BENİM TATİLLERİM

Şöyle bir geriye dönüp baktığımda bana en anlamsız,en karmaşık ve en  içi boş gelen kavramlardan birisi tatil kavramıdır. Özellikle öğrencilik yıllarımızda yaz başlangıcında okulları kapanması ile sonbaharda tekrar açılana kadar geçen zamanın adı idi tatil bana göre. Bu geniş zaman dilimini içine ailece yapmakta olduğumuz tohum ekmek,tarla çapalamak, orak biçmek,harman yapmak,saman taşımak,saz biçmek,ayçiçeği ve mısır tarlalarında yapılması gereken işleri yapmak, inek otlatmak ve  alınmış olan 2-3 kuzuyu gütmek gibi faaliyetler giriyordu. Şayet bunların dışında da zaman kalırsa bostan tarlasını beklemek her durumda kullanılacak joker türünden işlerdendi.

Bu bakımdan sonbaharda okullar açıldığında bizim için en azından bedenen dinlenme günleri başlıyordu.Okul döneminde de en çok zorlandığım soruları başında öğretmenlerin “Tatilinizi nasıl geçirdiniz? Veya daha sonraları”Yeni yılınız nasıl geçirdiniz?” biçimindeki soruları idi. Bunları cevaplamak yerine başta matematik olmak üzere diğer derslerin sınav sorularına muhatap olmayı tercih ederdim doğrusu. Ama sonraları bende sağdan soldan “Denize gittik, piknik yaptık,meyve ve kuru yemiş yedik,tombala oynadık gibi cevapları duymaya başlayınca demek bunların yapılması gerekiyormuş diyerek mahcup ve masum yalanlarımın arasına bunları da eklemek zorunda kaldım.

O günlerden kalma bir bağlantımıdır bilmiyorum sonraları deniz ve tatil arasında bir eşleştirme ve ilişki zinciri kafamda yerleşmiş oldu. Denizi ilk kez sanıyorum en fazla 4-5 yaşlarındayken Gelibolu Koruköyde Hacı dedemlerin yanına gittiğimde gördüğümü hayal meyal hatırlıyorum. Daha sonra diğer dedem bizi sanıyorum 11-12 yaşlarındayken bir kez Tekirdağ’a denize götürmüştü..O gün komşumuz Mübaşir Şevki amcanın üzüm bağından bu gün hala kokusu ve lezzeti belleğimde yer etmeiş üzümlerden yediğimizi hatırlıyorum. Dedem dahil hepimiz beyaz iç donlarımızla bu engin ve tuzlu maviliğin içinde yuvarlandık akşama kadar.

İlçemiz Tekirdağa veya sahile 20-25 kilometre kadar yakın olmasına rağmen bu tarihten sonra uzun yıllar denizle pek yakın olamadım. 1966 yılında öğretmen okulunu doğrudan geçtiğimiz için bizi yaz çalışmasına çağırmışlardı.  Bu süre içinde sanıyorum 10-15 günlük selimpaşada bir yaz kampına gitmemiz programlanmıştı. Şayet gidebilseydim belki de denizle ilk ciddi buluşmam olacaktı.

Hayatta hep rutinin dışına çıkılması,.belirsizlikler,bilinmezlikler,yaşanmamışlıklar, denenmemişlikler hep beni ürkütmüştür. İleriki yıllarda  eşim Nuray beni bu konularda biraz daha cesaretlendirecektir. Selimpaşa işi de beni bu yönü ile sevindirmekten çok kaygılandırmıştı. Nereye gidecektik,nerede kalacaktık ne tür kıyafetler gerekecekti,son derece sınırlı olan param yetecekmiydi sorularına cevap aradı zihnim bir süre.Ayrıca o sıralarda Babam Almanyadaydı ve evdeki yukarıda belirtilen işler dedem ninem ve anneme kalmıştı. Butun bu duyguların etkisi ile Selimpaşaya gitmek yerine memleketime gitmek için müdürden izin istedim.O da birkaç soru sorduktan sonra izin verdi. Ve ben tekrar eski tatil anlayışımın bir tekrarını yapmak üzere Muratlı’ya döndüm.

Daha sonra Eğitim Enstiüsündeki öğrencilik yıllarında İstanbulun sedef adası,sudiye ve Kumburgaz sahillerinde denizle buluşmak fırsatını buldum.

ARADA BİR İSTANBUL / BOĞAZ TURU

İstanbul ve boğaz her zaman birbiri ile bütünleşmiş ve birbirini hatırlatan iki sözcük olarak yer alır hep zihinlerde. Boğazı gezip görmeden İstanbul’u tanımak ve anlamak neredeyse imkansız gibidir. Ömrümün yarısından fazlasını İstanbul’da yaşamış biri için ise boğaz belki giderek sıradanlaşan bir görüntü haline geliyor.

En son boğaz gezisini sanıyorum 7-8 yıl kadar önce Kadıköy’de oturduğumuz sırada eşim Nuray ile birlikte gerçekleştirmiştik. Boğaz turu için bindiğimiz adına tekne, motor, gemi,vapur sözcüklerinden hangisi ile tarif edeceğimizi bilemediğimiz araca bindiğimizde neredeyse  kulakları sağır edercesine yüksek volümlü ve son derece bozuk cihazlar aracılığı ile aktarılan müzikten   adeta kulaklarımız sağır olmuştu. Eve geldiğimizde bile müziğin dayanılmaz kalıntılarının kulaklarımızda izi vardı. Keyif almak için çıkılan bir tur herhalde ancak böyle bir gürültü ile zulüm haline getirilebilirdi.

Okul arkadaşım Nuri Erkmen ve eşi Hüsniye hanım yine bir boğaz gezisi yapmayı önerince  “İnşallah 7-8  yıl önceki gürültü işkencesi tekrarlanmaz” düşüncesi ile bir boğaz turu daha yapmaya karar verdik. Osmaniye’den kalkıp ve evimizin yanından geçen Halk otobüsü Eminönü’ndeki bizi tur motorlarının hemen yanına kadar götürdü. Şubat ayının12. günü olmasına karşın hava çok soğuk sayılmazdı. Saat 11.00 den başlayarak hemen hemen birer saat ara ile yapılan turların ilk seferini yapan araca bindik. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Araçta    müzik yine olmasına rağmen rahatsız edici boyutta değildi.

Soldan işleyen deniz trafiği güzergahı izlenerek Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının yanından süzülerek ilerleyen tur motorumuzdan   kendi kaderine terkedilmiş içinde belki düne ait bin bir anı yaşanan Savanora yatını ve şu sıralar taraftarlarını pek mutlu edemeyen Galatasaray takımının adasını selamladık. Sanki oyuncak arabalar halinde akıp giden araç araçlara zemin oluşturan köprülerin altından geçtik. Rumeli Hisarının muhteşem görüntüsünü de izledikten sonra hemen onun ilerisindeki ikinci köprü dediğimiz Fatih Sultan Mehmet köprüsünün altından bir U dönüşü yapan teknemiz bu kez boğazın karşı kıyılarındaki güzelliklerle bizi baş başa bıraktı.

Dönüş istikametinde restore edilmek üzere giydirilmiş Kuleli Askeri Lisesini, Beylerbeyi sarayını görme fırsatı bulduk. Şu anda hatırlayamadığım birçok keyif verici görüntüyü de yaşadıktan sonra motorun Üsküdar’a yanaşmasını fırsat bilerek rutinin dışına çıkıverdik ani bir kararla.

Her ne kadar Marmaray inşaatı dolayısıyla Üsküdar meydanının görüntüsü biraz  çirkinleşmiş olsa da bu sahilde bir gezinti yapma isteğinden bizi alıkoyamadı. Mihrimah sultan camisi ile kız kulesi arasındaki mesafede bir gezinti yaptıktan sonra tekrar vapura binerek geziye başladığımız noktaya geldiğimizde saatler 14.00 gösteriyordu ve karnımız da iyice acıkmıştı. Hemen oracıkta “Kalyatai-i Barbaros” teknesinin üzerinde ızgaraya konup pişirilip satılan üç tarafı denizlerle çevrili ülkemin balıklarından değil de muhtemelen Norveç Uskumrusu olabileceğini tahmin ettiğim ve oldukça da lezzetli bulduğumuz balıklardan yedik. Evlerimize gitmek üzere   hemen yandaki otobüs durağına yöneldik.

İstanbul, boğaz, arkadaşlar ve gezi, gerçekten her şey çok güzeldi. Belki de biz güzeli bakmak ve güzeli görmek üzere yola çıkmıştık. Oysa “Ucube” aramak için çok uzaklara gitmeye de gerek yoktu. “Gökkafes” ten başlamak üzere o doğal doku ile uyuşmayan yapıları, kenardan kenardan başlayıp yeşili yok ederek oluşturulan betonlaşmayı makinemin objektifi gördü ama ben hiç görmek istemedim o gün. Çünkü bu ucubeler “Kaldırın yıkın buradan” demekle yok olacak özellikte değildi. Gariban bir sanatçının eseri de değildi. Bunlara yıkın diyeceklerin gözleri önünde, belki de onların katkısı ile ortaya çıkmıştı bunlar. Dedim ya biz onları hiç görmedik, biz hep güzel şeyleri gördük o gün.

BENİM EVLERİM / BİZİM EVLERİMİZ

Tekirdağ İli, Hayrabolu İlçesi Muzruplu köyünde dünyaya gelmişim. Resmi kayıtlarda her ne kadar doğum tarihim 15.06.1950 olarak yazılı ise de anam ısrarla ”Ben onu bunu bilmem.Bu gün gibi hatırlıyorum sen Adnan Menderes başa geçtiği gün doğduydun” diyor. Bu hesaba göre de ben 14 Mayıs 1950 doğumlu oluyorum. Topraktan (kerpiçten)yapılmış ve  kapılarının hepsinin açık bir hole açıldığı birbirine bitişik üç odadan ibaretti evin tamamı. En baştaki odaya biz aşmek evi derdik. Aş ve ekmek odası yani mutfak işlevini de gören bu oda galiba evin en büyük odası idi. Ortada günlük oda dediğimiz bölüm vardı. Diğer yandaki odaya ise biz “soba” derdik ki bu da misafir odası demekti.  Buraya pek girilmez dantelli örtüler renkli kilimleri ile gerçekten misafir odası idi. Daha sonra bu yapılara değirmen ve bir de bakkal dükkanı eklenmişti. İlk bakışta şartların iyi gibi görünmesine karşın okul çağına gelmemizde köyde okul olmaması  buradan göçmemizin en önemli nedenini oluşturacaktı.

Doğduğum ve 5-6 yaşına kadar çocukluğumun geçtiği evden o günlerde anne ve babamın çektirdikleri gelin-damat resminin arkasındaki  fon, annemin evin arkasındaki bahçede o günlerin belki de tek eğlence aracı olan tahtarevalli ile oynarken ve evin fırınını ateşlerken çekilen görüntülerin dışında bir şey kalmadı elimde.

1956 Eylül’ünde Muratlı ilçesindeki evimize göçtüğümüzde ev iki odadan ibaret toprak bir yapı idi. Daha sonra her yıl ihtiyaçlar doğdukça  bu yapının sağına soluna arkasına yine topraktan ilaveler yapılıyordu. Baş kısımdaki ilave Fikret amcam için yapılmıştı. Daha sonra adına indirme ya da sundurma dediğimiz eklentilerle ilgili çalışmalar her yıl bizim için bir rutin haline gelmişti. Yan taraftaki arsada kendimiz biraz kerpiç kesiyor, onlar kuruduktan sonra çamurla duvarları örülüyor, birkaç tahta parçası ile üstü kapatılıp kiremitlerle de üstü örtülünce en azından bir oda veya bir bölüm kazanılıyordu.

Tabi kiremitler eski ve yetersiz kaldığı için özellikle yağmurlarda odaların çeşitli yerlerinden adeta serum damlacıkları gibi damlamaya başlıyordu. O sıralarda bunun için en pratik çözüm geniş tepsileri ve leğenleri akan yerlere koymaktı. Çeşitli tonlardaki tıp tıp seslerinin ritmik vuruşu ise hala kulağımdadır.

Daha sonra yeni yaptırdığımız eve taşınınca indirme ve sundurma gibi bölümlerden başlayarak çıkan tahtaları yakacak olarak kullanmak için sökme ve yıkma işlemleri meşgalemiz olmaya başladık Daha önce nasıl her yıl  bir bölüm ekliyorsak şimdi de her yıl bir bölüm yıkılıyordu. Ailemizde birçok kişinin acı tatlı hatırasını taşıyan, Dinçer’in çocukluğunda o zaman var olan atımız üzerinde çekilen resme fon teşkil eden bu yapı altmış yıla yakın geçmişi ve kalan kısımları ile adeta zamana meydan okuyordu.

ev1

Öğretmenliğe başladığım Hayrabolu ilçesinin Karabürçek köyünde de imamla birlikte kaldığımız toprak ev bir yerde benim doğup büyüdüğüm evlerle aynı özellikleri taşıyordu. O bakımdan iki yıllık yaşantım fazla yadırgamadan gayet mutlu biçimde geçmişti bu evde.

ev2

Askerlik eğitimi sonrası geldiğimiz Çanakkale Okuma yazma okulunda geçici bir süre bizden önceki arkadaşlarımızın kaldığı evde kaldık. Daha sonra sürekli yemek yediğimiz Trakya lokantasının üstündeki bir dairede 5-6 kadar bekar arkadaş birlikte kaldık.

Zonguldak İli Devrek İlçesi Gökçebey bucağı,Hacımusaköyü,Herkime mahallesi İlkokulunda çalışırken 8 metrekarelik müdür odası Nuri ile bizim zorunlu barınağımızdı.Bu minik odanın içinde şekilleniyordu dünyamız. Odanın  penceresinin dış kısmındaki çiçeklerimiz de günlük hayatımızın bir parçası idi.

ev3

İstanbul Beykoz Bozhane yetiştirme Yurdunda birlikte çalıştığımız Nusret’le ikimize ayrılan kaloriferli oda belki de şimdiye kadar kaldıklarımız içinde en konforlu ve rahat olan barınağımızdı.

ev4

İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsüne gidince benden önce 5 arkadaşın tuttuğu yarı bodrum bir eve  6. kişi olarak katıldım. Yaz tatilinde bir gün gittiğimde evin bütün bölümlerinin sular altında kaldığını görünce her biri Anadolu’nun çeşitli illerinde olan arkadaşlara durumu söyledim. Onlar evi değiştirme yetkisini bana verince yine aynı çevrede galiba adının “Yayla apartmanı” olarak hatırladığım apartmanının yüksek girişini kiraladık. Önce “Öğrenciye, bekara vermem” diye  nazlandıysa da yaptığım öneri ve güven verici teminatlar sonucu evi  tutmayı başardım. Bu evde okuldan mezun oluncaya kadar sayısı duruma göre 6,7,8 civarında olan arkadaşlarımızla birlikte kaldık.

Urfa’da çok kısa bir süre kaldığımız için ev tutmayarak Halk Eğitim Merkezinde 5-6 bekar arkadaşla birlikte bize ayrılan odada kaldık

Tekirdağ’a geldiğimizde bir kaç kararsızlık ve iptalden sonra nihayet Peştamalcı caddesinde Hasan Çıkırıkçıoğlu’na ait bir apartmanın 5.katında 35-40 metrelik teras katını tuttuk.  Ev iki küçücük oda ve mutfaktan ibaretti ama o günler için bizim ihtiyacımızı karşılıyordu. Bu ev aynı zamanda bekarlığa vrda ederek değerli eşim Nuray ile tuttuğumuz ve aile kimliği oluşturduğumuz evdi. Yani bundan sonra barındığımız yerler evim değil,evlerimiz olacaktı.

Kaldığımız katın bir alt katı boşalınca biz hemen oraya taşındık. Evlerin sahibi aynı kişi olduğu için birde bir kat alt olduğu için taşınmak problem olmadı.  Burası öncekiye göre biraz daha büyüktü. 50-60 metrekare olan yeni evimizde bir de çocuğumuz olduğu için kömür sobası kurmak zorunda kaldık. Fakat bu defa da kömür koyacak yer yoktu. Apartmana yaklaşık 100 metre kadar ilerde bir tanıdığın almış olduğu metruk bir eve kömürlerimizi koyduk. Her akşam oradan en az iki kova kömürü getirerek 4. kattaki evimize çıkarmak benim görevimdi. Ayrıca Tekirdağ’da şehir suyunun düzenli akmadığı günlerde kömür deposuna yakın bir  sokak çeşmesinden bidonlarla su taşımak da benim sorumluluğumdaydı. Bütün bunlara rağmen o günler belleğimizde tatlı bir anı olarak saklı durmaktadır. Ev sahibimiz Hasan Çıkırıkçıoğlu şu anda hayatta değil ama eşi Münevver hanım ile hala samimi ilişkilerimiz devam etmektedir.

Kahramanmaraş’a tayinimiz çıktığında önce ben gittim. Ev bulmak gerçekten zordu. Sınıf arkadaşımız Mustafa Günaslan’ın tutuğu evin yanında onun evine bakarken hemen bitişiğinde emekli İlköğretim Müfettişi Muzaffer Arı ile tanıştık. Kendisinin yardımı ile hemen kendi sokaklarının karşısında Meliha Kocabaş adında emekli bir öğretmenin evini tuttuk. Ev arka sokaktan bakıldığında bir kat, önden yani bahçeden bakıldığında ise iki kat görünüyordu. Kod farkından dolayı arka taraf yarı bodrum sayılırdı yani. Üst katında ev sahibi kendi oturuyordu. Alt katı da Muzaffer beyin ısrarı ile bize verdi. Evin girişi arkadandı Önünde de gayet güzel bir havuzu ve bahçesi vardı. Belki de ben zeytin,kayısı,kiraz,incir ağaçları ile gül ve diğer çiçeklerle bezenmiş olan bahçesine vurulmuştum. Evin arka cephesindeki bölümleri depo ve kömürlük olarak kullanıyorduk .Ön tarafa bakan üç oda kullanıma en uygun bölümdü.

ev6

1984 Aralığında ikinci çocuğumuz doğunca ev bize yetersiz gelmeye  başlamıştı. Birde tayin isteklerimizden ümit kesmeğe başladığımızda yeni bir eve taşınma gereği duyduk Şehir Merkezine daha yakın Bahçelievler semtinde 4 katlı bir apartmanda üç oda bir salondan oluşan yeni bir daireye taşındık. Kahramanmaraş’ta İstanbul’a gelmeden önceki son yılımızı da bu evde geçirdik.

İstanbul’la geldiğimizde özellikle kiralık ev sıkıntısı had safhada idi. Bugün olduğu gibi emlakçıların camlarında sıra sıra kiralık ev ilanlarına hiç rastlanmıyordu. Eş dost tavsiyesi ile Bakırköy’ün Osmaniye mahallesinde Berk apartmanında  Ahmet amcanın evini neredeyse Nuray’ın bir maaşı karşılığı bir ücrete kiraladık. Onun maaşından kalan miktar ve benim maaşla  geçinmek ve kooperatif taksitlerini ödemek için çok sıkı mali politikalar uyguluyorduk. Ahmet amca ile her yıl için yüzde otuz kira artışında anlaştık ve kontrata da bunları geçtik. Ahmet amcanın evinde 7-8 yıl oturduk. O zamanlar özellikle kiralardaki fiyatlar  son hızla artıyordu. Ahmet amcanın kirada üç dairesi vardı. Sık değişen kiracılar sonunda bazen yıllık yüzde yüze varan artışlar oluyordu. Bu durumda bizim yüzde otuzluk artışlarımız bile çok gerilerde kalıyordu. Ahmet amcanın talepleri karşısında bazen altı ayda bir ve yüzde otuzun üstüne çıkabilen artışlar yapmak durumunda kalıyorduk. Tam Nasrettin Hoca fıkrası gibi yani  herkes kendince haklıydı.

Yine Osmaniye’de bulunan ve şu an hala oturmakta olduğumuz evi 1993 sonbaharında aldık. Babam o zaman kiracı çilesinden bıktığı Muratlıdaki dükkanını satarak bunun parasını bize verdi. Bunun üzerine biraz da borçlanarak artık kendi evimizde oturmanın keyfini sürecektik. Mevcut paramızın üstüne borçlanmayı döviz cinsinden yaptığımız için meşhur 5 Nisan kararlarından bizde üzerimize düşen dersi aldık. On aylık zaman aralığında 13 liradan aldığımız doların en son kısmını 38 liradan ödeyerek neredeyse yüzde üç yüzlük tarihi bir rekora imza attık. Ama Neticede 1994 Haziranında emekli olan Nuray’ın emekli ikramiyesini de kullanarak bütün borçlarımızı kapattık. Artan para ile de sadece bir bulaşık makinesi alabildik.

Kiracılık artık sona ermişti. Herhalde bunun sıkıntılarını çocuklar her ay yapılan hesaplamalardan da hissetmiş olacak ki küçük oğlum ”Kapının zilindeki ismimizin altına ev sahibi yazalım” dediğini hatırlıyorum.

2000 yılında çocuklarımızın her ikisinin okullarının Anadolu yakasında olması dolayısıyla ulaşım sorununu en asgari seviyeye taşımak adına dört yıllık bir süre için  Kadıköy’de Marmara Üniversitesine yakın bir  ev kiraladık. Bu bizim aynı anda hem ev sahibi hem de kiracı kimliğini birlikte taşımamızı sağladı. 9 katlı Altınsoy apartmanının 4. katındaki 10 numaralı evimizde yaşadığımız günlerin belleğimizde çok özel ve çok farklı yeri vardı hep.

Çocuklarımızın okullarla olan ilişkisi sona erip  her biri kendi istikametinde iş hayatına atılınca 4 yıl ayrı kaldığımız Bakırköydeki kendi evimize döndük.  Halen de bu evimizdeki yerleşikliğimiz  devam etmektedir.

VE GENÇER BÜYÜYOR/YÜKSEKOKUL

Zamanı gelince her öğrenci gibi Gençer de üniversite sınavlarına girdi. Çok da iyi bir puan aldı. Yani o puanla Türkiye’nin hangi üniversitesine isterse girebilirdi dersek hiç de abartmış olmayız. Tabi yelpaze ne kadar geniş olursa karar vermek de o denli güç oluyordu. Birçok okuldan yazılar teşvikler geliyor bu da kafaları biraz daha karıştırıyordu. Birlikte bazı devlet ve vakıf üniversitelerini gezdik. Vakıf üniversiteleri her ne kadar burs verseler de açıkçası sürekliliği konusunda endişelerim vardı. Çocukları yönlendirmek hem uygun değildi hem de çok zordu. Yoksa içimizden geçen tıp fakültelerini telaffuz bile edemiyorduk. Neticede çeşitli danışmanlardan alınan bilgilerin ışığında Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümüne kaydını yaptırdı. Koç lisesinde okuduğu İngilizce ile hazırlıktan da muaf oldu. Ama Boğaziçi gibi popüler bir kurum da olsa daha önce söylediğim gibi Gençer’in okullarla yıldızı bir türlü barışmadı. Sanıyorum okula sadece bitirmek için gitti ve süresi içinde bitirdi de. Tahmin ediyorum daha özgür, daha iyi,daha kaliteli ve daha keyifli yaşamanın ateşi yanıyordu galiba Gençer’in içinde hep.Tabi bunun da bir bedeli vardı.Bu bedeli bizden hiçbir zaman talep etmedi ve kendisi sağladı.Üniversite yıllarında Destek finansta çalışarak bir öğrenciye göre iyi de para kazanıyordu Altınoluktaki küçük yazlığımızı alırken ağabeyi ile birlikte onun desteğinden de yararlandığımızı açıklıkla söyleyebilirim.

diplomay

Gençer bizden veya bazılarından farklı olarak hayatı bazı sınırların ve kalıpların dışında algılıyordu bana göre. Belki de yeni neslin bir özelliği idi bu. Okulu bitirdiğinde stajını yapmakta olduğu kurumdan bir iş teklifi aldığını hatırlıyorum. Bizim gibi düşünenler için bu bulunmaz fırsat olarak değerlendirilir.  Çünkü bizim kriterlerimiz bildik ve alışılmış kriterlerdi. Evinde kalmak, kolay ulaşmak, kira vermemek tahmin edilebilir ve öngörülebilir ortamlarda yaşamak gibi  durumları bir avantaj olarak değerlendiriyorduk.

Tabi Gençer görüşme sonunda bu öneriyi daha önce Hollanda’da çalışmak üzere yaptığı başvuruyu kast ederek  (B) planı olarak değerlendireceğini belirtmiş. Oysa bu bizim “Eldeki bir kuş daldaki üç kuştan yeğdir.” anlayışımıza uymuyordu ama karar onundu ve saygı duymak gerekirdi. Tabi bazen hayatta risk almak da gerekiyordu ve Gençer bu konudaki amacını gerçekleştirmişti. Bu yazıyı yazdığım  tarih itibari ile de Hollanda’nın Amsterdam kentinde çalışmasını sürdürmektedir.

VE GENÇER BÜYÜYOR/ÖZEL KOÇ LİSESİ

“Gençer  artık Özel Koç Lisesi öğrencisi olmuştu.” cümlesi kolay kuruluyor ama o noktaya hiç de kolay gelinmedi. Dinçer’in Cağaloğlu Anadolu Lisesine kaydı sırasında yaşadığımızın bir benzerini de  bu sırada yaşadık. Bilindiği gibi Özel Koç lisesi paralı bir okuldu ve normal şartlarda bizim gibi memur bütçesi ile orada öğrenci okutmak imkansız gibi bir şeydi. Sınavdaki derecesini dikkate alarak ancak burslu olarak okutabilirdik. Önce evimize yakın olması sebebi ile Avrupa yakasındaki Robert koleji telefonla arayarak talebimizi ilettik Onlar son derece klasik bir tavırla; “Siz ücretinizi yatırıp kaydınızı yaptırın,daha sonra da başvurunuzu değerlendiririz” biçiminde bir cevap verdiler. Bizi pek ciddiye bile almamışlardı yani. Bunun üzerine bize oldukça uzak durumda olan  Özel Koç Lisesine bizzat giderek genel Müdürleri Jale Hanımla görüştüm. Son derece anlayışlı ve güven verici biçimde  şu tarihe kadar belgenizi ve diplomanızı getirin önce ön kaydınızı ve sonra da kesin kaydınızı yaparız” diyerek gerekli güvenceyi verdi. Ben de ön kayıtların yapılacağı son gün sınav sonuç belgesi ile Cağaloğlu Anadolu Lisesinden ortaokul diplomasını da alarak Tuzla/Kurt köydeki Özel Koç Lisesine gittim.

Tabi ben tüm bu yolları tren,vapur,belediye otobüsü,minibüs gibi araçlarla yaptığım için Bakırköy’den okula vardığımda saat 14.00 ü geçmişti. Genel müdürün odasına da uğrayayım falan derken de saat 16.00 oldu. Kayıt bürosuna gittiğimde o gün ön kayıtların son günü olduğunu-ki bunu zaten biliyordum- ve sınav takvimine göre ön kayıtların saat 15.00 de sona erdiğini öğrendim. Kurum ciddi bir kurumdu ve her şey usulüne uygundu. Ben bir kez daha her şeyi yüzüme gözüme bulaştırmıştım. Kısmet değilmiş deyip Gençer’in diplomasını eski kurumuna verip “Ne yapalım kaldığı yerden devam eder.”  diyerek kaderimize razı olduk. Okulların açıldığı ilk günlerde annesi bir şansımızı deneyelim diyerek Özel Koç Lisesini tekrar aradı. Tesadüfe bakın ki bir kaç öğrenci kaydını yaptırmadığı için açılan kontenjana Gençer’in kaydını yapmak üzere bizimle iletişim imkanlarını aradıklarını söylemişler. Biz kaybettiğimiz fırsatı tekrar bulacaktık galiba. Bu konuda sicilim pek olumlu olmadığı ayrıca o gün de işim olduğu için Gençer annesi ile gitti. Aynı gün hem kayıt yaptırdılar hem de Gençer Özel koç lisesinin fiilen tam burslu öğrencisi olmuştu.

Evet istediğimiz olmuştu ama yeni durumlar yeni sıkıntıları ve tereddütleri beraberinde getiriyordu. Okul gerçekten mükemmel bir kurumdu. Ama orada okumanın görünen ve görünmeyen sıkıntıları ile baş edebilecek miydik. Öncelikle Tuzla’da olan okula Bakırköy’den gidiş problemi başlı başına bir sorundu. Her ne kadar servisten yaralanma hakkı olsa da Bakırköy yakasından giden 2-3 öğrenci için servis konması mümkün değildi. Önce idareten bir araçtan yararlanıldı .O araç da yarı yılda bıraktı. Diğer öğrencilerin tuzu kuru idi ve bir şekilde işlerini hallederdi. Ama biz ne yapacaktık. Okulla temasa geçerek yarım dönem yatılı olmasını sağladık. Ama bu da tam bir çözüm sağlamıyordu. Sonun da oturduğumuz evi kiraya verip Kadıköy’den bir ev kiralayarak hem Marmara Üniversitesinde okuyan Dinçer’in hem de Gençer’in ulaşım problemini kolaylaştırmış olduk.

İkinci endişemiz bursluluğun sürekliliği konusundaki kaygılarımızdı. Belli bir not ortalamasını tutturmak ve disiplin suçu işlememek bunun en baş koşulu idi. Gençer’de zaten bunun bilincindeydi.Özellikle derslerdeki başarısı ile ilgili bize hiçbir sıkıntı yaşatmadı .Klasik ödüllendirme araçlarından olan takdir ve teşekkür belgelerinin yanında da bu okulun özel olarak geliştirdiği akademik başarı belgelerinden o kadar çok aldı ki  sayısını hatırlamıyorum.Ayrıca  çeşitli etkinliklerde aldığı şilt,plaket vb. ödüller de evimizin duvarlarını ve kendisinin masasını süslemişti .Disiplin konusunda da herhangi bir tatsızlık olmadı sanırım.Yalnız son sınıfa geçince gerek bursu kaybetme korkusunun  azalmasından ve gerekse üniversite hazırlıklarının etkisi ile devamsızlık ve geç gelme ile ilgili birkaç mektup  aldık ama ne yapalım bu kadar kusur kadı kızında da vardı.Varlıklı çocuklarla okumanın getireceği kaygıları da yaşadık bir süre.Fakat bu kaygıların da yersiz olduğunu anlamamız uzun sürmedi.Bu gün hala bu okulda birlikte okuduğu arkadaşları ile samimi ve köklü ilişkileri sürmektedir.

VE GENÇER BÜYÜYOR / BU NİSAN BAŞKA 1 NİSAN

1997 nin bir nisanında  yani o malum tarihte  yaşadığımız  acı olayı ve ardındaki sıkıntılı günleri Dinçer’le ilgili bölümde ayrıntılı olarak anlatmıştım. Gençer de o olayı hazırlamakta olduğu bir ödevinde haber konusu olarak değerlendirmişti. O kazadan en fazla hasarla kurtulan Dinçer olduğu için o günlerde ve haftalarda tüm dikkat ve itinamız da onun üzerindeydi. Hasarın sadece fiziksel bir olay olmadığını ayrıca evde bir başka çocuğumuzun daha olduğunu bazı olaylar bize hatırlatacaktı. Hangi konu görüşüldüğünü hatırlayamadığımız bir günde Gençer’den: ”Keşke ben de ağabeyim gibi olsaydım, keşke benim de belim kırılaydı da ben de yatsaydım” biçiminde biraz isyankar, biraz meydan okuyucu tavırlar görünce çocuk denen varlığın dünyasını anlamak ve gerekli dengeleri tutturma açısından ana,babalığın ne denli zor zanaat olduğunun da farkına vardık.

wahr

Bir tarafı onarırken bir tarafı kırmama hünerini becerebilecek miydik bunu zaman gösterecekti.

VE GENÇER BÜYÜYOR / ANADOLU LİSESİ

Aynı ana babadan olmalarına ve aynı ortamda yetişmelerine karşılık bazı yönleri ile çocuklarımızın birbirinden ayrı özellikler de olduklarını biz de fark edebiliyorduk. Dinçer’in sakin, kurallara bağlı ve temkinli biri olmasına karşın Gençer’de sınırları  ve kuralları zorlayan bazı özellikleri görebiliyorduk. Her ne kadar ders başarıları yönünden bir sıkıntı yaratmadılarsa da bu farklılıkları da gözden kaçmıyordu .Cağaloğlu Anadolu lisesinin hazırlık ile ondan sonraki 1.  ve 2. sınıflarında pek problem yaşamadıysak da 3. sınıfa gelindiğinde bazı derslerin gidişatı ve bazı problemler sonucu  bu okulun giderek Gençer’e dar gelmeye başladığını hisseder olduk. O sıralarda 5 yıllık İlkokullar İlköğretim okullarına dönüşmüş, Anadolu liseleri  ve özel okullar 8. sınıftan sonra öğrenci almaya başlamıştı. Gençer  bu sınavlara  da girdi ve özellikle özel okul sınavlarında iyi de bir derece yaptı.

Bunun üzerine Gençer’i kalıplarının dışına çıkarıp yeni bir başlangıç ve yeni bir heyecan yaratmak uğruna Özel Koç Lisesine kaydını yaptırdık.

VE GENÇER BÜYÜYOR / İLKOKUL

Ağabeyi gibi okumayı biliyor halde birinci sınıfa başlamasından mıdır bilemiyorum çeşitli bahanelerle o yıl yaklaşık 2 aya yakın devamsızlığı oldu. İlkokulun ilk üç sınıfını Nevra Öcal Öğretmende, 4.sınıfını aynı zamanda benim de ortaokuldan sınıf arkadaşım olan Gülay öğretmende okudu. 5. sınıfı da annesinin emekli olduktan sonra çalışmaya başladığı Özel Arel Kolejinde Melal öğretmende okudu. Girdiği Anadolu Lisesi sınavlarında ağabeyinin de okumakta olduğu Cağaloğlu Anadolu Lisesini kazanınca tereddütsüz olarak kaydını oraya yaptırdık.



Tabi hem beş yılın yorgunluğu, hem sınavların yoruculuğu sonunda gerçekten özgürce bir gezmeyi ve dinlenmeyi hak etmişti. O dönemde özellikle bir günümüzü İstanbul’a ve bir günümüzü Edirne’ye ayırdığımız gezi benim  için de en keyif aldığım zaman dilimi idi.

Daha sonraki yıllarda lise eğitimini kapsayacak olan Cağaloğlu Anadolu Lisesinde  eğitim maratonuna başlayacaktı.

VE GENÇER BÜYÜYOR / OKUL ÖNCESİ

1986 yazında Kahramanmaraş’tan  tayinimiz çıktığında Gençer henüz bir buçuk yaşına gelmişti ve bundan sonraki yaşamını İstanbul’da sürdürecekti. Kahramanmaraş’ta iken bir müddet annem baktı. Bir ara Nuray ücretsiz izin aldı Böyle idare ettik. İstanbul’da da yine Nuray’ın akrabalarından Güllü adındaki bir kızımız hem Bakırköy’de hafta sonları daktilo-muhasebe kursuna gidiyor hem  de Gençer’e ablalık yapıyordu. Ertesi yıl da evimizin yakınındaki  Özel Oya Anaokulundan başlamak üzere eğitim dünyasına adımını atmıştı. Gençer oldum olası okullara pek  ısınamamıştı . Bu durum genetik miydi yoksa üç yıl devam ettiği anaokulunun verdiği bıkkınlıktan mı kaynaklanıyordu hiçbir zaman anlayamadım. Sabahları evden en son ben ayrıldığım için Gençer’i çoğunlukla Ana okuluna götürmek benim işimdi. Ama gidişimiz tam bir festival olurdu. Evin dış kapısından itibaren  “Bir şey unuttum, çişim geldi, şuram ağrıyor gibi engelleme, geciktirme ve oyalama taktiklerini devreye sokardı çoğunlukla. Okula gidildiğinde önce biraz direnir ama  en sonunda kapının ötesine geçer ve herkes kendi dünyası ile buluşurdu. İki yıl  Özel Oya Anaokuluna bir yıl da saha sonra devam edeceği A.H. Tanpınar İlkokulunun ana sınıfına giderek neredeyse  okul öncesi alanında mastırını tamamlamış oldu.

İlkokula başlamadan mütevazi bir sünnet töreni yapmıştık.Ağabeyi 10 yaşlarında olduğu için  pelerinli, taçlı, asalı kıyafetleri  giyme ve onunla gezmeyi pek istemiyordu. Gençer 6 yaşlarında olduğu için biraz  da işin eğlencesindeydi ve rengarenk giysilerle günün keyfini çıkarıyordu. Onun da keyfi iş sona erince kaçmıştı. Ağabeyi daha sabırlı ve dayanıklı olmaya çalışıyor, Gençer ise: ”Çok acıyor,üfleyin., herkes üflesin, madem üflemeyeceksiniz niye kestirdiniz“diye yaygarayı basıyordu.

sünnet

Anaokulları ve sünnet aşamalarından sonra o da ağabeyinin devam ettiği A.H.Tanpınar İlkokulunda yeni okul hayatına adımını atacaktı

BİR BAŞKA ÖZEL GÜN / 31.12.1984

Kitaplardan öğrendiklerimizle ya da bizzat pratik yaparak kendimizi çocuk büyütme konusunda yavaş yavaş tecrübeli gibi görmeye başlamıştık. Ayrıca tek çocuk olarak büyümenin Dinçer’e de haksızlık olacağını düşünüyorduk. Sonra bir kardeşin mevcudiyeti paylaşma ve dayanışma duygularının kazanılmasında da yararlı olabilirdi.

Bütün bunların sonunda Kahramanmaraş’ta üçüncü yılımızı çalışıyorken, yani 1984 yılının sonlarına doğru Dinçer’i ağabey konumuna yükseltecek zaman yaklaşıyordu. İkinci deneyim olduğu için biraz daha sakindik. 30 Aralık gününün akşamı biraz da önceden yaşananların verdiği tecrübe ile artık gitme zamanının geldiğini düşünerek hastaneye gittik. Tesadüf bu ya bu defa Tekirdağ’da yaşadığımız şanssızlığı yaşamadık. Hem sürekli kontrolleri yapan doktor, hem de bir öğretmen arkadaşımızın ablası olan hemşire de hastanedeydi. Bu durum da bizi çok rahatlattı.

Tabi gelecek kardeşin huyunu suyunu bilmiyorduk. O da ağabeyi gibi ise hiç acele etmeye gerek yoktu. Biraz gecikse 1985 in ilk çocuğu olarak kayıtlara geçebilirdi. Medyada hep böyle haberlere rastlamışızdır. Bizim ki de galiba öyle olacaktı. Fakat durum tam tersi oldu. Beyefendi ağabeyinin tam aksine acelesi varmış gibi bir an önce gelmek isteğinde  1984 yılının  Aralık ayının  31. gününe gireli henüz birkaç saat  olmuştu. Yani 1985 yılının ilk çocuğu olamadı ama  1984 ün son çocukları arasına girmiş oldu. Eve geldiğimizde artık 4 kişilik bir aile haline gelmiştik.