biraz fazlasını maaş olarak alacaktım.

çiftçi

Öğretmenliğe fiilen başlamama bir yıldan az bir zaman kaldığını da düşünerek kazandığım para ile bir takım elbise yaptırmaya karar verdim. Yakın komşulardan birisi kendi evinin sokağa bakan bir odasında  terzilik yapıyordu. Raflarda bulunan birkaç çeşit elbiselik kumaş içinden siyah üzerinde  hafif çizgileri olan bir tanesinde karar kıldım. Ölçüler alındı. Artık benim de sınıfa girdiğimde yatılı okulda verilenlerin dışında esaslı bir takım elbisem olacaktı. Bir kaç gün sonra üzerinde beyaz dikişleri olduğu halde provaya hazır olarak askıda yerini almıştı elbisem.Prova yapılışı sırasında keyfim kaçmaya başlamıştı. Elbisede sezdiğim tuhaflıklarla ilgili olarak terziye          “Şu omuzlar çok dar olmamış mı?” veya “Pantolonun bel kısmı biraz garip değil mi?” diye sorduğumda Terzi “O önemli değil” “Merak etme ondan bir zarar gelmez” gibi beni hiç de tatmin etmeyen cevaplar veriyordu.

Elbise tamamlanıp eve getirdiğimde sadece bir kez giyebildim. Omuzları ve paçaları olabildiğince dar orta kısmı da olabildiğince geniş dikey bir baklava dilimine benzer bir görüntü ortaya çıkmıştı. O kadar gün çalıştığımın karşılığıma mı yanayım, aylar sonra okulumda öğrencilerimin karşısına çıkacak takım elbisenin gittiğine mi yanayım şaşırdım. Ama olan olmuştu ve bu da hayatın başka bir tecrübesi idi.

BENİM OKULLARIM / ŞİDDET

Son yıllarda adına şiddet dediğimiz olaydan bizim çocukluk ve okul yıllarında dayak, sopa gibi daha avam ifadelerle bahsediliyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse ailede, okulda ve kışlada pek de yadırganmayan bir eğitim ve cezalandırma yöntemi idi. “Eti senin kemiği benim”, “Dayak cennetten çıkmadır”,”Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”,”kızını dövmeyen dizini döver” “Dokuz nasihatten bir serencem iyidir”gibi anonim değerlendirmeler yanında “Nush ile uslanmayı etmeli tekdir,tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” gibi ünlü şairlerimizin kabulleri de bu konuda anlayış birliği oluşturuyordu.

Yıllar sonra görev gereği bu defa şiddet uygulayanları sorgulama durumuna geldiğimde ilgili öğretmen veya yöneticilerden “Ah hocam hiç eskiden böyle miydi? Bir de şimdiye bakın çocuğa dokunsan, biraz kulağını çeksen soluğu ya milli eğitimde ya da savcılıkta alıyor.” şeklinde eski  günlere ait özlemleri ve bu güne ait yakınmaları duyabiliyorduk .Aslına bakarsanız bu kabul hukuki mevzuatımıza bir şekilde girmişti.O tarihlerde Danıştay’ın bir dairesinin terbiyevi amaçlarla dövmeyi kabul edilebilir olacağına dair kararlarını bile incelemelerde kullanmak ve değerlendirmek durumunda kalıyorduk.Tabi terbiyevi amacın veya terbiyevi şiddetin ölçüsü veya başlayıp bittiği yer neresidir o da ayrı bir konu.

Aileden, ilkokuldan başlayarak 12.sınıfa kadar olan eğitim basamaklarının her aşamasında ki bunlara erkeklerin askerliğini yaptıkları kışlayı da ilave edebilirsiniz-farklı görüntü ve miktarlarda olmakla birlikte bu olguyu yaşamak mümkündü. Bireyin kendi yaşamasa bile buna tanık olması dahi aslında hoş olmayan bir durumdu. Şükürler olsun ki yüksek öğretim döneminde bu yoktu. Yoktu ama bu defa ya öğrenciler birbirlerine veya polis tarafından öğrencilere uygulanması biçiminde de olsa muhatapları değişerek aynı filmi görmeye devam ediyorduk. Düşünebiliyor musunuz lise seviyesinde öğretim gören bir öğretmen okulu öğrencisi kahvehanede görüldüğü için, tavla oynadığı için veya bir başka nedenden ötürü bir şekilde cezalandırılıyor, ama aynı öğrenciden birkaç ay sonra gerektiğinde köy kahvesine giderek toplumu aydınlatması ve yönlendirmesi bekleniyordu. Tabi bu anlayış ve kültürle büyüyen birinin kendi yaşamında yaşadıklarını bir ebeveyn, bir öğretmen olarak kendinden sonrakilere yansıtması kadar doğal bir şey olamazdı.

Neticede biz de bu toplumun bir parçasıydık. Bu uygulamaların ve anlayışların ne kadar dışında kalabilirdik? Gerek 8-10 yıllık öğretmenliğimde ve gerekse de ana baba olarak sayıları 1-2 kez de olsa buna tevessül etmenin utancı, mahcubiyeti ve pişmanlığı içindeyim. Hiçbir şeyin bunu mazur göstereceğine de inanmıyorum. Durumu kurtarmak için “Ama çok yaramazdı,hiç derslerine çalışmıyordu,okuldan sürekli kaçıyordu,sigara içiyordu,bana karşı geliyordu ve küfür ediyordu…..” gibi yüzlerce gerekçeyi sıralasak bile dayağın, şiddetin bir aczin ve yetersizliğin ifadesi olduğu gerçeğini değiştiremeyiz.Bu bakımdan bu uygulamanın parçası olarak hatırladığım ve hatırlamadığım herkesten özür diliyorum,yıllar sonra hatırlayıp pişmanlık duyanları da özür dilemelerine gerek kalmadan affediyorum.

Bazen arkadaşlarla da konuşmuşluğumuz olmuştur. Şöyle geriye dönüp baktığında insanoğlunun bir yığın yanlışı olduğunu kendisi bile fark ediyor. Acaba yaratan yarattığına bir şans daha vermeyi düşünmez mi diye de aklımdan geçmiyor değil.Yani ilk yaşananları hayatın bir müsveddesi olarak kabul edersek ikincisini de temiz ve gerçek defter düşünmek gibi yani.Bunların her ikisinde de aynı hataların ve yanlışların yapılması halinde artık kişinin cezalandırılması gerektiği biçiminde yani.