TERS KÖŞE

Oğlum Dinçer’in yazılarıma getirdiği yorumda da  belirttiği gibi ülkemizin gündemi çok hızlı değişiyor. Türbanlı milletvekilleri ile ilgili gündem sıcaklığını korurken hemen ardından kızlı erkekli olarak evde kalanların durumu ülkemizin gündemine oturuverdi. Bu konuda da  Başbakanımız  etrafındaki çok yakın bir çok çalışma arkadaşını yine ters köşeye yatırdı.

Hatırlanacağı gibi her şey Sayın Başbakanımız partisinin önde gelenleri ile yaptığı bir toplantıda: “ Kız ve erkek öğrenciler aynı evde kalıyor, buna müsaade edemeyiz .Muhafazakar demokrat yapımıza bu ters.Valiye talimat verdim, bir şekilde denetleyeceğiz” mealinde özetlenecek konuşması ile başladı. Arkasından “Benim valim” sıfatını tam hak ettiğini kanıtlarcasına Adana Valisi de işin yasal boyutu ve kapsamını hiç düşünmeye gerek görmeden Başbakanın sözlerinin kendileri için talimat olduğunu ve gereğinin yapılacağını anında yapıştırdı. Ne diyelim herhalde bizler bu ülkenin kişisel talimatlarla değil, yasalar ile yönetileceği günleri daha uzun yıllar beklemek zorunda kalacağız.

Niye ise kız erkek yan yana gelince bazılarının aklı hep başka şekilde çalışıyor galiba. Konu ile ilk açıklamayı yapan Bülent Arınç devletin bu tür işlerle ilgisinin olmadığını hatta başbakana atfedilen açıklamanın bile asparagas bir haber olduğunu ileri sürerken, başbakanın danışmanlarından biri “Aslında devletin kayıt dışı işleyişi kontrol altına almak ve yasal olmayan işleyişi önlemek için bir denetleme yapabileceğini, konunun çarpıtıldığını” ileri  sürerek kazı çevirmeye çalıştı ama, çok geçmeden  Başbakan söylediklerinin arkasında olduğunu söyleyince bir kez daha bir çok kişiyi tabir yerinde  ise tam ters köşeye yatırmış oldu. Başbakanın ucube diyerek yıktırdığı heykel ile ilgili olarak  zamanın Kültür bakanı Ertuğrul Günay’da durumu kurtarmak için ne şiş yansın ne kebap kabilinden açıklamalar yaparken o da ters köşe yatırılmış ve Bülent Arınç da kendisi için “ Allah onun durumuna kimseyi düşürmesin” temennisinde bulunmuştu. Zaman içinde kendisinin daha beter duruma düşeceğini nereden bilebilirdi ki.

Başbakan ile kurmaylarının ters düştüğü bu tür olayların akabinde benim söylenti ve yakıştırma olduğuna inandığım “Başbakan şunu tokatlamış, bunu tokatlamış” fısıldaşmaları dolaşmaya başlıyor ağızlarda. Hoş düşülen durum tokat yemekten de beter oluyor ya kimin umurunda…

Neyse biz asıl konumuza, yani kızlı erkekli kalma konusuna dönelim. Hatırlarım… Yıllar öncenin siyah beyaz filmlerinde sevmediği biri ile evlendirilmek istenen kız buna karşı çıkarak sevdiği gençle kaçar. Bu durumda daha çok kız tarafının yakınları karakola koşar. Mahalleli ve polis eşliğinde oğlan ve kızın kaldığı eve baskın yapılır. Hulisi Kentmen kıvamında komiser genç aşıkları ayak üstü sorgular. Onların “Biz isteyerek kaçtık” beyanlarından sonra nüfus kağıtlarını dikkatlice inceler ve kendisini meraklı gözlerle izleyen kalabalığa: “Maalesef yapacak bir şey yok. Her ikisi de reşit durumda” der ve kalabalık kös kös geriye döner. Bu anekdot dahi yıllar önce en uç ihtimal karşısında bile olanı ve olması gerekeni çok güzel özetlemiyor mu?

Belli yaşa gelmiş, belli sorumluluklar üstlenmiş, seçme ve seçilme olgunluğuna gelerek bu konudaki tercihlerine güvendiğin insanların yaşama biçimleri hangi yasal yetki ile kontrol edilebilir ki? Sayın Başbakan bu gibi konularda soru soran gazetecilere de eğer soru sipariş ve çanak bir soru değilse cevap vermek yerine “Size bu soruyu kim sordurdu, sizin kızınız olsa razı olur musunuz, çok istiyorsanız siz öyle yapın” şeklinde cevaptan çok yargılamaya ve fırçalamaya dönük karşılık verdiği için konunun normal şartlar altında konuşulup, tartışılması da mümkün olmuyor. Kaldı ki bir özgürlüğün yaşanması için illaki herkes tarafından kabul görmesi de gerekmez. Gazeteci ya da bir başkası kendi oğlu veya kızı için uygun görmeyebilir ama başka türlü düşünenlere de -yasa dışı birtakım işler yapılmıyorsa ve başkalarına zarar vermediği sürece- saygı gösterilmesi gerekmez mi? Aksi halde bundan 200 yıl kadar önce her demokratik yaklaşım için ölçüt olarak benimsenmiş Voltaire’in “Senin gibi düşünmüyorum ama senin düşüncelerini açıklaman için canımı bile verebilirim “ şeklindeki sözün çok çok gerisine düşmüş olmaz mıyız?

Aslına bakarsanız Sayın Başbakanımızın bu çıkışlarının ben rastlantı olmadığını düşünmekteyim. Tabanda bu tür söylemlerin getirisi hesap edilerek atılmış bir adıma benziyor daha çok. Geçmişte gerilim ve kutuplaşmaların epey meyvesini de topladı.Uzun yıllar türban üzerinden dindarlık ve karşıtlığı sahnelendi ve bu mağduriyetten yeterince mahsul toplandı. Artık burada ekmek kalmayınca yine muhafazakar toplumun hassas olduğu kız erkek ilişkileri üzerinden ehli namus ve karşıtlığı kutuplaşmasının rant getirebileceği de hesaplanmış olabilir. Bilmem… Olur mu olur…

 

DOSTLARLA BİR KASIM BULUŞMASI

İçinde bulunduğumuz Kasım ayının ilk gününü dost buluşmalarından birine ayırdık. Dostluğumuzun evveliyatı nerede ise 35-40 yıllık bir geçmişe dayanan Leman ve Şevket Öztürk çiftinin sabah kahvaltısı davetlerine icabet etmek için İncirli-Zincirlikuyu-Acıbadem hattındaki metrobüsü kullandık. Çünkü bu bizim için en bildik yoldu. Şevket kardeşimiz incelik göstererek bizi otomobili ile Acıbadem’den alarak evlerine kadar götürdü. Biz eve gelene kadar Leman arkadaşımızın donatmış olduğu kahvaltı sofrasını bizi bekler halde bulduk. Sofrada nelerin olduğunu saymak yerine neyin olmadığını söylemek daha tanımlayıcı olur sanırım. Olmayan tek şey kuş sütüydü. Bir daha ki sefere belki o bile temin edilmiş olur diye düşünüyorum. Fakat kahvaltının spesiyalitesi olarak önden tabaklarımıza konan yuvalamanın çok lezzetli ve çok özel bir yeri olduğunu belirtmeliyim. Kapanışı da Şevket kardeşimizin marifeti olan Antep usulü kadayıf ile yaptığımızı belirttikten sonra ortasını artık siz düşünün. Bütün bu güzel yiyecekler ve güzel dostlarla birlikte yaşadığımız zaman dilimlerini daha unutulmaz ve kalıcı olması için birkaç resim koymayı da ihmal etmedik. Bu arada fotoğrafların da  Leman ve Şevket kardeşimizin objektiflerinin ürünü olduğunu hemen eklemeliyim.

 

.

Kahvaltı sonrası içtiğimiz acı kahvenin ardından Şevket ve Leman Öztürk çiftinin Amerika’daki kızlarına yaptıkları ziyaret anıları ve orada minik torunları ile ilgili çektikleri resimlerden oluşan bir görüntü şovu ziyaretimize bir başka renk ve heyecan kattı. Havanın güzel ve güneşli olmasından yararlanarak Çamlıca tepesinde ikindi çaylarımızı da ikram ederek yapılabilecekleri her şeyi yapmış olarak bizleri uğurladılar. Sağ olsunlar var olsunlar.. Buradan kendilerine tekrar kucak dolusu teşekkür ve sevgilerimizi sunuyoruz.

TÜRBANLI VEKİLLER……

Ülkemizde yıllardır üzerinde çok konuşulan başörtü ya da türban konusunda geçtiğimiz günlerde tabir yerinde ise bir final yaşandı ve nihayet yüce parlamento sanırım dört  adet türbanlı vekiline kavuştu. Gerçi milletvekili seçildiklerinde başları açıktı ama daha sonra hac farizalarını yerini getirmelerine müteakip böylesi bir kıyafetle yasama çalışmalarını  yürütecekleri açıklandı. Zaten daha sonrasını herkes biliyor.

Kapsamı ve içerdiği konular itibari ile epey zenginleşen blogumda uzun süre bu konuya yer vermedim. Çünkü konu çok karmaşıktı ve kör bir insanın fili tarif etmesi gibi herkes bakış açısına göre çok farklı şeyler söylüyordu. Nihayetinde benim de bu konu üzerinde söyleyecek ve yazacak bir şeylerim olmalıydı.  Olay en üst düzeyde bir şekilde çözüme ve de açıklığa kavuştuğu için  konuya belki daha sağduyulu yaklaşabiliriz diye düşünüyorum.

Ben öncelikle bu durumun tek yönlü bir konu olmadığını o yüzden de farklı yönleri ile irdelenmesi gerektiğini kabul edenlerdenim. Çok basit gibi görünen bu olaya dini, yasal, toplumsal ve siyasal yönlerden baktığımızda karşımıza farklı fotoğraflar çıkabilir. Ben bir din adamı olmadığım için konu ile ilgili yüce kitaptan bir kaç ayetten bahsedip  ve arkasından da vardır,yoktur, vardır ama bağlayıcı değildir, şu şekilde olmalıdır, bu şekilde olmalıdır şeklinde ahkam kesmek de istemiyorum. Kaldı ki bu konuda alanlarında son derece yetkin olduklarına inandığımız bir çok ilahiyatçı akademisyenin bile aralarında tam olarak uzlaşamadığını görmekteyiz. O bakımdan bence eğer birey ben böyle inanıyorum ve düşünüyorum diyorsa iş bitmiştir. Buna da sadece saygı göstermek gerekir diye düşünüyorum. Ancak belki birçok din otoritesinin itiraz edemeyeceği  “Baş açık olarak da inançlı ve dindar olunacağı gibi baş örtülerek de günahkar olunabilir” şeklindeki sözümle dini yaklaşım ile ilgili bölümü bitirmek istiyorum.

İşin hukuki ya da yasal yönüne gelecek olursak yıllardır “Yasaklara hayır, türbana özgürlük, halkımızın yüzde yetmişinden fazlasının kullandığı başörtüsü nasıl yasaklanır” feryatlarını hepimiz hatırlarız. Bana en ironik olanı da en son cümledeki çelişkili sorgulama gelirdi. Yani hem halkın yüzde yetmişinin baş örtüsünü rahatça kullanabildiğini öne sürüp hem de yasaklandığını söylemek konuya nasıl toptancı yaklaşıldığının bir göstergesiydi belki. İşin doğrusu başörtüsü konusunda kamuda var olan bazen de uygulamadan kaynaklanan bazı sıkıntıların ve sınırlılıkların mevcudiyetinin ifade edilmesi idi. En son açıklanan açılım paketinden çıkan kamuda başörtüsünün kullanılması ile ilgili müjdenin içinde de hatırlanacağı gibi askeriye,emniyet ve yargı kurumları yoktu. Bazıları her ne kadar buna itiraz etse de demek diğer özgürlüklerde olduğu gibi bununda gerektiğinde sınırlaması oluyormuş. Burada önemli olan bu sınırlamanın anlamı ve kapsamı olsa gerek. Benim ölçülerime göre bu sınırlamada hizmet alan ve hizmet veren kriterleri esas alınmalıydı. Hizmet alanlar için – ki üniversite öğrencileri de bence bu kapsamdadır- hiçbir sınırlama olmaması ve sınırlamanın sadece kamuda hizmet verenler için geçerli olması, yüzünü batıya yani çağdaş dünyaya dönmüş demokratik,laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye için en uygun çözüm olması gerekirdi. Tabi popülist politikalar  ve seçmene şirin görünme uğruna bu çizgi pek dikkate alınmadı ve sonunun nereye varacağını tahmin edemediğimiz günümüz noktasına ulaştık.

Gelelim meselenin sosyal ya da günlük hayatımızdaki yaşanmakta olan durumuna. Dini,yasal ya da siyasal yaklaşımlardan uzak bir şekilde bence konunun en çok bu yönü ile değerlendirilmesi ve sorgulanması gerektiği kanaatindeyim. Sorgulamanın da kadınlar adına erkekler tarafından değil bizzat kadınlar tarafından kadın erkek eşitliği, kadın kadın eşitliği bazında ve evrensel anlamda yapılması gerekmektedir. Bunun için de kadınlarımız en tepesinden başlayarak kendi durumlarının farkındalığını yaşayarak ısrarlı ve gerekirse insafsız bir biçimde muhataplarını soru yağmuruna tutabilmeli. Sözgelimi Devletin tepesindekilerin eşleri “Sen Fransa başkanı, Amerikan başkanı gibi giyiniyorsun da ben niye onların eşleri gibi giyinemiyorum.” şeklindeki soruları sorabilir hale gelmelidir.  Ülkemiz her yönden her geçen gün gelişiyor ve zenginleşiyor. Kişi başına milli gelirimiz iki bin dolardan on bin dolara çıktı. Ülkemizin insanları da -özellikle kadınlar- dünya ölçeğinde hemcinsleri ile her alanda rekabet edebilmeli. Bunun içinde en basitinden yetenekleri doğrultusunda aldığı eğitimle dünyanın sayılı balerini, gerektiğinde rahibe ya da fahişe rolünü de en iyi şekilde oynayabilecek tiyatro sanatçısı, ya da sportif alanda en iyi yüzücü, yüksek atlayıcı v.b   olabilmeyi hayal edebilmeli ve de gerçekleştirebilmelidir. İmkanları ve yeteneği olmasına rağmen bunları yapamıyor ise bacımın baş örtüsü sadece başını değil, geleceğinin, hayallerinin, yeteneklerinin, özlemlerinin de üstünü örtmüş olmuyor mu? Bu durumda yüce kitapta yüzlerce yerde geçen “İnsanlığın hayrına olan işlerde yarışın” ifadesi daha belirleyici olmaz mı? Yoksa kadınlarımız  bazılarının ağzında gevelediği ve hatta nerede ise yasalaştırmak için uğraştığı kadınların yapabileceği işler kıskacını kendileri için yeterli mi görmektedir. Kalkınmanın sadece zenginleşmek olmadığını artık herkes bilmektedir. Kadınların tercihini bilmem ama ben bir müslüman olarak zengin bir Kuveyt ya da Suudi Arabistan yerine aynı zenginlikteki İsveç ya da Norveç te yaşamayı yeğlerim

“Herkesin başını örtmesi diye mecburiyet yok. Biz başı açık olanların da teminatıyız” gibi pek inandırıcı gelmeyen beyanları da son günlerde duyunca ister istemez işin siyasi yönüne hafiften girmiş olduk. Bizim belki de millet olarak  en belirgin özelliklerimizden biri de söylemlerimiz ile eylemlerimiz arasında belli bir tutarlığın olmamasıdır. Gerçekten her gruba ve her kişiye eşit uzaklıkta, deyim yerinde ise nötr bir devlet anlayışı olsa zaten hiç kimsenin hiç bir şeyden kaygı duymasına gerek bile olmaz. Eğitim sisteminin yapılanmasından başlayarak açık olarak beyan edilen dindar insan yetiştirme gayretleri kimsenin meçhulü değildir. Belli bir  grubu koruyan kollayan, özendiren bu anlayış ister istemez akla “ Demokraside tüm insanlar eşittir, ama bazıları daha fazla eşittir” özdeyişini getirmektir.

Aslında yazımın başında belirttiğim milletvekillerinin beyan ettikleri tercih bile bana göre kişisel olmaktan çok siyasal bir içerik taşımaktadır. Bilinmektedir ki Türkiye’deki siyasal partilerin özellikle de iktidar partisinin yapısında “liderlik sultası” dediğimiz olgu tartışılmaz bir gerçektir. Hakan Şükür vekilimizin veciz olarak ifade ettiği gibi büyükler her şeyin en doğrusunu bilir ve onların dediği olur. Yani bu hanım vekillerimiz genel başkanlarından bir işaret almasalardı ya da kulaklarına “ Durun henüz erken” şeklinde sözcükler fısıldanmış olsa idi bu tercihlerini yapabileceklerine hiç ama hiç ama ihtimal vermiyorum. Kendileri böylesine siyasal bir oyunun figüranı olmakla belki bir dönem sonrasının alt yapısını da oluşturmuştur ama, kamu vicdanına bakıldığında Allah korkusu ile genel başkan korkusu arasında sıkışmış olarak değerlendirilmekten kurtulamayacaklardır.

 

VE MARMARAY HİZMETE GİRDİ

“Bir gün geç ve bir dolar eksik” şeklindeki Amerikan deyişine benzer biçimde  Cumhuriyetimizin 90. yıl dönümüne denk gelen 29 Ekim tarihinde asrın rüyası olarak tarif edilen Marmaray’ımız  görkemli bir törenle hizmete girdi. Öngörülenden 4-5 yıl gecikmeli olarak ve Tuzla ile Halkalı arasındaki bağlantı istasyonları eksiği ile açılmış olduğundan yazımın başındaki “Bir gün geç ve bir dolar eksik” benzetmesini yaptım. Haftalardır yapılan abartılı tantanası ile 29 Ekim Cumhuriyet kutlamalarını bile gölgede bırakacak şekilde birinci haber olarak medyada yer alan bu olayı ve eseri bloğuma almadan edemezdim. Bu sebeple fazla da geciktirmeden hizmete girişinin 3. günü olan 31 Ekimi -gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi bloguma aktarmak üzere-bu eseri görmeye ayırdım.

 

.

Bakırköy, Osmaniye mahallesindeki evimizden bilindik yollardan giderek (Metro+ tramvay) Sirkeciye geldim. İstikamet işaretlerinin yardımı ile zaten yabancısı olmadığım Cağaloğlunda  Marmaray istasyonunu bulmam zor olmadı. Asrın aletine binmek üzere istasyona yöneldiğimde girişe kırmızı bir bant çekildiğini gördüm. Görevlilerle konuştuğumda bu istasyonun bir süre devre dışı olduğunu ancak Yeni kapı istasyonunu kullanabileceğim bilgisini bana verdiler. İçimden “Dakika bir gol bir” diyerek Yenikapı yerine kendimi yokuş aşağı bırakarak Sirkeci iskelesinden alıştığımız usulde vapurla Üsküdar’a geçtim.

Şimdilik güzergah olarak Ayrılık çeşme-Üsküdar-Sirkeci-Yenikapı-Kazlıçeşme hattında çalışacak olan metroya Üsküdar istasyonundan bindim.Çok kısa süren bir yolculuktan sonra ( 6-7 dakika) Yeni kapıda indim. Burası sadece bir istasyon değil metro inşaatının gecikmesine yol açan kazı çalışmalarının en yoğun olarak gerçekleştirildiği alan olarak hafızalarda yer aldı. İstasyonun mimarisine de bu tarihsel geçmiş dahil edilmiş sanki. Burada 8500 yıllık tarihe ışık tutan buluntulardan bir bölümünün sergilendiğini hatırlatmakta yarar var diye düşünüyorum.

 

.

Şimdilik Avrupa yakasındaki ilk istasyon olan Kazlı çeşmeyi metronun artık yeryüzüne çıktığı yer olarak da anlatabiliriz. Marmarayı kullanmak isteyenlere daha rahat binmeleri açısından bu istasyonu kullanmalarını önerebilirim. Bu istasyonda inip de şöyle bir etrafınıza baktığınızda İstanbul’un silüetine son darbeyi indiren meşhur 16/9 adlı gökdelenler hemen gözünüze batıyor. Gariban bir sanatçının heykelini ucube diyerek yıktıran başbakanımızın ucubenin adeta allahı olan bu yapıların sahiplerine – biraz dişli olsalar gerek- sadece küsmekle yetindiğini herkes hatırlamaktadır. Neyse tekrar Marmaray’a dönecek olursak artık gözlerimiz ve yüreğimiz en az iki sene daha süreceği ifade edilen diğer istasyon bağlantılarının gerçekleşmesini bekleyecek. Birçok eksiklik ve eleştirilere rağmen ortaya çıkan eser benim hoşuma gitti. Geçtiğimiz yıllarda oralarda bulunan çocuklarımızı ziyaret için gittiğimiz Hollanda, İsviçre ve özellikle de Çin’in Şangay şehrindeki metro sistemlerini görünce ülkemiz için çok gecikmiş bile olduğunu söyleyebilirim.

Tabi televizyonlardaki abartılı açılış törenlerine bakınca seçim malzemesi olarak siyasilerin bunu sonuna kadar kullanmalarına da şaşmamak gerekir.”Katibim” türküsünün fon müziği eşliğinde Belediye başkanından, bakanına, başbakandan cumhurbaşkanına yerli yabancı birçok davetlinin nutukları nihayetinde diyanet işlerin başkanının da duası ile açılış kurdelesi kesildi. Aslında çok nahif bir müzik olan katibim ile başlayan seromoniyi bana göre cumhuriyet marşı (!0. yıl marşı) ile bitirmek çok daha hoş olurdu. Fakat biliyoruz ki ne hikmetse bizim hükümet erkanımız – içinde büyük komutan ve türklük sözcükleri geçtiğinden olacak- bu marşı pek sevemedi.

 

.

Her şey bir yana bu fotoğrafta benim bir türlü alışamadığım bir görüntüyü sizinle paylaşmadan yazımı sonlandırmak istemiyorum. Cumhurbaşkanımız açılış törenindeki konuşmasında  başbakanla ortak bir kurgu ve  anlayış içinde Marmarayın 15 Kasıma kadar ücretsiz sefer yapacağını müjdeledi. İşte o zaman benim için işin bütün büyüsü bozuldu. Ben ki özel aracım olmadığından sürekli toplu taşıma araçlarını kullandığım ve de hatta bu yazıyı yazdığım gün bu bedavacılıktan yararlanmış olmama rağmen yine de bu durum bana çok ters geldi. ”Her hizmetin bir bedeli olmalı, benim aldığım hizmetin parasını niye başkaları ödesin? Ya da başkalarının aldığı hizmetin parasını niye ben ödeyeyim? Kimin malı ile kime ikram yapılıyor? Sadece bayram günü olsa neyse, nerede ise 20 güne yakın bir taşımacılığın maliyetini kim yükleniyor? Bol keseden ikramda bulunan yöneticilerimiz acaba kendi otobüsleri ya da taşıma araçları olsa bu kadar cömert davranabilir mi? madem bir iyilik yapılacak bu kaynak sosyal sorumluluk projeleri için kullanılamaz mı?” gibi yüzlerce soru kafamın içinde cevapsız olarak dolaştı durdu…

 

ARADA BİR İSTANBUL / SÜLEYMANİYE’YE DOĞRU…

Yaz sezonu sona erip de  Altınoluk’tan İstanbul’a dönünce bloguma İstanbul ile ilgili bir yazı yazmanın bir borç olduğuna karar verdim. Eşimin de önerisi ile onun bir gün önceden gittiği Esnaf hastanesine hem tedavi ile ilgili işlemleri yürütmeye hem de hastanenin yakınındaki Süleymaniye camii ve çevresinin güzelliklerini tanımaya odakladık kendimizi.

 

.

Süleymaniye camii Kanuni Sultan Süleyman zamanında Mimar Sinan tarafından yedi yıl süren bir çalışmadan sonra 1557 yılında tamamlanmış. Caminin İstanbul’un yedi tepesinden birine eklentileri ile birlikte yaklaşık 70 dönümlük bir alan üzerine kurulduğu dikkate alındığında İstanbul’un en büyük camileri arasında yer almasına hiç şaşmamak gerekir. İç alanı 3422 m2, kubbe genişliği 27,25 m, yüksekliği ise 48,8 metredir. Cami yerleşkesinde cami mimarisi ile uyum içinde birinde Hürrem Sultan, Şehzade Mehmet ile hanım sultanın, diğerinde de K.Sultan Süleyman, Rabia Sultan, Sultan II. Ahmet,  Sultan II. Süleyman, Mihrimah ve Asiye sultanların kabirlerinin bulunduğu türbeler bulunmaktadır.

 

.

Camiye gelirken aslına uygun olarak onarılmış eski istanbul evlerinin  görüntülerinin de etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Süleymaniye’nin hemen yakınında  dikkatimizi çeken Kalenderhane camiini de görme fırsatını kaçırmadık. Caminin içine girince mihrabın yeri, ibadet sırasında cemaatin oturma yönünün çapraz olarak dizayn edilmesi, bildik cami mimarisinden farklı bir özellik olarak hemen göze çarpıveriyor. Kısa tarihçesini okuyunca da yapının Bizans döneminde kilise olarak kullanıldığı, İstanbulun fethinden sonra da camiye çevrildiği bilgisine ulaştık. Tabi bu görüntüsü ile ne tam olarak cami ne de tam olarak kiliseye benziyordu. Kafamda “Süleymaniye, Beyazıt, Sultan Ahmet gibi dünya ölçeğinde eser yaratma güç ve yeteneğinde olan  ecdat bu eserlerinin yanında hiç esamesi bile okunmayacak  bu kiliseciği niçin cami yapma davranışında bulunur?” sorusuna bir türlü cevap bulamadım. Böyle bir tutum karşısında ecdadımız kimsenin dinine, inancına karışmamıştır şeklindeki söylemlerinin inandırıcılığına hep şüphe ile bakılacaktır.

 

.

Süleymaniyenin büyüleyici yapısının etrafında gezimizi sürdürürken İ.Ü. Fen Fak. Biyoloji Böl. Botanik Ana bilim dalının Laboratuvarı niteliğindeki botanik bahçesinin mevcudiyetinin farkına vardık ve burasını da günlük gezimize dahil ettik. Açık ve kapalı alanda yüzlerce çeşit bitkinin yetiştirildiği ortam ile Haliç’in eşsiz görüntüsü doğa ile keyif verici bir buluşma duygusunu yaşattı bize. Başta Japon turuncu olarak da bilinen bergomat ağacı, kaymak ağacı, kara ceviz ağacı ile çok sayıda bitkiyi bize tanıtan bahçe görevlisi Şerif Bektaş da kuşkusuz kocaman bir teşekkürü hak ediyor.

 

ANTALYA GÜNLERİ / DÖNÜŞ

Antalya’dan  Altınoluk’a Ankara üzerinden gelerek daha önce sevincimizi telefonla paylaştığımız kayın biraderim Abdullah Kılıçarslan’ın tahliye sevincini bizzat yaşamak istedik. Kendisi son yıllarda  uygulanan rövanş hukukunun bir mağduru olarak 28 Şubat davası ile ilgili  yaklaşık 17 aydır tutukluydu. Sabah saat 8-9 civarında Ankara’ya vardık. Buluşma noktası olarak Ankara adliyesini kararlaştırmıştık. Hazır gelmişken biz de mahkemenin o günkü duruşmasını izledik. Daha önceki günlerde  TRT spikerleri tarafından okunmaya başlayan iddianamenin okunmasına devam edildi. Hakimlerin, savcıların, sanıkların avukatların ve izleyicilerin zaman zaman uykulu gözlerle esneyerek dinlemek durumunda kaldığı iddianamenin sanırım 742. sayfasına gelindiğinde ertesi gün devam edilmek üzere ara verildi.

ANTALYA GÜNLERİ / DÖNÜŞ

Baktığımda  aslında en çok 200-300 sayfada anlatılabilecek bir konunun gereksiz tekrarlar ve laf olsun torba dolsun türü dolgu maddeleriyle şişirilip 1300 sayfa ile anlaşılmaz hale getirilmesinin ilginç bir örneğini gördüğümü söyleyebilirim.Ne diyelim Allah sonumuzu hayır eylesin.

ANTALYA GÜNLERİ / DÖNÜŞ

Mahkeme çıkışı Ankara’dan hareketle Altınoluk’a gideceğimiz   otobüsün kalkış saatine kadar kayınbiraderimin kızı Deran ve damadı Serdar çiftinin evinde vakit geçirdik. Kedileri Çakıl’ın koltuklarda, perdelerde ve de, duvarlardaki marifetlerini gördük. Ayrılık saati gelince de iki genç çift bizi otogardan yolcu ettiler.

 

ANTALYA GÜNLERİ / KEMER VE ÇIRALI YOLUNDA

Antalya gezimiz içinde yine bir başka sınıf arkadaşımız olan Mustafa Günaslan da bu coğrafyanın bir başka köşesi ile bizi buluşturdu. Bir öğleden sonra eşi Hülya hanım ile Kemer istikametine bir yolculuk yaptık. Kemer Antalya’ya 30-40 kilometre uzaklıkta gerçekten çok güzel bir kasaba. Ayışığı parkından yürüyerek Yörük parkının olduğu mekandan Kemerin seyrine doyum olmuyor gerçekten. Buradan adını çok duyduğum ama görme fırsatı bulamadığım Çıralı’ya rotamızı çevirdik. Yüksek dağların arasından virajlı yollardan sahile yaklaştığınızda yeşillikler arasında bir cennet parçası ile karşılaşıyorsunuz. Betonun yeşili henüz boğmadığı bir coğrafyanın varlığını görünce doğrusu şaşırmamak elde değil.

Çıralı’da ayrıca beklenmedik bir sürpriz de yaşadık. Gaye öğretmen teyzemin torunu olur. Aile içinde de şakaları, yaklaşımları, tarzı ile  öteden beri muzip,sevimli, ele avuca sığmaz bir kızı olarak hatırlanır. Kendisi öğretmen emeklisi, eşi Erol bey de İnşaat mühendisidir. Her tatilde  kendileri ile ilgili en çok duyduğumuz cümle “ Onlar çıralıya gitti “ şeklindeki cümlelerdir. Bu cümle karşısında benim de aklımdan ” Ne bulur bu gençler Çıralı’da yaz kış oradalar”  düşünceler geçmiş ve bu durumu garipsediğim de olmuştur. Uzun yıllar kendileri için kullandıkları mekanlarını son yıllarda turistik ve ticari bir tatil mekanı olarak çalıştırdıklarını duydum ama ismi aklımda olmadığı için Çıralı’daki  yüzlerce tatil yeri arasında sormayı bile aklıma getirmedim. Ancak Çıralıdan dönüş yoluna girince sevgili eşim Nuray bir tesisin girişinde “Portalimo”  yazısını görünce bunun Gaye’lerin yeri olabileceği hatırlatmasında bulununca bir şansımızı deneyelim dedik. Ve bingoo..

 

.

Portakal ve Limon sözcüklerinden ürettikleri ve işlettikleri mekana isim olarak verdikleri Portalimo’yu görünce bu gençlerin yıllardır buraya boşuna gelmediği kanaatine vardım. Bundan 15 yıl kadar önce içinde 3-5 ağaç ile aldıkları bu beş dönümlük yeri yüzden fazla ağaçla adeta bir cennete çevirdiklerine tanık oldum. Yeşillikler arasında  4-5  bungalov ve ortasında yüzme havuzunun da bulunduğu mekanda yıllardır kendileri tatil yaptıktan sonra son bir yıl itibari ile de dışarıya açılarak ticari ve turistik tatil  mekanı olarak düzenlemişler. Gerçekten de  yıllardır  buraya sadece zamanlarını kaynaklarını değil zevklerini, heyecanlarını ve yaratıcılıklarını da yansıtmışlar. Konaklama fyiatlarını da sormak aklımdan geçmedi. Ama her güzelliğin bir bedeli olduğunu düşünürsek burası için de talep edilen bedelin her şeye değer olduğunu düşünüyorum.

Çıralı çıkışında havanın iyice karardığını ve karnımızın da iyice acıktığının farkına vardık. Rehberimiz Mustafa Günaslan ve eşi Hülya hanım bize Kemer, Ulupınar mevkiinde son derece nefis bir manzarası olan “Kayalar restaurant” adlı tesiste kiremitte alabalık ikramında bulundu ve gezimiz de bu şekilde noktalanmış oldu.

 

ANTALYA GÜNLERİ / TOROSLARDA İKİ GÜN

Antalya dışında yaşayanların en büyük özlemi  her bir köşesi cennet olan  Antalya’nın  Alanya, Side, Kaş, Kemer gibi beldelerinde tatil yapmak yada yerleşmektir sanırım. Ancak burada yaşayanların da Torosların eteklerinde sahip oldukları ya da kiraladıkları bahçelerinde özellikle yaz aylarını geçirmek gibi bir tutkuları olduğunu öğrendim. Misafiri olduğumuz Ayşe ve Mustafa Sözeri arkadaşlarımız da Antalya’ya 38 kilometre uzaklıkta Toros dağlarının 900 metre yükseğindeki  Yarbaş Çandır köyünde bahçe içindeki evlerinde bizi iki gece ağırladılar. Şehir merkezi ile burası arasındaki 10 derecelik ısı farkını yaşayınca bu tür arayışların isabetli olduğunu düşündüm.

 

Köyde kaldığımız zaman içinde  bahçelerindeki üzümleri, elmaları dalından koparıp yeme zevkini bize yaşattılar. Yetiştirdikleri fasulye, domates, biber, patlıcan, dere otu, maydanoz, nane, sofralarımızın vazgeçilmezi oldu. Yediğimiz sütlü mısırların hala tadı damağımızdadır. Sabahın erken saatinde kalkıp bu bitkilerin otlarını yolmak, aralarını çapalamak, kurulmuş sulama sistemini çalıştırmak mutlu bir yorgunluk duygusu yaşamamızı sağladı. Köyden Antalya’ya döndükten sonra bize aynı apartmandaki bir dostlarının boş olan evini bize tahsis ettiler. Buradan 10-15 dakika yürüme mesafesindeki Konya altı plajında denize girme keyfini ve fırsatını bize yaşattılar.

 

Köyden dönüşümüzün akşamı Çamlık pidecisinde bir dost meclisinin kurulması bizi çok mutlu etti. Orada bulunduğumuz hafta içinde yeğenimin düğünü, kayınbiraderimin tahliyesi, – 9 Eylül- evliliğimizin 35. yılı, gibi birden fazla mutluluğu birlikte yaşadık. Yemeğe iştirak eden arkadaşlarımızın getirdiği pastalar da geceye ayrı bir renk kattı.  Daha sonraki günlerde Antalya’nın Falezlerinin kıyısındaki mutena köşelerde bize eşsiz bir görüntü ziyafeti çektiler.

 

ANTALYA GÜNLERİ / DÜĞÜN GECESİ

2013 yılının 5 Eylül akşamında Altınoluk’tan eşimle birlikte bindiğimiz otobüs 12 saatlik bir yolculuktan sonra ertesi günün sabahında bizi Antalya’ya ulaştırdı. Yolculuğumuzun başlama saatlerinde yaklaşık 17 aydır tutuklu bulunan kayınbiraderimizin tahliye haberini de alınca yolculuk bizim için çok daha keyifli bir hale gelmişti. Bir hafta öncesinden Tekirdağ’da yaptığımız düğünün ikinci ayağını yapmak üzere tasarlanmıştı bu yolculuğumuz. Kız kardeşimin kızı yeğenim Tuğçe’nin Antalya’ya gelin gitmesi birer hafta ara ile farklı coğrafyalarda iki düğün yapma zarureti doğurmuştu. Halen Antalya’da yaşamını sürdürmekte olan sınıf arkadaşımız Ayşe ve onun eşi Mustafa Sözeri’nin ısrarları düğün gecesi kalacak yer arama telaşından da bizi kurtarmış oldu. Otelcilik okulunun bahçesinde yapılan düğünde bir hafta önce ki düğünden farklı olarak oğlan tarafının yakınları ve akrabaları çoğunluktaydı. Gençler bol bol oynadı eğlendi. Zamanı gelince de evli çiftlerle ve diğer konuklarla vedalaşıp mekandan ayrıldık. Bizi bu mekana getiren ve götüren Ayşe’nin eşi Mustafa Sözeri’ye teşekkürlerimizi tekrarlamak isteriz.

 

.

“Bizim zamanımızda” ya da “Eskiden böyle değildi” sözcükleri ile başlayan cümleleri  pek sevimli bulmadığımı söylesem de benzer girişi yaparak meramımı anlatmak ihtiyacını hissediyorum. Gerçekten eskiden -ki bir çoğumuz da hatırlayacaktır- düğünlerde ortama göre müzikleri icra eden davul- zurna, ince çalgı, orkestra gibi gruplar vardı. Bu gruplarda da   davul, zurna, klarnet, keman, cümbüş, darbuka, gitar, bateri gibi müzik aletleri gerçek kişiler tarafından kullanılırdı. Fakat son yıllarda gittiğim bir çok düğünde bu tür bir müzik icrasına pek rastlamadım. Önünde kullanılıp kullanılmadığı da belli olmayan bir org ve de yan tarafında bir lap-topla müzik olayı tamamlanmış oluyor. Ne diyelim “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu”  dendiği gibi “ Bilgisayar icat oldu mertlik bozuldu deme noktasına da geldik sanırım.

Antalya’ya gelirken kafamızdaki plan düğün akşamı arkadaşlarımızda kaldıktan sonra uygun bir konaklama yerinde birkaç gün dinlenmek biçiminde idi. Fakat bizi ağırlayan ev sahiplerimizin ve de özellikle Ayşe arkadaşımızın her aşamadaki ısrarı ve ikna gücü bizim kafamızdaki planı uygulamaktan bizi alıkoydu. Önce istemedik  ama sonunda bizim içinde onlar için de doğru olanın yapılmış olduğuna kanaat getirdik

 

ALTINOLUK YÜRÜYÜŞLERİMİZ / KOCA DERE TURU

Daha önce aynı başlık altında çeşitlendirdiğim yürüyüşlerimize bir yenisini daha ekleme ihtiyacını duydum. Koca dere caddesinin evimizin hemen arkasında bulunduğunu ve diğer yürüyüşlerimize de çıkış noktası teşkil ettiğini sanırım açıklamıştım. Bu caddede küçük kuyu istikametine Narlı kavşağına kadar, ya da Altınoluk istikametine yüründüğünde farklı tur seçenekleri de yaratmak mümkün. Hatta kimi zaman yönünüzü sahile doğru çevirerek çeşitliliği daha da arttırabilirsiniz. Koca dere caddesinin adını hangi dereden aldığını bilemiyorum. Ama buraların evveliyatını bilenler bunun -en az kırk elli yıl öncesinin-eski Çanakkale- İzmir yolu olduğunu söylüyorlar.

 

.

Bu yürüyüş güzergahının burada yaşayan sakinlerinin en çok tercih ettiği yol olduğunu olduğunu söyleyebilirim. Sabah 7.30 itibarı ile araç trafiği de  olmayan bu cadde de her cinsten ve her yaştan insanı yürüyüş yaparken görebilirsiniz. Ancak “Her yaştan” biraz gerçekçi değil galiba. Daha çok yolun yarısını epey geçmiş olanlar dersek daha gerçekçi olur sanırım. Bu cadde de yürüyüş yaparken unutulmaması gereken bir gerçek de  sahipli, sahipsiz her renkten ve boydan köpeklere sıklıkla rastlayacağınızdır. Kendi halinde caddenin ortasında öylece oturan bu hayvancıklar size zarar vermese de tedbir olarak yürüyüşünüzü bir değnekle sürdürmenizde yarar var derim. Bu yürüyüş turunun belirleyici özelliği köpekler olduğu için resimlerin hemen tamamını onlara ayırmış olmam umarım anlayışla karşılanır.