VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ANTALYA

Alanya’da altı gece konakladıktan sonra Antalya’ya yola çıktık. Alanya-Antalya arası 130 km olup yaklaşık 2 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşım gerçekleşiyor.Antalya öğretmenevinde iki gece konakladık.Buradaki hizmet ve yaklaşım da hoşumuza gitti.Ancak coğrafyanın kendisine sağladığı avantajı da eklersek Alanya öğretmenevinin birkaç adım daha ileride olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.Antalya’da kaldığımız sınırlı süre içinde  görülmesi gereken yerleri yine meslek ve okul arkadaşlarımız Mustafa Günaslan ve Fatma Yazgan’ın yardımı ile gezdik.

Özellikle döneceğimiz gün gezdiğimiz Düden şelalesinin çok özel bir yeri olduğunu söyleyebilirim Şelalenin çeşitli bölümlerini gezdiğinizde farklı bir duygunun ve iklimin bütün benliğinizi kapladığını hissediyorsunuz.

Antalya müzesine gitmemiz yeri bize çok iyi tarif edildiği için çok zor olmadı. Kuruluşu 1922 yıllarına kadar dayanan müzenin ziyaret ettiğimiz binada 1972 yılından beri hizmet verdiğini öğrendik. Müze içinde 14 salonda ve geniş bahçesinde sergilenen eserleri hayranlık ve beğeni ile izledik.Müze ihtiva ettiği eserler ve kurtarma kazılarındaki buluntuları ile dünyanın önemli müzeleri arasında yer aldığı bilinmektedir. 1988 yılında “Avrupa Konseyi Yılın Müzesi” ödülüne layık görülmesi de rastlantı olmasa gerek.

8-10 günlük Alanya/Antalya seyahatinin finalinin muhteşem olduğunu söyleyebilirim. Belki önceden planlamaya çalışsak böyle keyif ve mutluluk verici olmazdı. Bazen olayları kendi akışına bırakmak da galiba en iyisi diyor insan. Alanya öğretmenevinde tesadüfen rastlaştığımız meslektaşımız ve okul arkadaşımız Feridun Yazgan bize muhteşem yakınlık gösterdi. Daha sonra Antalya’ya geldiğimizde yine onun örgütlemesi ile orada görev yapmakta olan diğer okul arkadaşlarımız ve eşleri ile birlikte bize Antalya Öğretmenevinde bir akşam yemeği verdiler. Ertesi akşam da sınıf arkadaşımız -ayrıca Nuray’ın ev arkadaşı- Ayşe Sözeri  ve eşi bizi misafir etti. Dostluk,vefa,özlem,kadirşinaslık, paylaşma,dayanışma gibi  çoğunu sıralayamadığım ama insanın içini ısıtan sözcüklerle ifade edilen duyguları ve mutlu zaman dilimlerini bize yaşattılar.Hepsine gönül dolusu teşekkürler. Sağ olsunlar var olsunlar.

“Akdeniz turumuzla ilgili yazılarımıza burada son veriyorum.” demeye hiç dilim varmıyor. Tanıdıkça ve gördükçe gezilmesi gerekli daha fazla yerlerin olduğunu fark ederek bundan sonraki gezilerin gündeminde buluşmak dileğiyle…

VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ALANYA

Yaklaşık 14 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Alanya’ya ulaştık. Ben de eşim Nuray da buraya ilk kez geliyorduk. Sadece buraya değil Ak denizi de il görüşümüz olacaktı. Akdeniz ile ilgili bilgilerimiz coğrafya kitaplarından kalan “Yazlar kurak ve sıcak kışlar ılık ve yağışlı….dağlar denize paralel olduğu için kıyıları ege gibi girintili çıkıntılı değildir…” şeklinde birkaç cümleden ibaretti. İlk defa bu bölgeyi bizzat görecek, tanıyacak ve yaşayacaktık.

Otogardan daha önce yer ayırttığımız öğretmenevine ulaşmamız çok kolay oldu. Çünkü öğretmenevi ve otogar arasında sadece bir cadde vardı.Öğretmenevinde önce 3 gecelik yer ayırtmıştık.Daha sonra bunu görülen lüzum üzerine kademeli olarak 6 geceye çıkardık. Aslında kendi kurumlarımız olmasına rağmen öğretmenevleri hakkında çok olumlu duygulara sahip değildim. Birçoğunun gerek hizmet ve gerekse işletmecilik anlayışı bakımından tatminkar olmadığını dostlarımızdan da duyuyorduk. Ancak Alanya öğretmenevinde konakladığımız günler boyunca yaşadıklarımız bu izlenimleri silmeye yetti. Öğretmenevi Alanya sahilinin Kleopatra plajı olarak isimlendirilen birkaç kilometrelik kumsalın tam karşısında adeta bu kumsalı kucaklayan bir tesis görünümünde. Hizmet ve işletme anlayışı da  bu görkem ve güzellikle paralellik gösteriyor. Yani daha önce yerleşmiş olan öğretmenevi imajından farklı bir fotoğrafı yakaladık burada

Birçok otel ve konaklama yerinin bulunduğu ve öğretmenevinin de önünden geçen cadde boyunca yürürken bir otelin önünde rastladığımız çok farklı bir bitkiden bahsetmeden geçemeyeceğim. Daha doğrusu ağaç diyebileceğimiz bu bitkinin gövdesinde salyangoz büyüklüğünde ve uçları iyice sivriltilmiş taşların olduğunu görünce bir an bunların sonradan yapıştırılmış olduğunu zannediyorsunuz. Ancak iyice yaklaşıp baktığınızda bu sivriliklerin ağacın doğal yapısının bir parçası olduğunu fark edebiliyorsunuz. Afrika’dan getirildiği söylenen ve son derece güzel çiçekleri olan bu ağaca”Maymun çıkmaz” veya “Maymun tırmanmaz” adının  verildiğini öğrendik. Gerçekten de bu gövde yapısı ile maymun veya benzeri hiçbir canlının tırmanamayacağı  bir koruma kalkanını doğa ona armağan etmiş.

Alanya gerçekten görülmeye değer güzellikteki bir coğrafya parçası. Yerleşik nüfusunun 95 bin olduğu şehrin giriş levhasında belirtiliyor. Bu sayı içinde çoğunluğunu Almanların oluşturduğu 10-15 bin yabancı da var. Yabancıları sabahın erken saatlerinde denize girmelerinden, sistemli yürüyüş ve spor yapmalarından fark edebiliyorsunuz.

Alanya’nın yerleşimi somut bir biçimde şöyle tarif edilebilir. Kanatlarını iyice açarak yönünü güneye yani Akdeniz’e çevirmiş bir kartalı hayal edin. Kartalın başını ileriye doğru uzanmış 200-250 metre yükseklikte  bir burun üzerinde Alanya’nın simgesi olan kalenin bulunduğu bölüm olarak düşünün. Kartalın geniş kanatları sağ yani batı tarafındaki kısım Kleopatra plajını, diğer  tarafın da  Alaeddin Keykubat plajının oluşturduğu kilometrelerce uzanan kumsalı canlandırıyor. Kalenin doğu kısmı iskele ve diğer alışveriş merkezlerinin bulunduğu daha eski bir yerleşim özelliği taşıyor.Daha sonradan gelişen batı bölümü de şehrin bütünlüğüne uygun güzellikte yapıları ile ayrı bir güzellik katmış kente.

Alanya’da bulunduğumuz süre içinde görülmesi gereken yerler olarak bize üç yer önerildi. Bunlar Alanya’yı simgeleyen kalesi, Damlataş mağarası ve Dim çayı diye tarif ettikleri yerler idi. Biz de bunlara bir de Alanya müzesini ekledik ve böylelikle denize girme dışında gündemimiz şekillenmiş oldu.

Alanya kalesi daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi denize adeta bir kartal başı gibi uzanan bir burunu andırmaktadır. Karşıdan çok küçük gibi görünen yapıyı yakından incelediğinizde geniş bir arazi üzerine konuşlandığını fark ediyorsunuz. Şehrin her iki yanından kalenin,kaleden şehrin her iki yanının gece ve gündüz çok muhteşem olduğunu hemen belirtmeliyim. Kalenin tarihsel geçmişi Helenistik döneme dayanmakta ise de bu günkü tarihi dokusu ağırlıklı olarak 13.yüzyıl Selçuklular zamanının izlerini taşımaktadır. 1221 yılında kenti alan Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından yaptırıldığı belirtilen kale bütünlüğü içinde 80 kadar kule,140 burç,400 e yakın sarnıcın bulunduğu ve halen de  Hisariçi ve Tophane mahallesi gibi iki yerleşimin varlığı dikkate alındığında kalenin büyüklüğü hakkında bir kanaate varmak zor olmasa gerek…

Damlataş Mağarası da hemen Alanya kalesinin dibinde Cleopatra plajının bitim noktasında bulunmaktadır. 1948 yılında liman inşaatı sırasında dinamitleme çalışmaları yapılırken bulunduğu söylenmektedir. Mağaranın bütünlüğü içinde binlerce sarkıt ve dikit çok ilginç görüntüler oluşturmaktadır.Mağara boşluğunun 200-250 metrekare büyüklüğünde  olduğu tahmin edilmektedir. Senenin 5-6 ayında damlamalar olduğu için sanıyorum mağara damlataş adını almış.Ayrıca mağaranın ihtiva ettiği atmosferin kimyasal bileşimi astım hastalarına şifa verdiği de söylenenler arasında.

Dim çayı da Alanya’nın 10-15 km. uzaklıkta Dim çayının denize döküldüğü yerden başlayıp gerilere doğru yani çayın doğduğu istikamete doğru çayın etrafını kapsayan güzelliklerden oluşuyor. Ayrıca  Dim mağaralarını da burada görülmeye değer güzellikler arasında sayabilirsiniz. Dim çayı boyunca ilerlediğinizde çay üzerine yapılmış ve çayın suyunun tutulduğu baraj gölüne ulaşıyorsunuz. Barajın hemen altından başlayarak çayın denize döküldüğü istikamete doğru gittiğinizde hem eşsiz doğa güzelliklerinin farkına varıyorsunuz hem de çeşitli piknik ve eğlence tesislerinde nostaljik dakikalar geçirebiliyorsunuz. Ayrıca bu tesislerin birinde yediğimiz taze alabalık lezzeti  hala damağımızda tazeliğini koruyor.

Müze olarak Alanya’da Atatürk müzesi ile Alanya Müzesi olduğunu öğrenince önce Atatürk evi müzesine gitmenin doğru olacağına karar verdik. Fakat oraya vardığımızda müzenin tadilat nedeni ile kapalı olduğunu öğrenince binayı sadece dışarıdan görmekle yetinmek zorunda kaldık. Bunun üzerine oraya çok yakın olan Alanya müzesine yöneldik. Buradaki ziyaretimiz yaklaşık 1-2 saat kadar sürdü. 1967 yılında ziyarete açılan müzede arkeolojik ve etnografik eserlerin sergilendiğini gözlemledik. Müze binasının içinde ve bahçesinde Helenistik,Roma ve Bizans dönemine ait buluntular ile Selçuklu,Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarına ait eserlerin mevcut olduğunu öğrendik.Teknik ayrıntılarla bu bölümü uzatmak yerine Alanya’ya gidenlerin burasını da programlarına dahil etmelerinin uygun olacağını söylemekle yetineceğim.

Ege ve körfez için zeytin ne ifade ediyorsa Alanya için de narenciye ve özellikle muz onu ifade ediyor. Fakat ne yazık ki bu güzelim bitkilerin geçmişleri de kaderleri de aynı hazin senaryoyu paylaşıyor dersek ne demek istediğimin anlaşılmış olacağını düşünüyorum.

GÖRÜLEN LÜZUM ÜZERİNE

Alanya seyahatimizle ilgili izlenimlerimi yazarken üç günlük olarak rezerve ettiğimiz öğretmenevindeki konaklama süresini görülen lüzum üzerine altı güne çıkardığımı belirtmiştim. “Görülen lüzum üzerine” ifadesi bizden önce  ve bizim kuşak için  çok tanıdık bir ifadedir. Alınan bir kararın veya gerçekleştirilen herhangi bir tasarrufun herkesçe çok bilinen ancak açık olarak anlatılamayan formel veya enformel gerekçesi olarak kullanılmıştır çokça. Yani “Fazla uzatmayın ben öyle uygun gördüm.”  Biçimindeki açıklamaya daha uygun bir anlayışı ifade eder.

Bizim Alanya’da üç günden daha fazla kalmamızı açıklamak için; deniz güzel, şehir güzel,doğa güzel,yemekler güzel v.b birçok gerekçe sıralanabilirdi. Tabi bunların da etkisi yok değildi. Ama bir gerekçe daha vardı. Bunu burada açıklamak ne dereceye kadar doğru ve gerekli bilemiyorum. Ancak o günlerde büyük oğlumla bilgisayarda yaptığım yazışmalar sırasında blogumda ayrıntılı olarak açıklayacağıma söz verdiğim için biraz detaya girmek ihtiyacını hissediyorum.

Alanya’ya geldiğimizin sanıyorum hemen ertesi günü idi.(Galiba 6 Ekim Çarşamba günü olacak) Sabah saat 9.00-9.30 civarında bir bankadaki işimi bitirdikten sonra öğretmenevindeki 303 nolu odada yatağın yanındaki bir koltukta otururken başımın –belki de etrafımın- döndüğünü hissederek 1-2 metre yanımda bulunan yatağıma uzanma ihtiyacı hissettim. Tabi ne olduysa ondan sonra oldu. Yatağa uzandım yerine, yatağa yığıldım demem belki daha doğru olurdu. Gözümü aralayıp baktığımda  tavanın atlı karınca misali sürekli dönmekte olduğunu görünce gözlerimi tekrar kapama ihtiyacı duyuyordum. Beynim özellikle ayaklarıma hiç hükmetmiyordu. Kalkmak kımıldamak ne mümkündü? İnsan kendini adeta pelte gibi hissediyor. O anda insanın aklından neler geçmiyor ki?   Söylediklerin, söyleyemediklerin, yaşadıkların,yaşayamadıkların,yazdıkların,yazamadıkların, yakınların, dostların, sevdiklerin, hepsi bir film şeridi gibi beyninden akıyor. Ölümün soğuk nefesi bile bu arada   resmi geçide katılıyor.

Bir ara gözümü tekrar kapattığımda nerden geldi veya nereden takıldı bilemiyorum gözümün önüne daha önce bilgisayarda sıkça oynadığım skraybl  tablosu gelmeye başladı. Zemini yeşil olan bu tablo biraz grileşmiş şekliyle gözümün önünden kayıp duruyordu. Kelimenin,cümlenin iki-üç katı  kutucuklarına rastlayan  F,J,V,Ğ harflerini içeren sözcükler uygun yerlere cuk oturuyordu. Puanlar katlanarak artıyordu. Bu kabus ve karmaşa tam olarak ne kadar sürdü bilmiyorum. Hatta bir ara dalıp uyur gibi de oldum. Sanıyorum bir saatten fazla geçti. Bir ara tekrar gözlerimi açıp tavana bakmayı denedim. Bir yandan da ya tekrar tavan dönerse diye de endişe ediyordum. Tavanın yavaş yavaş sabitlendiğini görünce biraz rahatladım. Önce  güçlükle de olsa doğrulmayı denedim. Ayaklarımın beni güçlükle de olsa taşıyacak duruma geldiğini hissettim. Sevgili eşim Nuray’ın da desteği ve yardımı ile en yakındaki sağlık ocağına gittik. Doktora durumu anlattım. Tansiyonumu ölçtürdü normaldi.(13,8 çıktı) Daha sonra doktor kendince bu durumun gerekçesi ve sebebi olabileceğini tahmin ettiği bir dizi soru sordu. Tansiyon var mı?,Sıcakta çok kaldın mı?Kusma veya bulantı var mı? Feşmekan tür yiyecekler yedin mi? Mide ve bağırsaklarından şikayetin var mı? Şurası acıyor mu? Burası ağrıyor mu? v.b. soruların ben hepsine hayır cevabı verdim. Zaten gerçek olan da buydu. Bunun üzerine doktor da hiçbir açıklamaya gerek duymadan  “Size iki ilaç yazıyorum.Biri halsizlik için diğeri de baş dönmesi için” dedi. Reçeteyi elimize alarak en yakın eczaneden ilaçlarımızı aldık. Bir gün sonra yüzde yetmiş,üç gün sonra da kendimi yüzde doksan olarak iyileşmiş hissettim. Allaha şükür şimdi daha da iyiyim.

Derinliğine düşününce belki şükredecek çok daha fazla şeyimiz olduğunun farkına vardım. Olayın kendisi çok sevimli olmasa da meydana geliş zamanı ve ortamı bakımından şanslı olduğum kanaatini taşıyorum. Yatağımın hemen yanındaki koltukta ve yardımcı olabilecek en yakın kişinin yanında olmak yerine sokakta,araçta ve daha da kötüsü denizde yüzerken olsaydı sonucu ve akıbetini düşünmek bile istemiyorum. Bu yazıyı”Bakalım Mevlam neyler,neylerse güzel eyler” cümlesi ile bitirmek galibe en iyisi.

Herkese sağlıklı günler ve yıllar……………….

ZEYTİN ÜZERİNE

Körfezin muhteşem serinliğini yaşadıktan sonra sırtımı denize vererek kaz dağlarının zeytinliklerine kendimi salıverdim öylesine. Bir zeytin ağacına sırtımı yasladım. Zeytin dallarının yeşilliği karşısında büyülenmemek elde değildi. Daha dikkatlice dinlediğinde adeta her bir ağacın kendi hikayesini fısıldadığını duyabiliyordunuz.

“Ben artık yılları saymayı unuttum. İnsanoğlu benim ömrümün 2000 yıl olduğunu söylüyor. Hiç düşünebildiniz mi insanoğulları olarak sizler 70-80 yıllık bir ömre neler sığdırıyorsunuz ve benim 2000 yıllık ömrüme neler sığdıralabileceğimi  “Zeytin yağlı yiyemem…” diye başlayan türküleriniz var ama zeytinyağlı…. diye başlayan veya zeytinyağı ile yapılan yemeklerin hepsini yazmaya veya yapmaya kalksanız bir insan ömrü bile yetmez.

İyi bakın bu gövdelere iyi bakın.. Her birinde okuyabilene bir tarih yazıyor. Bu yaşlanmış bedenin gölgesinde zeytin gözlü sevdalılar ne aşklar ne ayrılıklar yaşandığını siz nereden bileceksiniz? Ve siz ne bileceksiniz ki bu beden ne savaşlara tanıklık etti. kaç ana kuzusu beni  kendine siper etti ve kaç genç fidan benim dallarımın altında can verdi.

Kahvaltı sofralarınız siyahından yeşiline, biberlisinden bademlisine benimle süslenmiyor mu? Kimbilir kaç amelenin ekmeğine katık oldum. Kolesterol,kalp damar tansiyon şikayetlerinizi anlatmaya başladığınızda doktorlarınız illaki beni önermiyor mu? Dökülen,kepeklenen saçlarınız,kırışan cildinizin devasını ben de aramıyor musunuz?  Bir haftadır kabız olan hemşerim sen bari biraz vefalı ol. Bronzlaşan teninizde benim hiç mi payım yok? Akdeniz insanının güzelliği ve cazibesinde benim katkımı inkar edebilir misiniz?

Kimbilir kaç inanmış insanın iftarında hurmanın yanında yer aldım. Kandillerde gecelerinizi aydınlığa ben çevirmedim mi?

“Zeytinyağı gibi üste çıkmayı böbürlenme yerine kulanırsınız ama siz benim bunca yıllık yaşıma başıma bakmadan,onlarca,yüzlerce yıl benden aldıklarınızı adeta bir anda unutarak altımdan girip üstümden çıkıyorsunuz. Rant ve yağma gözünüzü o kadar  büyülemişki yıllardır altın yumurtlayan tavuğu gözünüzü kırpmadan yok etmek için adeta yarışıyorsunuz.

Yap-Sat’çılarınız ,yöneticileriniz bir kat daha fazla diye kendini yırtarken diğer yandan birde altın arayıcılar altımı oymaya başladı. Bunca yıl aldıklarınızın, bunca yıl verdiklerimin karşılığı bu mu olacaktı?….”

Benim bu feryatlar karşısında ne zeytin ağaçlarına bakacak yüzüm nede söyleyecek sözüm vardı. Belki de oradan sessizce ayrılmak en iyisi idi.

İZMİR’E DOĞRU

Yaklaşık kırk yıl önce geldiğim (Galiba 1968 yılında gelmiştim) İzmir şehrine bir dost ziyareti  sebebi ile eşimle birlikte tekrar gelme fırsatı bulduk. Şimdiki İzmir’in yıllar öncesinin anılarında hayal meyal kalmış olan görüntüleri ile hiçbir benzerliğinin  olmadığını hemen belirtmeliyim. Özellikle Karşıyaka ve konak meydanı arasındaki deniz ve sahil kucaklaşmasının günün her saati için ayrı bir büyüleyicilik içerdiğini ifade edebilirim. Zamanımızın sınırlı olması sebebi ile elbette İzmir’in tamamını gezemedik. Ama gezip gördüğümüz yerler dahi bu kentte  insan yüreğinin bir başka biçimde atabileceğinin müjdesini veriyordu.

Kemalpaşa İlçesinde güzel kiraz bahçelerini, kıvrımlı dağ ve orman yollarında insana dinginlik veren doğal güzellikler gerçekten çok hoşumuza gitti. Daha da önemlisi bu güzel ilçede  Mustafa Kemal Atatürk’ün 9 Eylül öncesi İzmir’i yakıp yıkarak düşmanın denize adeta süpürülüşünü izlediği ve yanında bunan İsmet paşaya “Paşam Anadolu seferi yüz akı ile sona ermiştir. Bundan sonra başka işlerimize bakarız” buyruğunu verdiği tepeyi ve bir gece konuk olarak kaldıkları evi görme fırsatı bulduk. Olayın anısına Gazi’nin bir akşamüzeri elini siper ederek kaçan düşmanı ve yanan İzmir’i izleyen görüntüsünü temsil etmek için dikilmiş olan heykeli görünce bu büyük insanla tekrar gurur duyduk ve ona  olan sevgi ve  hayranlığımız bir kat daha arttı.

Burada emekli olan bazı insanların kendileri için oluşturdukları bir dünya var. Şehrin biraz dışında ama yine de ulaşılabilecek bir noktada edindikleri birkaç dönümlük bir coğrafyada hayallerine uygun bir konut ile  bahçelerinde de çeşitli bitkilerle oluşturdukları bu dünya gerçekten insanları çok mutlu ediyor. Bizi İzmir’de bulunduğumuz süre içinde 3 gece konuk eden dostlarımız  Mahmure  ve Bekir Dilek Çiftinin de Foça İlçesinin Kozbeyi köyünde benzer bir dünya yarattıklarını söyleyebiliriz. İzmir’deki son gecemizi de burada geçirdik. Gerçekten üç dönümlük bir arsa içinde çok emek ve harcanarak gerçekleştirilmiş olan, ayrıca geleneksel Foça mimarisinin özelliklerini taşıyan konutlarına hayran kalmamak mümkün değil. Bahçelerinde ise zeytinden incire, nardan üzüme bölgeye ve mevsime her meyveyi bulabilirsiniz. Tamamen organik koşullarda ürettikleri sebzelerden yemek bize de kısmet oldu.

Foça şirin bir sahil kasabası. Foça ve Yeni Foça olarak adlandırılan sahil bandında çeşitli tatil ve dinlenme tesisleri mevcut. Ayrıca Foça’dan düzenlenen tekne turları da tatil geçirmek üzere buraya gelenlere farklı heyecanlar yaratıyor.

Dönüş yolculuğumuz küçük bir güzergah değişikliği yaptık.Çanakkale istikametine ilerlerken ev sahiplerimiz direksiyonlarını Bergama’ya kırdı. Böylelikle bugüzel Anadolu kasabasını da görme fırsatı yakaladık. Öğle yemeğimizin menüsü  Bergama köftesi ,kerpiç gibi yoğurt ile tahinli,cevizli kemalpaşa tatlısı idi. Tarihi Akrapol ve Zeus tapınağına vakit darlığı ve daha önce aynı yerleri görmüş olmamız nedeni ile gitmedik.Ama daha önce gidemeyenlere muhakkak gitmelerini öneririz.Bergamadan arabamız kozak yaylasına doğru yol almaya başlayınca Bergama tarafına direksiyon kırmakla ne kadar isabetli bir iş yaptığımızı kendi kendimize itiraf ettik. Özellikle Çam fıstığı ormanları ile kaplı bir coğrafyanın insanın duygu dünyasını nasıl zenginleştirdiğini bizzat yaşamış olduk. Bu yöre halkının yetiştirdiği badem,üzüm,incir,çam fıstığı lezzetlerini de doyasıya tattık.

Bu gezi sırasında her şey güzeldi,sadece bir istisnası ile.Kadife kaleye hiç gitmemiştim. Adını sıkça duyduğum yer için zihnimde çok daha keyif verici bir fotoğraf vardı. Ama ne yazık ki “Bu ne yaaaa, bu kadarı da olmaz” dedirtecek hayal kırıklığını burada yaşadık. “Kadife gibi” sözcüğü bizde hep iyi ve sevimli şeyler için kullanılır. Burada ilk kez bu tanımla ters düşen görüntülerle karşılaştık. Kalenin hemen etrafındaki yapılaşmayı mı söylesem,giriş kapısındaki istismar eden ve edilen çocukları mı söylesem,kale içindeki tandır mı fırın mı olduklarını anlayamadığım ve nasıl yapılabildiğine anlam veremediğim çirkinlik abidesi garip taş toprak yığınlarını mı desem hiç bilemiyorum. Açıkçası gezimizin bu bölümünü belleklerimizden silmek en iyisi herhalde….

Bundan sonraki gezilerimizde daha güzel ve sevimli tablolarla buluşmayı ümit ediyorum.Önümüzdeki günlerde hiç gitmediğimiz Antalya va Alanya taraflarına yol almak istiyoruz. O coğrafya ile ilgili duygu ve tespitlerimizi de yine dilimiz döndüğünce satırlarımıza aktarmayı deneyeceğiz.

CEMAAT ÜZERİNE

Malum Hanefi Avcı bir kitap yazdı neredeyse gündem değişti. Tabi bunu sıradan, hayal gücüne güvenen bir yazar yazmış olsaydı “Adam oturmuş masa başına uydurmuş yazmış” deyip geçilirdi. Ama yıllarını bu alanda geçirmiş bir emniyet görevlisinin hem de herkesin bilmem nesinden korktuğu bu dönemde bazı riskleri de alarak buna soyunması durumun vahameti üzerinde düşünmeyi gerekli kılıyor.

Aslına bakarsanız düşünme ve sorgulama zaman belli sebepler ve durumlar ortaya çıkınca değil yaşamın her aşamasında yapmamız gereken şey olmalı bence. Beklide insanı diğer insanlardan ayırarak birey yapan, yurttaş yapan en önemli kriter de bu olsa gerek. Hanefi Avcı kendince bu eserinde sade bir vatandaşın da sorması gereken sorulara kendince veya yaşantısı süresince gözlemlerinden çıkardığı sonuçları da katarak belli açıklamalar getirmeye çalışmış. Ama gelin görün ki arı kovanına çomak sokulmuşçasına bir garip, bir anlaşılmaz tepki dalgası ile karşılaştı.

Cemaat denince artık ne anlaşıldığını artık herkes biliyor. Biliyor da anlaşılan bu şeyin içeriği hakkında bilinen fazla bir şey yok. Hanefi Avcı’ya tepki gösterenler bu konuda ne kadar bilgili veya biliyorlarsa da bunları açıklamaya ne kadar yetkililer orası meçhul. Fetullah Gülen cemaati, Hocaefendi, okullar, marketler, yayın organları… Her şey hem çok somut hem de çok soyut. Soluduğunuz nefes gibi, hissediyorsunuz ama fark edemiyorsunuz.

Zaman içersindeki gelişim çizgisi gözlendiğinde gerçekten son derece insani ve masum bir hareket olarak gibi algılandı birçoklarınca. “İnsanların inançlı, ilkeli, doğru, çalışkan bir yürek taşımasının ne sakıncası olabilir ki?”,”Okullarında İstiklal Marşımız çalınıyor, bayrağımız dünyanın bilinmedik yörelerinde dalgalanıyor kötü mü?” dendi. Ayrıca Hoca efendinin geçmiş siyasilerden Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal vb. İle aynı yakınlık ve uzaklığı korumaya özen göstermesi de kendinin partiler üstü bir konumdaymış gibi bir algılama yaratıyordu.

Ama artık şu an gelinen noktada gerek Hocaefendi’nin beyanlarından ve gerekse AKP hükümetinin resmi yayın organı durumunda olan Zaman gazetesindeki histeri krizine girmişçesine yürüttüğü yayın politikasından daha önce yapılanların sanki bir taktik ve takiyye

olduğu, artık vaktin geldiği, kutsal savaşın kazanılması için bütün yol ve yöntemlerin mubah olduğu bir evrenin yaşandığı kanaati uyanıyor bir çok kişide. Yoksa daha önce olsaydı eminim ki hoca efendi “Mümkün olsa mezardakileri kaldırarak evet oyu verdirin” yerine “Mümin ve inanmış insanımız istişare ve murakabe usullerini kullanarak en doğru kararı verir.” diyerek diyeceğini yine en azından tarafsızlık görüntüsü içinde ve üstü kapalı olarak ifade ederdi.

Benim aslında merak ettiğim şey bireysel anlamda kaldığı sürece kimin ne dediği ile ilgili değil. Daha çok cemaat denen şeyin ne olduğunu açık ve net olarak öğrenmek isterdim. Belirsizliğin, illegalitenin olduğu yerler her türlü kötü senaryoyu birlikte barındırır. Madem bu konuda Hanefi Avcı doğruyu söylemiyor o halde doğruyu söyleyecek birini bulabilsek keşke. Basında  adlarından hemen sonra “Cemaatin önde gelen isimlerinden” ibaresi bulunan ne bileyim Hüseyin Gülerce mi olur, Ekrem Dumanlı mı olur, her kim ise benim bu cemaat ile tamamen merak ve öğrenmeye yönelik soruları cevaplasa ne hoş olurdu.

Cemaatin lideri zaten belli bunu kim seçiyor veya nasıl seçiliyor gibi bir soru absürt olurdu herhalde. Ama cemaat içinde  –sivil toplum örgütleri gibi- belli organlar veya kurullar var mı? Varsa bunlar nasıl oluşuyor? Seçim ve demokrasi var mı? Yoksa orada da atama ve buyruk yöntemi mi geçerli. Cemaat liderinin görüşüne muhalefet etme şansı olabiliyor mu sade bir cemaat mensubunun.

Cemaatin kesin bir üye sayısı belli mi? Önde gelenler, ortada olanlar, arkadan gelenler tamamı kaç kişi? Bunların üye kayıt defteri var mı? Üye olmanın bir usulü, bir prosedürü var mı?

Başvuru nereye yapılıyor? Bunu kim değerlendiriyor? Cemaat içinde belli bir süre kaldıktan sonra vazgeçme veya ayrılma şansı oluyor mu? Bunun bir bedeli ve yaptırımı var mı?

Cemaat içinde iletişim nasıl sağlanıyor? Söz gelimi hoca efendinin gazetede yer alan bir açıklaması oraya nasıl ulaşıyor. Hoca efendi bizzat mı arıyor, yoksa bu bilgilendirmeyi basın danışmanları aracılığı ile mi yapıyor?

Bir de en önemlisi gelelim “ Bu değirmenin suyu nereden geliyor” meselesine. Mali durum ne kadar saydam? Cemaat üyelerinin belli bir aidatı, ödemesi oluyor mu? Bunların kaydı tutuluyor mu? Yani cemaatin finans kaynakları neler? Cemaatin ve hükümetin yayın organı durumunda olan zaman gazetesi kendi kendine ayakta durabiliyor mu? Bunu şunun için soruyorum. Bizim apartmanın iki girişi var ve her sabah oraya iki zaman gazetesi bırakılıyor. Ben de okumaktan zarar çıkmaz diyerek okuyorum. Yani açıkçası bayide para ödenerek satın alınan gazetenin birkaç katını bedava dağıtılıyor? Bedavaya dağıtılan bu gazeteleri kim  sübvanse ediyor?. Böyle olunca da ister istemez İktidarı kayıtsız şartsız desteklemenin ardında bir şeyler mi var diye düşünmeden edemiyor insan.

Tabi belirsizlik ne kadar fazla ise sorular da o kadar çok oluyor. Bu soruları daha da çoğaltmak mümkün. Ancak bunların gerçek karşılığını almak her halde çok zor. Belki de en doğrusu ve kolayı hiç sorgulamadan size verilen buyruğu sorgusuz sualsiz yerine getirmek.

REFERANDUMA DOĞRU

Referandum kampanyalarının toz duman son hızla devam ettiği şu günlerde kafasının karışıklığı hala geçmemiş ne kadar yurttaş vardır bilemiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse benim kafam hala karışık. Düşünsenize önünüze yakın ve uzak gelecekte sizi nasıl etkileyeceğini tahmin dahi edemeyeceğiniz 25-30 maddelik bir hukuki metni koyup buna hayır veya evet demenizi istiyorlar sizden.

Bu hukuki metni en iyi hukukçular bilir diyorsunuz kendinizce. Bu konudaki en yetkin kişileri izliyorsunuz medyada.Ama bu defa kafanız daha da karışıyor. Bakıyorsunuz ki televizyon ekranlarını dolduran isimlerinin başında “Prof.” Yazılı ve tırnak içinde de “Anayasa Hukukçusu” ibaresi bulunan kişilerin bir kısmı öyle bir tablo çiziyor ki karda leke var onların tablosunda yok. Adeta demokrasi cennetine giriverilecek “evet”denildiğinde. Bir kısmının çizdiği tabloda ise nokta kadar beyazlık yok anlattıklarında nerdeyse dünyanın sonunun gelip gelmeyeceği oylanacak. Bu durumda en doğru kararı vermek sıradan bir vatandaş olarak çok zor. Hani bir takımın,bir partinin koyu bir taraftar olsak ya da cemaatin bir üyesi olsak işimiz kolay. Yukardan bir işaret geldi mi ne düşünmeye ne de sorgulamaya gerek kalmazdı.

Ancak  içeriği,getireceği götüreceği tam anlaşılmamakla birlikte  biçim ve kurgu itibari ile kesin olarak bu süreçte kendimi kandırılış ve aptal yerine konmuş hissediyorum. Nasıl hissetmeyeyim ki metni hazırlayanlar dahi sinsi ve kurnaz bir eda ile:”bizim için önemli olan şu 2-3 maddedir” diyerek diğerlerinin aksesuar olduğunu alenen kabul ediyorlar.Yani benzetmek gerekirse çok aç olduğunuz ve yiyecek yemeklere gereksinim duyduğunuz bir durumda size 20-25 çeşit yemek olan bir ziyafet sofrasına davet ediyorlar. Ama eğer siz “çok teşekkür ederim hepsi iyi,hepsi güzel ama ben domuz etli olanı yemem” veya ben içki almayayım” deme hakkınız yok. Ya hepsini ya hiçbirini diyorlar. Yani alakart yok tabldot var diyeceğim ama tabldotta bile insanın bir kısım yiyecekleri yememe özgürlüğü var. Bu durumda kandırılmış ve aptal yerine konmuş olma iyice kanınıza dokunuyor.

En iyisi lanet olsun vereceğiniz de yedireceğiniz de size kalsın.Sizin bu tiyatronuzun figüranı olmak istemiyorum demek geliyor içinizden. Bunun adına da boykot diyorlar. Bu defa da boykot demeye hazırlanan bir kesimle de yan yana gelmek istemiyorsunuz. İki ucu da b….lu değnek veya aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık hikayesi yani. Ayrıca bitaraf olmak da yasaklandı. Çünkü bertaraf olma tehlikesi var. Tabi günü geldiğinde herhalde sandık başına gidilecek o an o saat ve o dakikanın size yüklediği tercih bir şekilde yapılacak. Evet de desek hayır da desek bu oyunun bir parçası olmaktan kurtulamayacağız. 

Aslına bakarsanız bir kesimin iddia ettiği gibi bu tümüyle gündem değiştirme gayretinden ibaret bir kurgu da olabilir. Yani sonucun evet çıkması ile hayır çıkması halinde  neticeyi değiştirecek bir durumun olacağını da sanmıyorum. Hayır dendiğinde dünyanın sonu gelmediği gibi evet dendiğinde de demokrasi bahçesinde güller açmayacak. Herkes de çok iyi bilir ki demokrasi  yazılı metinlerin içinde değil beynimizin derinliklerinde içselleştirmemiz gereken bir kavramdır. Bunu kendi iç dünyalarına kazıyamayan ve kazandıramayan kişilerin tercihleri sonucu oluşan tablo da çok inandırıcı bir tablo olmaktan uzak olacaktır. Onun için değil midir ki  hiç yazılı bir anayasa metni olmadan da daha demokratik bir yaşam sürdüren toplumlar vardır ve var olacaktır.

SEVAP ADINA………

Geçmiş zamanda öylesine söylenmiş bazı cümlelerin gerçek anlamını insan yıllar sonra bazı yaşantılar sayesinde daha iyi kavrayabiliyor. Ramazan ayını ortalarına geldiğimiz bu günlerde rahmetli dedemin yıllar önce söylediği ama benim pek bir anlam veremediğim bir cümlesi aklıma geldi. Kendisine mi aitti, yoksa o da başka bir yerlerden mi duydu veya okudu bilemiyorum. O gün için bunun kaynağını sormak bile aklıma gelmemişti.“İnsanlar en büyük günahları sevap işlemek üzere yola çıkarak işlerler” mealinde bir cümleydi hatırladığım kadar ile.

Ramazan ayı gelmeden veya gelmek üzere iken televizyonlardan ve diğer medya organlarından: “Vatandaşların ramazan hazırlıkları başladı…..” şeklinde haberlerle başlayan anlaşılmaz bir tüketim ve israf çılgınlığına dönüşen bir yarışın  startı veriliyor.Sanki bir kıtlık olacak veya savaş çıkacakmış gibi “Onu da alalım,bunu da alalım,aman güllaç eksik olmasın,hurmasız hiç olur mu” şeklindeki yorum ve gerekçelerle  normal zamandakinin belki iki katı oranında harcama yapılarak büyük oranda israfın yaşandığı bir süreç yaşanmaya başlıyor. Hani ramazan ayında tutulan orucun faziletini yetkiler sıralarken en başta” Çok azla yetinmek ve yaşamak zorunda olan insanların durumunu anlama imkanı veriyor.”demiyor muydu? Ramazan sonunda herkesin beyan ettiği gibi alınan kilolardan da bu insanlara anlamaya yönelik bir empatinin de kurulamadığı çok açık bir biçimde anlaşılıyor. Bu tüketim ve israf çılgınlığını acaba sevap adına yola çıkılarak işlediğimiz günahlar olarak yorumlamak   mümkün mü? diye  düşünüyor insan bir an için.

Bu mübarek ayda bir başka garibime giden olay da verilen toplu iftar yemeklerindeki abartı ve çelişkidir. Yine medya organlarından özellikle televizyon kanallarından çok yakından izlediğimiz gibi:”Sevgili seyirciler şimdi…. Belediyesinin hazırladığı  beş bin kişilik iftar çadırının yanından yayınımızı sürdürüyoruz…” Bir başka kanala geçtiğinizde ise sanki rakamlarda açık arttırmaya geçilmiş gibi:“ Sevgili seyirciler…..Belediyesi her akşam bu çadırda on bin kişiye iftar yemeği veriyor…..”  seklindeki anons ve görüntüler hepimize tanıdık geliyor sanırım. En son da  -ki adını vermekte bir sakınca yok- Esenler Belediyesi kırk bin kişiye iftar yemeği vererek Guiness rekorlar kitabına girme hamlesini gerçekleştirdi. Televizyonda muhabiri kurulan sofra için hangi caddelerin trafiğe kapatıldığını, kaç ton pirinç, kaç ton et, bakliyat, şeker v.b malzeme sarf edildiğini uzun uzun açıkladı. Belki yapılması gereken hiç sormadan sorgulamadan bu kalabalığa dalıp bir iftar menüsünü kapıp topun patlamasını beklemek ve rekora da katkıda bulunmanın gurunu yaşamaktı. Ama yapmadım.. yapamadım… yapamazdım. Aslına bakarsanız belki de bir çok kişinin de yapmaması gerekirdi. Ben eğer oruç tutacaksam onun iftarı ile ilgili tedbir ve hazırlığı kendim yapmam gerekirdi. Aslına bakarsanız orada ihtiyacı olup da buradan yararlanma durumunda olanların oranı yüzde biri bile bulmaz. Görüntüler bunun gerçek amacından uzaklaşıp bir yaşam tarzı olarak geliştiğini çok açık biçimde göstermektedir. Sucunun sorularına verilen:” Biz Bahçeli evlerde oturuyoruz. Dün akşam Eyüp Belediyesinin çadırında idik.Yarın da Üsküdar Belediyesin çadırına gideceğiz.” biçimindeki diyaloglardan da  durumun hangi noktaya geldiği çok net anlaşılmaktadır. Kaldı ki buna gerçekten ihtiyacı olanların oraya gidecek takatlerinin de cesaretlerinin de olmadığını herkes bilir.

İşin belediyelerle veya yönetimlerle ilgili yanını da doğrusu hiç anlayamıyorum. Bu belediyenin,yönetimlerin işi değil gibi çok keskin bir ifade kullanmak istemiyorum ama belediyelerin ve yönetimlerin öncelikli işi yurttaşının zamanında evine gitmesini sağlayıcı ulaşım v.b alt yapıları hazırlamak değil midir? Kimin parası ile kime ikram yapılmaktadır. Hani devletin(kamunun) mumu ile kendi mumunu ayıran bir anlayışın mirasçıları idik.Her halde belediye başkanları,yöneticiler bunları kendi cebinden finanse etmiyor. Ayrıca gelirleri giderlerinden fazla belediyede yok sanırım ülkemizde. Özellikle de en fazla borçlu olan belediyelerin de Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyeleri olduğu her yıl açıklanıyor. Onlar da sıkıştıkça merkezi hükümete el açıyorlar. Durum Süleymaniye camiinde dilenip Sultanahmet camiinde sadaka vermek gibi bir şey yani. Sanki merkezi hükümetin durumu çok mu farklı. O da cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanmasını yaparak durumu idare etmeye çalışıyor. Yani özetle “Elin gavurundan aldığımız para ile iftar ziyafeti veriyoruz” dersek zincirleme mantık açısından yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde.

Bu arada abartılı ziyafetler veren gerçek kişilere de biraz dokundurmadan geçmek olmaz sanırım.” Adamın parası var istediğine yedirir,içirir.”gibi de düşülebilir.Ama bir arkadaşımın yıllar önce bana anlattığı bir anekdot gibi ise onu da sorgulamakta yarar var kanımca. Kendisi de benim gibi emekli bir eğitimci idi. Emekliliğine müteakip bir özel okullar zincirine ait kolejde yöneticilik görevi yürütüyordu.Yine bir ramazan akşamı iftar sonrası konuşurken bana:”Yahu şu bizim kurucuları hiç anlayamıyorum.Öğretmenlerin 2-3 aydır maaşlarını ödemiyorlar. Her akşam 500 kişiye iftar yemeği veriyorlar. İftara gelenler de fakir fukara olsa neyse. Hepsi ensesi kalın yerli araba bile kullanmayan kişiler….” Biçiminde dert yanıyordu. Bu örnek sanırın bir çok şeyi çok güzel açıklıyor.

Ayrıca bu toplulukları fırsat bilip buraları siyasi kampanyaların bir ayağı haline getiren siyasilerimizin de ramazan ayının ulviliğine ne kadar katkılarda bulunduğu hususu da  üzerinde en çok düşünülmesi gereken konular arasındadır.

Ramazan ayının sonu gelip bayrama erdiğimizde bir başka tanıdık açıklama duyacağız yine medyadan:”Bayram süresince otoyollar,köprü,metro,belediye otobüsleri…. bedava hizmet vereceklerdir” Tabi kararı alanlar herhalde bu araçları hiç kullanmıyor diye geçiyor içimden. Ben özel araba kullanmadığım için sürekli toplu taşıma araçlarını kullanıyorum. Ancak bayram günlerinde kullanılamaz duruma geldiğinden bu günlerde ulaşım giderim her zamankinden çok daha fazla oluyor. Birçok kişinin amaçsız biçimde araçların içinde ilk durakla son durak arasında sabahtan akşama kadar gidip geldiğini gördükçe bunu nasıl istismar edildiğini görmek talihsizliğini de yaşadım. Bu ulaşım sektörlerinin de karlı işletmeler olmadığı bilinmektedir. Sonuçta böyle bir tasarruf birçok kişinin işini kolaylaştırmaktan uzaktır. Yapılacaksa bu günlere ait gelirlerin bazı sosyal hedeflerin gerçekleştirilmesinde kullanılması (Okul yapımı,felakete uğrayan yörelerdeki insanlara yardım v.b)daha yararlı olacaktır.

Yani özetle inancı insanın içinden derinliklerinden çıkarıp işportaya koyma ve magazinleştirme konusunda elimize kimse su dökemez herhalde. Keşke davetler fısıltı ile olsa,yenenler içilenler iki kişi arasında kalsa, yani her şey  Allah rızası için yapılsa…….

Bu Şiir de kendime

Ulan angut

Ulan hayvan

İçi geçmiş karpuz

çürümüş armut

ulan ekşimiş ayran

Ulan ahmak

Öğüt vermek senin neyine

Ne haddine düşmüş senin

Her şey üstüne şiir yazmak

Senin gündüzleri keyfin

Geceleri uykun kaça dursun

Alemin keyfi yerinde

Biri Amsterdam’da

Öteki Şangay’ın göbeğinde

Üstten üfürmeli

Ve alttan ısıtmalı evinde

Her hafta başka bir restaurant

Her ay başka memleketin birinde

Zamandır şu sıra

Hiç geçinemediğin

Kılıktan kılığa giren

Kendisine hiç sözünü geçiremediğin

Durdurmak istersin bir ara

İstemediğin günleri ötelemek için

Hatta geri sarmak bile gelir içinden

Söylenmişi söylenmemiş

Yaşanmışı yaşanmamış kılmak için

Davetsiz misafir olur kimi zaman

Hem de hiç beklemediğin

Ve de bir an önce

Çekip gitmesini istediğin

Zaman

Beynini, bedenini

Kemiren bir kurt olur

Bakarsın en dar gününe yetişen

Bir umut olur

İlaç gibi gelir zaman

Şifa olur bazen

Onulmaz yaralara

Çeker götürür seni kimi

Tarifsiz diyarlara

İmtihandır bazılarına

En çetrefilli

En içinden çıkılmaz sorularıyla

Diyet ödetir kimine

Hesapsız sonuçlarıyla

Bir serin rüzgardır

İçini okşayan

Birden bir alev oluverir

Bütün benliğini yakan

İşte zaman böyledir

Belki  hiçbir şey ,belki de çok şey

Senin zamanın bunlardan hangisi

Necmi bey

Yoksa sen

Bütün bu zamanların dışında mısın?

Ya da tozlu raflarda unutulmuş

Ve miadı çoktan dolmuş

Bir ilaç mısın?

İyisi mi yazmakla,yaşamakla

Alış verişi kes

Kur sen çilingir sofranı

Bir dilim peynir yarım domates

Yani hayata YENİ den başla

Yanında kadim dost  Poyraz Sali

Ve ikinci kadehten sonra

Varılacak nokta

“Ne olacak bu memleketin hali”

Necmi MOLA/26.02.2010

Otobiyografi

Adım Necmi
Soyadım Mola
Tekirdağlıyım
Genellikle sakin,
Ama bazen heyecanlıyım.

1950 baharında
Hayrabolu’da
Dünyaya gelmişim
İki yaşında küçük,
Üç yaşında büyük
Çişimi söylemişim

Sessizce girdiğim
Ve sessizce çıktığım
Tabanları mazot kokulu
Mithatpaşa İlkokulu

Mevsimlerden yazı
Renklerden beyazı
Enstrumanlardan sazı
Makamlardan hicazı
…………….severim

Yoğurtlu biber kızartmasını,
Çoban salatasını,
Balık ızgarasını
Şayet olursa arada bir
Tekirdağ rakısını
……………severim.

Necmi MOLA-1998