2011 YILININ SON DARBESİ

2011 yılının son ayının son çeyreğine yaklaştığımız günlerde kamuoyunu en çok meşgul eden konu Fransız parlementosundaki Ermeni soykırımının inkarını suç sayan yasa ile ilgili görüşmelerdi. Biz yapmadık etmedik bizim tarihimizde böyle bir şey yok diye yırtınırken elin parlamentosu “Biz sizin yaptığını biliyoruz,bundan eminiz de şimdi de itiraz edenin icabına bakacağız” dercesine aklına koyduğunu yapmaya çalışıyordu. Tabi bu durumda ben de her  Türk vatandaşı gibi kendimi son derece  mutsuz, çaresiz ve aşağılanmış hissediyordum. Bunu bitmekte olan 2011 yılının yüreğimize inen son bir darbesi olarak hissediyorken hemen aynı günlerde TBMM de milletvekilleri ve emekli olan milletvekillerinin maaşlarına kıyaktan öte kaymaklı bir maaş zammı yapan yasanın el çabukluğu ile, kaşla göz arasında  birkaç saat içinde kabul ediliverişinin yarattığı darbe bende Fransa’nınkinden daha ağır oldu. Olayın zamanlaması, yöntemi ve içeriği “Yok artık bu kadarı da olmaz” dedirtecek türdendi. Ben elbette milletvekillerinin asgari ücretle görev yapmasını beklemiyorum. Bana her ne kadar bir çorbalarını içmek nasip olmadı ise de kendilerinin yüzlerce ziyaretçi ağırlamak ve çağrılan her düğüne altın ile gitmek gibi bir geniş yelpazede harcama yaptığını düşünerek görevlerini yürütmeleri için makul bir ücrete hiç kimsenin elbette itirazı olmaz. Ancak hasbelkader birkaç yıl milletvekilliği görevinde bulunulmuş olmasının o kişiye ömür boyu yüksek maaş ve sayısız imtiyazlar sağlamasının mantığını bir türlü anlayamıyorum. Bu durumda ben de muhakkak birşeyler yazmak birşeyler söylemek ihtiyacını duydum. Ama kime ne söylemeliydim benim sesim bu blogumda nerelere kadar ulaşabilirdi ki? Ama yine de yukarıdan aşağıya söylenmesi gerekenlere bir çift laf etmezsek vatandaşlık görevini yapmamış oluruz diye düşündüm.

Şayet ulaşabilseydim ilk sözüm sayın Cumhurbaşkanına olurdu. Malum Cumhurbaşkanımız, Başbakanımızın; simitçisinden balıkçısına, marangozundan küçük esnafına, günlerce hatta haftalarca yaptığını söylediği istişare sonucu “Cumhurbaşkanı olarak kardeşim Abdullah beyi uygun gördüm” demesiyle seçilmişti. Eğer o sırada  bir başka isim telaffuz edilmiş olsaydı muhtemeldir ki o kişiyi karşımızda cumhurbaşlanı olarak görecektik. Neyse bu şekilde başlayan süreç bir kaç ufak tefek yol kazasından sonra Çankayada son buldu. Tabi belki  bu gönül bağı yüzünden de hükümetin çıkardığı neredeyse tüm yasalar aynen imzalanarak yürürürlüğe girdi. Belki de buna uyum ve işbirliği içinde çalışma da diyebiliriz! Bu süreç  yine toplum vicdanında pek yer bulamayan şike yasasına kadar devam etti. Cumhurbaşkanı her ne  kadar Anayaasa Mahkemesine götürmek gibi bu işin de pek sonunu getiremedi ise de en azından o makamın her yasanın transit olarak imzalandığı bir yer olmadığını sade vatandaşa hatırlatmış oldu. Asgari ücret 20 lira mı, 30 liramı artsın? Çalışanlara, emeklilere  yüzde üç mü yüzde beş mi zam yapılsın tartışmalarının yapıldığı bu günlerde milletvekili emeklilerine  yüzde yüze varan zam yapılmasını sağlayan bu yasa önüne geldiğinde kendisini bir anlığına da olsa  sade bir vatandaşın yerine koyarak yapması gerekeni yapacağına inanmak istiyorum. Benim yolum ne Çankaya’ya ne de Kayseri’ye uğrar. O yüzden bu dünyada belki karşılaşıp hesabını sormasam bile öteki dünyada iki elim cumhurbaşkanının yakasındadır bu böyle biline.

Sayın Başbakanımız iktidara geldiği 2000 li yılların başında “Milletvekilleri artık lojmanlarda oturmayacak” çıkışı ile  vekillerle asılları artık buluşuyor ve içiçe yaşayacak diye sevinmiştik. Komşumuz kiracımız olarak yaşayacaklar ve içimizden biri gibi onlara “Günaydın” diyebileceğimizi düşünmüştük. Fakat giderek eskisinden daha imtiyazlı duruma gelmeye başladıklarında ise ne yalan söyleyelim hayal kırıklığına uğradık. Şu anda sözünü ettiğimiz yasal düzenleme ile milletvekili emekli aylığının 8-10 bin liraya çıkarılmasında şüphesiz iktidar partisinin katkısı çok büyük. Herkes biliyor ki iktidarın istediği yasa çıkar istemediği yasa çıkmaz. İşin daha da gerçeği Başbakanın istediği yasa çıkar istemediği yasa çıkmaz da diyebiliriz buna. Herkes bilir ki başbakanın izni olmadan milletvekillerimiz parmaklarını bile oynatmazlar. Sosyal güvenlik sisteminin durumu belli iken, hangi ilacın iskontosunu indirelim, hangisinden fark alalım arayışı sürerken, emekliden neresinden üçbeş kuruş kırpalım gayretleri yoğunlaşırken, ayrıca  sayın Başbakan sade bir emeklinin maaaşını ve buna yapılacak komik  zam oranını biliyorken bu yasaya onay vermenizi anlayabilmiş değilim. Sizinle de herhalde bu dünyada bir hesaplaşmamız ve helalleşmemiz mümkün gözükmüyor  yarın öbür gün hak vaki olduğunda ve sorulduğunda “İyi biliriz, helal olsun” diyenler arasında yer alıp almayacağımdan emin değilim ama öteki dünyada iki elim sizin de  yakanızda olacak bunu bilmiş olun diyorum.

Birde iktidarın ileri gelenleri var Bülent Arınç gibi, Cemil Çiçek gibi. Bu yasayı savunurken adeta özürleri kabahatlerinden büyük oluyor. “Milletvekili maaşlarında Avrupa Birliği ve diğer Demokratik Ülkeler düzeyi esas alınıyor” demiyorlar mı çileden çıkmamak, çıldırmamak mümkün değil. Hani “Biz bir kere seçildik.kendi kesemizi dolduracağız. Hazır elimizde yetki de varken bunun sefasını ömür boyu sürmek isteriz” deseler yine yüreğimiz yaralanır ama en azından açıksözlü bunlar diyerek teselli bulurduk. Ama bunu söylerken en sade vatandaşın  “ Bre ey gafil vekilim asgari ücrette, kişi başına düşen milli gelirde,diğer emekli aylıklarında emsal gösterdiğin ülkelere ulaştık mı ki miletvekili maaşlarını ve emeklisi maaşlarında onları emsal alıyoruz. Oralarda resmi araba saltanatının olmadığını, işine toplu taşıma araçları ve bisikletle giden milletvekilleri ve bakanlar da varolduğunu düşünerek kıyaslamanızı onlarla niye yapmıyorsunuz” deyiverse ne cevap vereceklerini çok merak ediyorum. Yoksa nasılsa bu milletin  hafızası zayıftır, birkaç gün söylenir, öfkelenir  sonra da unutur diye mi düşünülüyor. Ya da sizler  içinden çıktığınız bir şekilde temsil ettiğiniz halkın arasına hiç dönmeyecek ve onlarla hiç karşılaşmayacağınızı mı düşünüyorsunuz? Ya da emekli milletvekillerinin ayrı bir şehri ve mahallesi var da bizim  mi haberimiz olmadı..Neyse iki elim sizin de yakanızdadır haberiniz olsun.

“Biz yoktuk,biz yapmadık” kolaycılığına ve kurnazlığına kaçan muhaliflere de birkaç cümle ile seslenmek zorunda hissediyorum kendimi. Biraz mahcup, biraz utangaç gibi de olsa bu işte sizinde bal gibi desteğiniz var. Sureti haktan görünüp “Kim imzalamış, disiplin kuruluna verilecek” gibi çıkışların ne yazık ki hiçbir inandırıcılığı yok. Yoksa eğer omurgalı bir muhalefet olsa bu yasa hiç bu kadar kolay çıkabilir miydi? Önergelerle, söz almalarla Meclisi dar edebilirlerdi. Her fırsatta çıkıp her konuda polemiğin parçası olan Kamer Genç bile isteseydi tek başına yapacağını yapardı. Dedik ya tuz da kokmaya başlayınca ne yapılır ki? Evet sizlerin de yarın yevmi kıyamette elim yakanızda olacak ona göre.

Sıra şimdi büyük şair Nazım’ın  “Akrep gibisin” diye başlayıp “ Kabahat senin –demeğe de dilim varmıyor amma- kabahatın çoğu senin canım kardeşim” diye biten şiirinde bahsettiği değerli yurttaşımıza ve seçmenimize sıra geldi. Bütün bu manzara senin gözlerinin önünde cereyan ediyor. Bunları biz seçtik. Daha doğrusu Genel Başkanları seçti bizler de onayladık. Yarın tekrar onaylanmak üzere geldiklerinde onlara “Maaşlarınızı niye Avrupa’ya, Cumhurbaşkanı maaşına endeksliyorsunuz da asgari ücrete endekslemiyorsunuz?” Sorusunu lisan-ı münasiple sormayacak mısın? Yoksa hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi adeta mağrur biçimde gösterilen yere mühürünü yine basacak mısın? Eğer bunun hesabını sormazsan ellerim senin de yakandadır bunu bilmiş ol.

KISA BİR İZNİK GEZİSİ

Armutlu tatil köyünde geçirdiğimiz iki haftalık süre içinde İznik’e bir gezi düzenlendiğini öğrenince bu fırsatı bir daha belki bulamayacağımız düşüncesi ile katılmaya karar verdik. Aracımız tatil köyünden hareketle Armutlu’dan geçerek Gemlik’e 4-5 kilometre uzaklıktaki Umurbey köyünde mola verdi. Burada Türkiyenin 3.cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Anıt mezarı, müzesi ve kütüphaneden oluşan kompleksi ziyaret ettik. Müzede  Cumhurbaşkanı Celal Bayarın görev yaptığı sırada kendisine hediye edilen eşyalar,yazdığı kitaplar ve kişisel eşyaları ile dönemine  ışık tutacak resim ve belgeleri görme imkanı bulduk.

Umurbeyden İznik’e geldiğimizde saat 12.00 ye gelmişti. İznik şehri daha önce gördüğümüz Gemlik’in dörtte biri büyüklükte olmasına karşın bize daha naturel ve sıcak bir yer gibi geldi. Belkide sahilde olmamamasının getirdiği dezavantaj etkisi ile çok katlı binaların istilasına henüz uğramamıştı . İznik’i gezdikçe tur rehberimiz olan delikanlının her cümleye başladığında sanırım Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarını kast ederek “Dört imparatorluğa/medeniyete başkentlik yapmış güzel İznikimiz…” cümlesinin abartma olmadığını da fatketmeye başlamıştık. Gerçekten nereye baksanız farklı bir tarihin izini görüyorsunuz. Öğle yemeğine kadar olan süre içinde önce  1388 yılında 1.Murat tarafından yaptırılan ve 1965 yılından beri Müze olarak hizmet veren Nilüfer Hatun İmaretini gezdik. Butik Müze olarak tanımlayabileceğimiz bu yapıda İznikte çeşitli tarihlerde yapılan kazılarda elde edilen eserlerin sergilendiğini gördük. Müzenin hemen karşısında Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından 1379-1391 tarihleri arasında yaptırılan ve İznikin en görkemli camisi olarak kabul edilen Yeşil cami bulunuyor. Müzenin bitişiğindeki Şeyh Kutbiddinzade Mehmet İzniki Camisi de bu butünlüğü tamamlayan tarihi bir figür olarak kabul edilebilir.

İznik’in bir başka caddesi üzerinde  ilerlerken 1442 yılında  Çandarlı Halil Paşanın torunları tarafından yaptırılan ve hat sanatının önemli örneklerini içinde barındıran Mahmut Çelebi camiini sağımızda bırakıp ilerlerken 4.yüzyıl ve 15-17 yüzyıldan kalan çini-seramik atölyeleri ve fırınlarının bulunduğu kazı yerine ulaşıyoruz. Buradan sonra yolumuza devam edince 1332 yılında Süleyman Şah tarafından yaptırılan Süleymanpaşa Medresesine ulaşıyoruz. Gerekli onarımlar yapılarak burasının çiniciler çarşısı olarak hizmet verdiğine tanık oluyoruz. 1331 yılında Orhan gazi tarafından camiye çevrilen  Ayasofya kilisesiin geçmişinin de 4.yüzyıla dayandığını öğrendik. Bir yandan kendimizi son derece hoşgörülü olarak tanıtırken diğer yandan  zaptedilen yerlerdeki kilisenin yanına birer minare dikerek camiye çevrilmesini hangi mantıkla açıklamak gerektiğini düşünürken oradan ayrılıyoruz.

Yaya olarak bir süre gezdikten sonra 2.yüzyılda yaptırılan ve 15.000 seyirci kapasiteli Roma tiyatrosunun 1980 yılından beri devam eden kazı çalışmalarına  kısa süreliğine de olsa bir göz attık. Çeşitli uygarlıklar tarafından yaptırılan Lefke kapısı,İstanbul kapısı gibi kapıları olan sur kalıntıları arasından geçerek şehrin en yüksek yerinde yer alan Abdülvahap Sancaktari türbesine ulaştığımızda artık hava da kararmaya başlamıştı. 8.yüzyılda İslam ordularının İznik’i kuşatması sırasında büyük yararlılıklar gösterdiği için anısına yapılan ve bayraklı türbe olarak da anılan  türbenin şehrin panoramik görüntüsü için en uygun yer olarak seçildiğini düşündük.

Gezi kafilemiz öğle yemeğini İznik’in son derece nezih mekanlarından köfteci Yusuf’ta yedi. Şekil olarak biraz oval ve yassı biçimde olan köftelerin lezzet bakımından da bizden iyi not aldığını söyleyebilirim. Bizim gezimiz gündüzlerin kısa olduğu mevsime rastladığı için ister istemez  biraz aceleye geldi. Ama vaktiniz olduğunda sizlerin şehri daha enikonu gezmenizi öneririm. Özellikle  yüzlerce sayıdaki çini dükkan ve atölyelerini gezmek için bile sadece bir gün ayırmaya değer.

ARMUTLU VE GEMLİK

Armutlu sırasıyle köy,belde ve ilçe olma çizgisini işlemiş. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse plansız yapılaşması, en olmadık yerde ve biçimde dikiliveren 7-8 katlı binaları ile  ne şehir olabilmiş nede köy kalabilmiş. Marmaranın en güzel kıyısında kararsız bir yerleşim yeri olarak kaderinin çizilmesini mahzun bir biçimde izliyor. Tatil köyüne 3-4 kilometre uzaklıktaki bu yerleşim yerine birkaç kez yürüyerek gidip geldik. Buraya gelmişken uzunca bir zamandan beri burada yazlığı olan ve İstanbul’daki apartmanımızdan kapı komşumuz  Mehmet ağbi ve Nazmiye hanımlara da uğramamazlık edemezdik. Evlerine gittiğimizde hava da çok güzeldi. Bahçelerinde sayısız ağaç ve çiçekler arasında bize yedirdikleri öğle yemeği için burada tekrar teşekkür etmeliyim..

Bu arada Armutluda en az üç kez uğradığımız “Eşgel” balıkçısından da bahsetmeden geçemeyeceğim. Bunu söyleyince sakın aklınıza şu kadar yıldızlı lüks ve konforlu bir yer  gelmesin. Kasabanın dar ve plansız sokaklarınından birinin köşesinde pazaryerine yakın bir yerde birkaç derme çatma iskemle ve masadan oluşan yani dışardan baktığınızda pek albenisi de olmayan bir yer. Masaların etrafındaki kedi ve köpeklerin sayısının her zaman müşterilerden daha fazla oldunu söylersem umarım burasını gözünüzde daha iyi canlandırır sınız. Bizim Muratlıdaki köfteci Yakup gibi biraz salaş bir görüntü olmasına rağmen salata eşliğinde yediğimiz istavrit, hamsi, çinekop, sardalyaların lezzetini hala damağımızda hissettiğimizi söyleyebilirim. Fiyatlar da çok makul olduğu için yolunuz düşerse uğramanızı öneririm.

Bu arada adını çok duymakla  birlikte görme imkanı bulamadığımız Gemlik’i de görmek istedik.Tatil köyünden belli saatlerde kalkan minübüsler Armutlu’ya da uğrayarak yaklaşık 40 kilometrelik mesafeyi yolların biraz virajlı olması sebebiyle bir saatte alıyor. Ama buda bize etrafı daha iyi görme ve izleme açısından zaman kazandırıyor.

“Gemlik’e doğru denizi göreceksin,sakın şaşırma…” Orhan Veli’nin bu dizesi karşılıyor şehir girişinde insanları. Bu Gemlik ile bütünleşmiş ve aynı zamanda insanları görsel sürprizlere hazırlıklı olmasını öğütleyen bir tavsiye saylır bir yerde. Ünlü şairin bu dizeleri söylediği zaman Gemlik bu halde miydi? Ya da bu halini görse ne söylerdi bunu bilemiyoruz ama şurası bir gerçek ki körfezin etrafındaki zevksiz yapılaşma bizdeki daha fazla yeşil daha fazla mavi arzusuyla  pek uyuşmadığını söyleyebilirim. Hele sahildeki otel ve birkaç çay bahçesinin güzelim sahil kordonunun bütünlüğünü nasıl bozduğundan, bu hengame içinde sahildeki adeta kaybolmuş Atatürk büstünden bahsetmek bile istemiyorum.

Gemlik’te öğle yemeğini yine bir balıkçıda yedik. Ama burada daha önce bahsettiğim Eşgel balıkçısının lezzetini bulamadım.Daha sonra Öğretmenevinde bir çay ardından sahildeki kafelerin birinde bir türlü yanımızdan ayrılmayan beyaz bir kedi yavrusunun refakatinde  kahvelerimizi içtikten sonra Gemlik gezimizi sonlandırdık.

ARMUTLU’DA İKİ HAFTA

Armutlu tatil köyünde 17 Kasım ile 1 Aralık tarihleri arasındaki devre mülklerine bu yıl gelemeyeceklerini belirten kayınbiraderimin bu milli görevi bize yüklemesi üzerine belirtilen tarihleri bu coğrafya parçasında geçirmeye karar verdik. Gelişmenin ve kalkınmanın, ilçeleri il, köy ve beldeleri de ilçe yapmak kurnazlığına burada da  tanık olduk. Armutlu Yalova iline bağlı taze bir ilçe. Düzenli olarak yapılan deniz otobüsü seferleri burasını İstanbullular için gözde bir tatil ve dinlenme seçeneği haline getirmiş diyebiliriz. Biz de bu tarifeli seferleri kullanarak 18 Kasım Cuma günü Yenikapı’dan bir saatten biraz fazla deniz yolculuğu yaparak tatil köyündeki yerimize ulaştık.

Bizim konakladığımız tatil köyü Armutlu ilçesine 3-5 kilometre uzaklıkta bir mekan. 300 dönümlük bir alanda 11 blok ve farklı büyüklüklerdeki yaklaşık 1700 daireden oluştuğunu öğrendik. 2004 de faaliyete geçen bu tesislerde 37.000 den fazla devre mülk ve günlük 9000 kişilik konaklayabilme kapasitesi bulunduğu gözönüne alınırsa tesisin büyüklüğü hakkında bir fikir sahibi olununabilir Ayrca tatil köyü bünyesinde aklınıza gelebilecek çeşitli alışveriş merkezleri yüzme havuzları,kaplıca havuzları,çeşitli oyun ve eğlence mekanları da unutulmamış. Burasını yılın tüm mevsimlerinde cazip kılan en önemli unsur tedavi edici özelliği olan kaplıca suyunun tüm dairelerin küvetlerine kadar ulaştıtrılmış olması.Yaz mevsimine isabet eden devrelerin kaplıca suyunun yanında denizden de istifade etme şansları var. Bu yüzden de o aylara rastlayan devrelerin fiyatları da diğer aylara göre bir kaç kat fazla oluyor.

Tatil geçirilen dairelerin donanımından memnun kaldığımızı söyleyebiliriz. Yılın her mevsiminde ortalama günlük 4-5 bin kişinin hizmet aldığı bu tesislerde  mutfak tezgahının tahtadan yapılmış olmasını doğrusu pek anlayamadım. Çimento,fayans,mermer,mermerit v.b maddelerden yapılan mutfak tezgahı görmüştüm ama tahtadan yapılabileceğini hiç düşünememiştim. Bir de karşı duvara yazdıkları”Tezgahı ıslatmayın sıcak tencere ve çaydanlık koymayın” uyarısı da son derece garibime gitti doğrusu.Yani “Havuza girebilirsiniz ama kendinizi ıslatmayın” gibi birşey yani.

Biz burada geçirdiğimiz iki hafta boyunca günde iki kez onar dakikalık sürelerde banyodaki kaplıca suyundan şifa olur niyeti ile yararlandık. İstanbul’dan gelirken getirdiğimiz kitapları bol bol okuduk. Müessesede her dairede oluşturulan minik bir kitaplıkta Kuran-ı Kerim ile birlikte Faideli bilgiler, Eshab-ı Kiram, Mektubat, Saadet-i Ebediyye, Menakıb-i Çihar Yar-İ Güzin, Şevahid-ün Nübüvve, v.b eserlerin mevcut olduğunu,ayrıca “Kuran-ı Kerim dışındaki kitapları alabilirsiniz” şeklindeki açıklamayı okuyunca bu cömertlik ve ticarette damardan girmenin kerameti  konusunda bir hayli düşündük.

BİR AVUÇ EMEKTAR/EMEKLİ

Armutluda iki haftalık bir dinlenme süreci yaşarken Zilfer Dizman arkadaşımın 25 Kasımdaki buluşma organizasyonundan haberdar olunca heyecanla o günün gelmesini beklemeye başladım. “Ne olur ne olmaz”diyerek deniz otobüsü biletimizi de birkaç gün önceden almıştık. Beklenen gün gelip de hareket için iskeleye geldiğimizde hava muhalefeti nedeniyle seferin iptal edildiğini öğrenince hem şaşırdık hem de üzüldük. Ama bir kere niyetine girmiştik muhakkak bir yolu olmalı diyerek yolu biraz uzatmak pahasına da olsa  Yalova üzerinden feribota ulaşıp İstanbul ile kendimizi buluşturduk. Yani bir saat yerine 4-5 saatlik bir yolculuk yapmak zorunda kaldık.

Akşamın ilerleyen saatlerinde geçen yıl olduğu gibi Avcılar öğretmenevine geldiğimde birçok emekli ve emektar arkadaşımın salonda yerini almış olduğunu gördüm. Ben de uygun bir yere konuşlandım. Öğretmenler günü nedeni ile sağımızdaki ve solumuzdaki masalar, kadınlı erkekli ve yaşları bizlere göre hayli genç olan öğretmen grupları tarafından dolmaya başlamıştı. Ben  o masalara bir baktım. Gerçekten her rengi ayrıca da gençliği içinde barındıran bir bahar havası esintisi vardı. Sonra bizim masaya bir baktım biraz daha gri ve ak saçlılarla yok saçlıların ağırlıkta olduğu bir sonbahar,bir hazan  manzarası gözlemledim. Ama şükür ki gamlı hazan değil, mutlu ve neşeli bir hazan vardı gecenin atmosferinde. Etraftaki masalarda oturanların kafasından ”Bunların burada ne işi var?” gibi bir duşünce bile geçmiştir belki. Ama bize bakarak geleceklerini görmelerini sağlamış oluruz diye kendimi avuttum.

Gece iyi geçti. Mail adresleri, telefon numaraları alındı verildi. Peçetelere yazılan istek şarkılarına eşlik edildi. Cesaretleri ve yetenekleri olanlar pistte kurtlarını döktü. Gecenin ilerleyen saatlerinde Turan Çukurluöz arkadaşımızın memleketinden getirdiği leblebi ve fıstık karışımının lezzetine baktık.Vakitlice gelip vakitlice gitmenin de bir erdem olduğunu düşünerek,biraz da meydanı gençlere bırakmak adına mutlu bir geceyi arkamızda bırakarak mekandan ayrıldık.

Avcılar öğretmenevine giderken metrobüsü kullanmıştım .Dönüşte ise Nazım Akyıldız arkadaşım arabası ile beni evime kadar bıraktı. Yolculuk süresince bir taraftan hem Nazım, hem de araçtaki diğer emektar arkadışımız Ahmet Doğanay ile laflarken bir yandan da giderek yaşlandığımız ve yalnızlaştığımız düşüncesine kapıldım. Bizi önceleri yüzlerce kişi uğurlamıştı. Daha sonra geçen yılki organizasyonda bu sayı 25-30 lara, bu yıl da 15 lere düşmüştü. Gelecek yıl her halde buluşmalar tek basamaklı sayılarla ifade edilecek diye düşündüm. Daha sonra da yalnızlığın ve yaşlılığın gerçek  yüzü ile tanışmaya sıra gelecek  şeklinde bir düşünce kapladı benliğimi.

FETHİYE / ÜÇ ÖZEL VE GÜZEL GÜN (3)

Fethiye’deki üçüncü ve son günümüzü çevre adaların güzelliklerini görmek ve yaşamak için  tekne turuna ayırdık. Daha önceden yaptığımız rezervasyon doğrultusunda sabah saat 10.00 da gezi teknemiz olan “PRENSES SERAP” ın yanındaydık. 10.30 olan hareket saatinden 5-10 dakika sonra yolculuğumuz başladı. Mevsim itibarı ile turizm sezonu yoğunluğunu yitirdiği için normalde en az 100 kişilik olan teknede 25 civarında kişi ile son derece ferah ve rahat bir  gezi yaptığımızı söyleyebilirim. Saat 18.00 e kadar sürecek olan gezinin öğle yemeği  dahil kişi başı 25 TL olduğunu da hemen eklemeliyim.

Gerçekten tekne adalar arasında süzülmeye başlayınca son derece muhteşem bir ülkede yaşıyor olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu düşündüm. Bazısı kayalık,bazısı ormanlık irili ufaklı adacıklardan Şövalye adası, Kızıl ada, Tavşan adası, Katran adası, Delikli adalar, Domuz adası ismini hatırlayabildiklerim adalar arasında sayabilirim. Teknemiz bu adalardan 3-4 tanesinde mola verdi. Bu zaman diliminde hem yemeğimizi yedik hem de isteyenler  denize girdi. Ben önce Ekimin 19 unda denize girilir mi diyerek tereddüt ettiysem de şansımı deneyip girdiğimde durumun çekindiğim kadar olmadığını, suyun Altınoluk’un haziranından daha sıcak olduğunu da fark edince bütün molalarda hemen kendimi suya attım. Bu arada Nuray hazırlıklı olmadığı, ya da benim kadar cesur olmadığı için beni seyretmek ve bana havlu getirmek gibi işlerle uğraştı. Adaların çoğunda yerleşimin olmaması bu coğrafyaları çok daha bakir ve çekici kılıyor. Teknemiz adadan demir aldıktan sonra atılan marul kırıntılarına koşturan yaban tavşanlarının rahat ve özgür davranışları  gerçekten görülmeye değer diye düşünüyorum.


Fethiye’ye hemen karşısındaki Şövalye adası sanırım yerleşime açık tek adacık. Teknemiz burada da son molayı verdiğinde adada küçük bir gezinti yaptık. Gezinti sırasında tanıştığımız ada yerlilerinden 92 yaşında ve on sekiz yıldır yalnız yaşadığını söyleyen  Mehmet Tekin ile uzunca bir sohbet gerçekleştirdik. Saat 18.00 yaklaşırken teknemiz bizi limanda sabah aldığı yere bıraktı.

20 Ekim günü saat 11.30 da Altınoluk’a gitmek üzere Fethiye’den Kamil Koç otobüsü ile hareket ettik. Yaklaşık 10 saatlik bir yolculuktan sonra evimize geldik. Evde bir saate yakın vakit geçirmiştik ki Nuray’ın cep telefonunun kayıp olduğunu fark ettik. En yakın ihtimal olarak otobüste düşmüş olacağı düşüncesinden hareketle otobüs firması ile temasa geçtik. Başvurumuzu kayıt altına almalarının üzerinden 48 saat geçmeden telefonumuzun bulunduğu ve Altınoluk otogarına bırakıldığı haberi ile kaybedilen eşeğin bulunmasına benzer bir sevinçle seyahatimizi sonlandırmış olduk.

FETHİYE / ÜÇ ÖZEL VE GÜZEL GÜN (2)

Güneşin kendini göstermesi ve havanın da çok güzel olması nedeni ile Fethiye gezimizin ikinci gününü Ölü deniz istikametine ayırdık. Ölü deniz şehir merkezine yaklaşık 15 kilometre uzaklığında olağanüstü güzel bir coğrafya parçası. Şehir merkezinden 3-5 dakikada bir kalkan minibüslerle ulaşmak da son derece kolay. Ayrıca gidiş yolu üzerindeki çam ormanlarının varlığı da yolculuğu çok daha keyifli hale getiriyor. Adını çok duyduğumuz fakat  görme imkanına ancak ulaştığımız bu yer gerçekten tüm görüntüsü ile karşımızda seyrine doyulmayacak eşsiz bir tabloyu andırıyordu. 950 hektarlık olan ve Tabiat parkı olarak koruma altına alınan bu coğrafyaya 4,5 TL giriş ücreti ile giriliyor. Ölü denizde herkesin mayosu ile güneşlenip denize girdiğini görünce buranın Ölü değil son derece diri ve canlı bir yer olduğu kanısına vardık.  Biz bir gün öncesinin yağmurlu ve serin havasının etkisi ile buraya epey giyimli olarak geldiğimizden görüntümüz diğer görüntüler ile tam bir tezat oluşturmasını da önemsemeden yolumuza devam ettik.

Ölü denizin güzelliği sadece deniz, kumsal ve yeşillikler ile sınırlı değildi kuşkusuz. Gökyüzünde 8-10 tanesi bir arada adeta bir kartal gibi süzülen ve sonra sahile adeta bir nokta inişi yapan yamaç paraşütçüleri bu tabloyu tamamlayan bir başka güzelliğin parçasıydı. Yarım saatlik bu zevki yaşayabilmek için 150 TL ödemeniz, daha sonra 2000 metre yüksekliğindeki Baba dağına 45 dakikalık bir araçla bir yolculuk yapmanız, ayrıca ve en önemlisi de biraz cesaret sahibi olmanız gerekiyor. Bütün bu sayılan koşulların özellikle sonuncusunun bizde bulunmayışı nedeni ile biz bu gösteriyi şimdilik sadece seyretmekle yetindik.

Ölü denizdeki gezimizin ardından hemen oraya yakın yerde olan ve bizim de görülmesi gereken yerler listesine aldığımız Kaya köyüne bir minibüs aktarması ile ulaştık. Bu yerleşim yerinin tarihi M.Ö. 3000 yıllarına dayandığı, az sayıdaki lahit ve kaya mezarının ise M.Ö. 4.yy ile ilişkilendirildiği edindiğimiz bilgiler arasında. Ancak yamaca dayalı olarak yapılmış  1000 den fazla yapı grubunun ise 19.yy da  Levissi adıyla bilinen bir Rum yerleşim birimine ait olduğu belirtilmektedir. 2 Kilise, 1 okul, 1 Gümrük binası ve çok sayıda şapelden oluşan bu coğrafyaya İstiklal savaşından sonra yapılan mübadele ile Rumların terk ettiği evlere 2000 civarında Batı Trakya’dan gelen göçmenin yerleştiği bilgisine ulaştık.


Fethiye’nin görülmesi gereken yerlerinden biri olarak önerilen ve kente 50-60 km. uzaklıktaki “Saklı kent” ziyaretimizi zaman yetersizliği nedeni ile gerçekleştiremedik. Biz onu bir başka bir ziyarete erteledik ama giden ziyaretçilerin bizim adımıza da gezmesini isteriz.

FETHİYE / ÜÇ ÖZEL VE GÜZEL GÜN (1)

Altınoluktan 20.30 da kalkan otobüsümüz öngörülenden bir saat önce yani saat 05.30 sularında Fethiye’ye vardı. Bu saatte ortalık henüz aydınlanmadığı ve de minibüsler dahi çalışmadığı için birkaç yolcu ile bizi getiren şirket olan “Kamil Koç” yazıhanesinde bir saat kadar oyalandık. Önceleri adı Meğri olan bu kente ilk Türk hava şehidi Fethi beyin 1914 yılında şehit olmasın anısına Fethiye adının verildiğini daha sonra öğrenecektik. Ortalık aydınlanıp,insanlar hareketlenmeye başlayınca bize tarif edilen minibüsle şehre 5-6 kilometre uzaklıktaki öğretmen evine ulaştığımızda saatler sabahın sekizini gösteriyordu.

Ben öğretmenevlerinin şartlarını ve çalışma ortamlarını yakından bildiğimden doğrusunu söylemek gerekirse bu kurumlarla ilgili beklentilerimi çok yüksek tutmam. Ama yine de böylesi sahil kentlerinde ve deniz kıyısındaki öğretmenevlerinin çıtayı biraz yüksek tutması gerektiğine de inanırım. Bu tespit ışığında sözgelimi Alanya ya da Datça öğretmenevleri beğendiklerim arasındadır. Fethiye öğretmenevine de böyle bir perspektiften baktığımda doğrusunu söylemek gerekirse burasını biraz yorgun bulduk. Veya yağmurlu ve puslu bir günün sabahında biz yorgun zamanına rastladık. Tabi bu bize sözle ifade edilmemiş olsa da bahçeye gelişigüzel terk edilmiş eski eşyalar arasındaki buz dolabı, yüzme havuzunun mahzun durumu, çalışmayan post cihazı, kaldığımız odanın banyosundaki kırık askı bize bu mesajı veriyordu. Geçen yıl aynı günlerde Alanya öğretmenevine gittiğimizde “ Alanya’ya gelmekte niye bu kadar geciktiniz? Buraya gelmekle ne kadar iyi ettiniz” mesajını alırken burada sanki “ Bu havada gelecek başka yer bulamadınız mı ? Otursanıza oturduğunuz yerde” mesajı veriliyordu.  Bu algılamaların ışığında yerleştiğimiz odamızda biraz uyuyarak dinlendik.

Biraz dinlendikten sonra yağmurun biraz yavaşlamasını fırsat bilerek şehir içi gezimize Fethiye’nin müzesinden başladık. Müze gerçekten kelimenin tam anlamı ile butik müze diyebileceğimiz bir özellikteydi bize göre. Müzenin oluşturulma çalışmalarının 1962 yılında başladığı, yapılan arkeolojik çalışmalar ve edinilen eserler çoğalınca 1987 yılında mevcut binanın inşa edildiğini, 2010 yılında da bu günkü görünümüne kavuştuğu belirtilen müzedeki eserler iç kısımdaki iki salon ile bahçede sergilenmektedir. Müzede sikkeler, pişmiş toprak cam ve bronz  eserler ile çeşitli devirlere ait heykellerin yanında bahçe bloğunda  Likya kültürüne ait eserler ve lahit mezarların görülebileceğini hatırlatmak isteriz.

Şehrin yerleştiği yamaçta hemen hemen 10-15 dakikalık yürüme mesafesindeki görkemli yapılar halinde karşınıza çıkan kaya mezarları da görülmesi gereken yapılar arasında sayılabilir. M.Ö 4. yüzyıla kadar geçmişi olan bu mezarlar ile kale kalıntılarını da görmeden Fethiye’den ayrılmamanızı tavsiye edebiliriz. Ayrıca Roma dönemine ait olduğu belirtilen  Telmessos amfi tiyatrosunu da kent içindeki gezinize bir çerez olarak ilave edebilirsiniz.

Bu arada Fethiye’de gezinirken bizi hem hayrete düşüren hem de kaygılandıran bir durumdan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Öğretmenevinde  aşçı kadrosunun olmasına rağmen kahvaltı dışında yemek çıkmaması üzerine bu ihtiyacımızı yakınlardaki mekanlardan gidermek zorunda kaldık. Özellikle sahil güzergahındaki alışveriş ve eğlence merkezlerinde Türkçenin adeta tedavülden kalktığını  hayret ve şaşkınlıkla gözlemledik. Önceleri süpermarket, cafe, restaurant, gibi sözcüklerin kaynağını tartışmalı bulurken bu manzara karşısında gözlerimiz boş yere menülerde çorba, kuru, pilav ,İskender sözcüklerini arayıp durdu. Uzun bir aramadan sonra biraz daha iç kesimlerde tabelasında çorba, balık sözcüklerini bulduğumuz bir yerde yemeğimizi yedik.

ŞANGAY GÜNLERİ / VE FİNAL (ERA AKROBASİ GÖSTERİSİ)

22 Eylül dönüş tarihimiz olduğuna göre bu gece Şangay’da son  gecemizdi. Her ayrılışta olduğu gibi bu ayrılık günü yaklaştığında da yüreğimizde o tarifsiz hüznün kıpırtılarını hissetmeye başlamıştık. Dört haftalığına geldiğimiz Şangay’da önceleri “Bu kadar günü bu ülkede nasıl geçiririz” endişesi yaşamış olsak da büyüklerimizin “Sayılı gün çabuk geçer” dedikleri gibi gerçekten umduğumuzdan da çabuk geçmişti günler.

Oğlum “Bu gece de Shanghai Circus World’deki Era Akrobasi Gösterisi’ne gitmelisiniz” deyince önce “Birkaç kasa minder hareketini seyretmesek de olur” düşüncesi, ya da son geceyi de birlikte geçirmek arzusu ile pek gitmek istemedim. Ama oğlum ısrar edince muhakkak gençlerin bir bildiği vardır diyerek  gitmeye karar verdik.

Yaklaşık bir aydır Şangay’da yaşamanın kazandırdığı deneyim ve kendine güven duygusu ile eşimle birlikte ve de artık yanımıza harita bile alma gereğini de duymadan yola çıktık. Tasarladığımız gibi evimizin yakınındaki Hangzhong Road metro istasyonuna yürüyerek gidip ve 1 numaralı metro hattını kullanarak bize tarif ve tavsiye edilen yere geldik. Yer pozisyonlarona göre 80,180,360 RBM olan giriş biletlerinden 180 RMB olanını alıp gösterilerin yapılacağı salona girdik.

Gösteri bilette de yazılı olduğu gibi saat tam 19.30 da başladı. Burada yapılanları veya seyrettiklerimizi uzun uzun anlatmayı isterdim ama buna ne benim yeteneğim ne de blogumun kapasitesi yeterli olmayacak sanırım. Ancak şunu söyleyebilirim ki gösterileri izlerken yerçekimi kanunu gibi, ya da insan vucudu ile ilgili en temel anatomik kabullerle ilgili kuşkularınız artarken bir yandan da bunları sorgulamaya başlamak durumunda kalabiliyorsunuz diyebilirim. Ses, müzik, tasarım, yaratıcılık, zamanlama, denge, koordine, refleks, dikkat, beceri gibi kavramlar ancak bu kadar uyumlu olarak bir arada bütünleştirilebilir sonucuna varıyorsunuz. Akrobatik gösterilerde zor olanlar çoktan geçilmiş adeta imkansız olan sergileniyor diyebilirim.

Hangi birini sayarım bilemiyorum ama beni son bölümde sergilenen motorsiklet gösterisinin etkilediğini söyleyebilirim. Tahminime göre -ki resimlerde arka planda görüldüğü gibi-  en fazla 8-10 metre çapındaki tel örgüden oluşturulmuş kürede önce bir ve daha sonra giderek sekiz tane motorsikletin yatay dikey süratle birlikte süratle ve uyum içinde hareket etmesi karşısında kelimeler ile ifadesi imkansız duygular yaşadık. Rahmetli babaannemin böyle durumlarla ilgili olarak ”Yok canım olmaz  öyle şey bu göz baycılıktır” (Göz bağlama, yanıltma, algı yanılması ve sihirbazlık anlamına gelen) sözü aklıma geldi. Ama gördüklerimiz gerçeğin tamı tamamına kendisi idi.

Gösterilerle ilgili birkaç kare almak isterdim ama resim ve görüntü alma kesinlikle yasak ve görüntü almaya yeltenenler  hemen uyarıldığı için resim çekemedim. Ama ben yine de girişte ve gösteri sonunda akrobatların izleyicileri selamlaması ile ilgili çektiğim resimlerle birlikte oğlunun internetten eklediği bir kaç resim ile sizi buluşturacağım.

ŞANGAY GÜNLERİ / ŞANGAY HAYVANAT BAHÇESİ

Her geçen gün Şangay’a biraz daha alışırken, harita kullanma ve dilediğimiz yere gitme konusunda kendimizi çok daha başarılı görmeye başladık. Bu güvenle de 2 nolu metro hattından East Nanjing Road istasyonunda 10 nolu metroya aktarma yaparak yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Şangay Hayvanat Bahçesine ulaşmamız hiç de zor olmadı.

40 RMB giriş ücreti ödedikten sonra hemen sağ taraftan itibaren su da yaşayan canlıların bulunduğu bölümden ziyaretimize başladık. Daha sonra biraz yönlendirme levhalarına göre biraz da kafamıza göre takılarak diğer bölümleri gezdik. Üç saatten fazla süren buradaki mevcudiyetimiz sırasında sayısız hayvan türünü normale en yakın olarak düzenlenmiş olan doğal ortamında izleme fırsatı bulduk.

Daha önce ziyaret ettiğimiz Pekin Hayvanat Bahçesinde de benzer tür canlılar ve yaşam ortamı olmasına rağmen benim favorim Şangay Hayvanat Bahçesi oldu. Bence bu ortamda ziyaretçilerde yaşamlarını sürdüren hayvanlarda kendilerini daha mutlu ve özgür hissediyordur diye düşünüyorum. Özellikle vahşi hayvanlar Pekinde demir parmaklıklar arkasında tam bir mahkum gibi tutuluyorken burada tamamen özgür olmasa da kendilerine en az sınırlandırılmış doğal ortamların yaratılmış olduğunu gördük.

Ayrıca  hayvanat bahçesi envanterinde olmayan kuşlarında kayıtdışı olarak türdaşlarını ziyarete gelerek ortamı daha da renklendirdiğini söyleyebiliriz. Şangay’ın en büyük ekolojik bahçelerinden olan bu mekanda 600 ü Çin menşeyli (çin kaplan,panda v.b) olmak üzere toplam 6000 den fazla hayvanın yaşadığı, ayrıca 100.000 metrekareden büyük olan bu mekanda 600 den fazla türde 100.000 ağacın da olduğu belirtiliyor.