LONDRA GÜNLERİ / İNGİLTERE SAHİLLERİ (Bournemouth)

Londra’ya kadar gelmişken buraya yakın  bir yerleşim yeri olan Bournemouth kasabasında altı aylığına dil eğitimi için gelmiş olan kayınbiraderimin oğlu Salih yeğenimizi de ziyaret etmek istedik. Oraya ulaşmak için şehirler arası yolculuk yapmamız gerektiğini, bunun için de bu otobüslerin kalktığı Victoria Coach Station denilen otogarına gitmemiz gerektiği bilgisini aldık. Otobüslerin hatları ve harita okuma konusunda becerimiz epey ilerlediğinden söz konusu yere ulaşmamız  zor olmadı. Tabi ben otogar deyince en az bizim Bayrampaşa gibi devasa bir yapı beklerken  sokak arasında 15-20 peronlu bir yer görünce  doğrusu hayal kırıklığı yaşadım. Öyle rengarenk otobüs şirketlerinin tabelaları falan da yoktu. Taşımayı da zaten topu topu iki şirket yapıyordu. Yolcular da genellikle biletlerini internet üzerinden aldıklarından tüm otobüslerin biletlerini kesmekle görevli 3-4 görevliye çoğu zaman iş bile kalmıyordu. Neyse biz saati gelince otobüse bindik ve iki saatlik bir yolculuktan sonra Bournemouth’a ulaştık. Kentin otogarında da  Salih’i bizi bekler bulduk.

Bournemouth İngilterenin güney kıyısında bir sahil kasabası. Manş denizin karşılarında hava açık olduğu zaman Fransa topraklarını bile görmek mümkün oluyordu. Bakımı, temizliği ve yeşil alanları ile gerçekten güzel bir şehir. Normal Nüfusu 200.000 olmasına rağmen yazları bunun bir milyona ulaştığı söyleniyor. Orada bulunduğumuz Şubat ayında bile denizde sörf yapanlara rastladık. Yeğenimiz Salih bu kasabada geçirdiğimiz bir kaç saat içinde görülebilecek yerleri gösterdi. Kenti yeterince gözlemledikten sonra da birlikte  o bölgeye özgü bir balığın yine kendine özgü pişirilişi ile lezzetlenmiş öğle yemeğimizi deniz kıyısındaki bir restoranda yedik. Dönme saatimiz gelince de Salih bizi almış olduğu yerden otobüse bindirerek Londraya yolcu etti.

LONDRA GÜNLERİ / GREENWICH

İlkokul, ortaokul yıllarından bu yana meridyenlerin başlangıç noktası olarak kabul edilen Greniç beynimize adeta çivi ile kazınmış olduğunu söyleyebilirim. Bu sihirli kelimenin çıkış noktası olan yerin Londra’da olduğunu söyleyince oğlum, bir gidip görelim dedik. Metro ve tren aktarmalı olarak adı geçen yere bir saate yakın bir sürede ulaştık.. Greenwich kasabası Thames nehri kıyısında yer alıyor. Her yönü ile bir denizci   kasabası özelliği taşıyor. Buradaki deniz müzesi görülecek yerler arasında sayılabilir. Biz de bir kaç saatimizi ücretsiz olarak gezilen bu müzeye ayırdık.

İngilterenin deniz kültürü ve geçmişi ile ilgili bir çok nesne, maket ve çizimin bulunduğu mekanda biraz da adrenalin yüklenmek istiyorsanız bizim yaptığımız gibi simülasyon ortamında bir bot gezisi de yapabilirsiniz. Burasını önemli kılan oldukça büyük bir yeşil alan olan Greenwich parkının yukarı kısmındaki sıfır meridyenin bulunduğu kraliyet rasathanesinin bulunmasıdır. Bu rasathanenin 1675 yılında İngiltere kralı II. Charles tarafından kurulduğu belirtilmektedir. Rasathane bahçesinde ve uzantısı olarak dış kısmında sıfır meridyenini simgeleyen çizgiyi görmek ve orada resim çekmek üzere her gün yüzlerce turist burayı ziyaret etmektedir.

LONDRA GÜNLERİ / BRITISH MUSEUM

Londra için “Müzeler Şehri” dense fazla abartılı olmaz sanırım. Gezimizde rehber olarak kullandığımız haritada gösterilen müzelere birer gün ayırsak en az bir aylık zaman gerekir. Öyle olunca da burada kalacağımız zaman sınırlı olduğu için önem ve ulaşım durumlarını dikkate alarak ancak bir kaç tanesine gitme fırsatı bulabildik ve ilk ziyareti “British Museum” a gerçekleştirdik. Müzeye kaldığımız eve yakın olan Angel durağından 38 numaralı otobüse binerek ulaşmamız zor olmadı.

Doksan bin metrekarelik kapalı alanı olan British Museum 1753 yılında kurulmuş. Müzede irili ufaklı sikkelerden, devasa heykellere kadar altı milyon kadar eserin 70 salonda sergilendiği belirtiliyor. Müze Afrika, Okyanusya, Amerika, Avrupa, Britanya, Çin, Japonya, Mısır, antik Yunan, Roma ve Anadolu coğrafyaları başta olmak üzere birçok medeniyetlere ait heykeller,paralar,madalyonlar,çizimler, baskılar ile çeşitli koleksiyonlara ev sahipliği yapmaktadır.

Özellikle Mısır hiyerogliflerinin çözülmesinde önemli rolü olan “Rosetta Taşı”nın sergilendiği  kısım  ile  Çin hanedanlarına ait vazolar, budizme dair altın heykeller ve mozaikler ziyaretçilerin rağbet ettikleri bölümler arasında yer almaktadır. Müzenin ücretsiz olup her gün ziyarete açık olduğunu da bu arada hemen belirtelim. “Yeryüzünde  İngiltere’nin işgal etmediği ya da yolunun bir şekilde geçmediği ülke yok” gibi bir söz duymuştum. Bu müzedeki çeşitliliği ve zenginliği görünce sadece  gitmekle kalmamışlar götürmeyi de iyi becermişler diye düşündüm.

Burada ve diğer müzelerde benim en çok dikkatimi çeken  ve çok özendiğim bir durum ana okulundan üniversiteye kadar her seviyede öğrencilerin buralardan etkin olarak yararlanması idi. Ziyaret sırasında birçok eserin başında bireysel ya da grup olarak öğrencilerin çalıştıklarına, bazısında öğretmenleri de başlarında olduğu halde çizimler yaparak ya da diyaloglar halinde eserlerle bütünleştiklerine tanık oldum.

LONDRA GÜNLERİ / THAMES KIYILARI

Yakın plan gezintilerimizin ardından bulunduğumuz yerdeki Angel istasyonundan metroya binerek üç durak sonraki “Bank” istasyonunda indik. Bank’da yine merkezi konumda olan ve Londra’nın finans merkezlerinden biri olarak kabul edilen yerleri arasında sayılıyor. Burada biraz vakit geçirdikten sonra buraya çok yakın olan Thames nehrine ulaşıyoruz. Thames nehri birbirinden güzel köprüleri ve kıyısındaki muhteşem mimari her bakımdan görülmeye değer. Parlamento binası, savunma bakanlığı gibi birçok önemli yapı nehir boyunca sıralanmış. Herhalde “İstanbul için boğaz ne ise Londra için de Thames o” dersek abartmış olmayız. “London Bridge” köprüsünü kullanarak nehrin karşı kıyısına geçiyoruz. Köprünün bağlantılı olduğu demir yolu geçidinin altında “London Borough” denilen ayakta daha çok atıştırma şeklinde yiyecek mekanlarını içeren market de herkesin uğrak yeri haline gelmiş.

Akşam yemeğini de oğlumuz bize nehir kıyısındaki “Gauchos” denilen mekanda yedirdi. Burası sanıyorum eti ile ünlü bir yer olacak ki  sipariş öncesi görevli olan genç bir kız önce bir tabla içinde pişmemiş etleri getirerek bunlar ile ilgili bir açıklama yapıyor. Biz yine bu konuda tercihi oğlumuza bırakarak damağımızı onun zevkine teslim ettik. Siparişimiz geldikten etrafta şarap eşliğinde bir yandan yemeğini yiyen bir yandan da  Thames nehrini ve üzerindeki köprüleri seyreden insan grupları içine biz de katılmış olduk. Yazımın başında nehir üzerinde birbirinden güzel köprülerin olduğundan bahsetmiştim. Ama benim favorim gece ve gündüz farklı güzellikleri ile beğenimi kazananın “Tower Bridge” olduğunu söyleyebilirim. Gecenin ve yemeğin sonunda  “London Bridge” istasyonundan metroya binerek evimize döndük.

LONDRA GÜNLERİ / YAKIN ÇEVRE

Geldiğimiz günün tersine 15 Şubat sabahında güneşli bir hava ile güne başladık. Evde kahvaltımızı yaptıktan sonra bu güzel havanın bize sunduğu fırsatı değerlendirmek adına yakından uzağa doğru kaldığımız evin etrafından başlayarak çevreyi tanıma etkinliklerine başladık. Lonra’da yerleşim birbirini çevreleyen halkalar şeklinde ifade ediliyor. Birinci bölgeden başlayarak altı,yedinci bölgeye kadar varan bir yapılanma mevcut. Oğlumun kaldığı ve bizim de misafir olduğumuz ev  merkezi durumda olup birinci bölgede yer alıyor.Buradaki binaların büyük çoğunluğu eski ve 2-3 katlı yapılardan oluşuyor. Eski derken döküntü ve salaş olarak anlaşılmasın. Bu yapıların kırmızı tuğlalı dış görünüşleri, pencereleri, çatıları ile son derece bakımlı ve göz zevkini okşayıcı bir durumda olduklarını söyleyebilirim. Oğlumun kaldığı daire de  1930 lu yıllardan kalma bir adliye binasından dönüştürülmüş bir yapı içerisinde yer alıyor. Bina içinde en çağdaş düzenlemeler yapılırken dış görünüşünde o zamandan kalan yazılar dahil hiç bir özelliğinin bozulmamasına özen gösterilmiş.

Evin hemen alt kısmında aynı caddenin adını taşıyan “Duncan Terace” parkı var. Londra’nın bir çok yerinde böylesi bakımlı irili ufaklı yeşil alanlar yaratılması sağlanmış. Bu parkların hemen hepsinde adeta buranın maskotu diyebileceğimiz ve insanların verecekleri yiyecekleri bekleyen sincaplara rastlamanız mümkün. Biz de bize bu kadar yakınlık gösteren bu sevimli yaratıkların bol bol resmini çekmeyi ihmal etmedik. Parkın hemen yakınındaki kanal kıyısında gezinirken Amsterdam’da gördüğümüz kanalları ve bot evleri hatırladık. Parktaki gezintimizi tamamladıktan sonra bu defa yönümüzü hemen yakındaki her türlü eski eşyaların satıldığı antik çarşı istikametine çevirdik. Bu tür zevkleri olanlar için burası gerçekten çok iyi vakit geçirilecek bir yer gibi geldi bana. Bu gezintiyi de tamamladıktan sonra  biraz dinlenmeyi hak ettiğimizi düşünerek oğlum bizi az ileride ana caddenin karşısında “Tinder Box” adlı kafeye götürdü. Burada bir yandan Gençer’in çok sevdiği “machiata” isimli kahveyi  kurabiyeler eşliğinde içerken bir yandan da bundan sonra gezeceğimiz yerlerin planlamasını yaptık.

LONDRA GÜNLERİ / YOLCULUK

Çocukluk, gençlik ve hatta yetişkinlik dönemlerimde  yurt dışı seyahati yapmanın hayalini dahi kuramazken üç kez Hollanda’ya, iki kez Çin’e, bir kez İsviçre’ye ve bir kez de Kıbrıs’a gittiğimizi hatırladığımda hep şaşırmışımdır. Bir de en son yaptığımız İngiltere seyahatini de eklersek şaşkınlığımın daha da arttığımı söyleyebilirim. Çocuklarımızın yurt dışında oluşunun bu geziler için belirleyici bir etkisi olduğunu da teslim etmeliyim.

En son yaptığımız İngiltere seyahatini başlangıcından itibaren farklı kılan yönü yeşil pasaport sahibi olanlara dahi İngiltere’nin vize istemesi idi. Diğer gezilerimizde bu sorunu yaşamadığımız için adeta  şehirler arası yolculuğa çıkar gibi bu ülkelere gidebilmiştik. Böylelikle “Vize alma” olayı ile de tanışmak zorunda kaldık. Tanışınca da bunun bizim bildiğimiz türden bürokratik işlem olmadığını anlayıverdik. Konsolosluk bu işi bir aracı kuruma vermiş. Başvuruyu oraya ve İnternet üzerinden yapmak, vize harcını yatırmak ve randevuyu almak gerekiyor. Bize kalsa onlarca sayfalık ve tamamı İngilizce olan bu formu doldurmamız kesinlikle mümkün değil. Sağ olsun Küçük oğlum ve kız arkadaşı bizim adımıza formları doldurmakta yardımcı oldular da  başvuruyu yaptık. Gelir durumundan İş durumuna neler sorulmuyor ki? Hele bazı bölümleri var ki “Hiç yargılanmadım, soykırım suçu işlemedim, hiç terör eylemine katılmadım ve terörü övmedim, kötü bir insan değilim” gibi adeta masumiyetinizi ispatlamak zorunda bırakan sorular karşısında insan bayağı kendini aşağılanmış hissediyor. Elin İngilizi ülkemize hiç sorgu sual edilmeden geliyor hatta  Fethiye’de yerleşip keyif sürüyor, biz onun ülkesine üç beş gün için giderken bile adeta potansiyel suçlu gibi sorgulanıyoruz.. Bir an için içimizden başka şeyler geçiyor ama eskilerin deyimi ile “ Viran olası hanede evlad-ı ıyal var” deyip yutkunuyoruz. Neyse herkesin her zaman çektiği çileyi bir kez de biz çekmişiz çok mu diye de bir taraftan kendimizi avutmaya çalıştık. Neticede Majesteleri lütfedip bize altı aylık vize verdiler ve biz de oğlumuzun daha önceden  planlamış olduğu  14 ve 24 Şubat tarihleri arasındaki gezimizin startını verdik.

İstanbul Atatürk Hava Limanından güneşli bir havayı gerilerde bırakarak 14 Şubat saat 13.00 de kalkan uçağımız dört saatlik bir uçuştan sonra Londra’nın dört hava alanından biri olan Heathrow Hava Alanına indi. Bildiğimiz ingilizce kelime “Hello” dan ibaret olduğundan oğlumuz bize,   ingilizce olarak derdimizi anlatan bir metin yazdırmıştı. Mealen: “İngilizce konuşamıyoruz, oğlumuzu ziyarete geldik, İngiltere’de çalışıyor, dışarda bizi taksi bekliyor, on gün kalıp ayın 24 ünde döneceğiz” anlamında bir şeyler. Pasaport kontrolündeki bayan görevli bir şeyler sorduğunda ben hemen bu yazıyı kendine gösterince gülerek “geçin” işareti yaptı. Biz de bildiğimiz ikinci ingilizce sözcük olan “ Thank you” yu  da kullanarak bu sınavı atlatmış olduk. Bazen  bazı şeyleri bilmemenin de hayatı kolaylaştırdığı oluyor demek ki. Bu arada uçakta tanıdığımız iki Türk yolcuyu da her ihtimale karşı yakınımızda bulundurmayı ihmal etmedik.

Çıkışta oğlumun -kendisi o saatlerde işteydi- gönderdiği şoförün elindeki A4 kağıdında ismimizi görünce kendimizi ona teslim ettik. İstanbul’un aksine Londra’da son derece yağmurlu, puslu ve sisli bir hava bizi karşıladı. Hava alanından eve bir saat kadar süren yolculuğumuzda birkaç kez oğlum şoförle irtibat kurarak emanetlerin nakli ile ilgili bilgi alıyordu. Ve sonuç olarak  o saatlerde işten çıkmış olan oğlumu evlerinin kapısında bizi bekler bulduk.

ARADA BİR İSTANBUL / BAKIRKÖY BOTANİK PARKI

Öğrencilik ve mesleki yaşamım dahil ömrümüm hemen hemen yarısının İstanbul’da geçtiğini söyleyebilirim. Bu sürenin otuz yıla yakın kısmı da halen oturduğum Bakırköy İlçesi Osmaniye mahallesinde geçmiştir. Belki içinde sürekli yaşadığımızdan olsa gerek bu süre içinde çevreme baktığımda yerel yönetimin benim gözlerimi kamaştıracak bir etkinliğine tanık olamadığımı söyleyebilirim.. Ta ki geçtiğimiz günlerde evimize yakın bir alanda açılmış olan Bakırköy Botanik Parkını ziyaret edene kadar.

Sözünü ettiğim botanik parkı E 5 olarak bildiğimiz yolun kıyısında, Bakırköy adliyesi ve Cumartesi pazarının kurulduğu   alan içinde yer almaktadır. Yaklaşık 90 dönümlük bir alana yerleşmiş olan parkta çok sayıda tematik bahçe bitkileri, çeşitli aygıtlarla zenginleştirilmiş çocuk oyun alanları, sosyal tesis, 8 metre yüksekten çağlayanın oluşturduğu havuz  içinde 5 adet pegasus atı heykeli, manzara ve seyir terasları ile otopark da bulunmaktadır. Bunların dışında ayrıca çevresinde ahşap iskeleler,  ve içinde yüzen ördekleri ile yaklaşık beş bin metrekarelik doğal göl ile ekolojik yaşamı teşvik etmek ve botanik parkın enerji ihtiyacının bir kısmını karşılamak amacıyla yerleştirilmiş 3 adet rüzgar türbini de park alanı içinde yer almaktadır. Türkiye’nin endemik bitki türlerinin yanı sıra egzotik bitki türleri, yapraklı ve ibreli ağaç türleri, çalı ve ağaççıkların değişik tür ve alt türleri  parkta ziyarete sunulmaktadır. Eski çağlarda yaşamış dinozor türü hayvanların sesli ve hareketli animasyonları, su ve çamura yönelik oyun etkinlikleri çocukların en çok ilgilendikleri bölümler arasında sayabilirim.

Botanik parkın içindeki sosyal tesisin de son derece  nezih bir ortamda göl manzarası karşısında ziyaretçilerin yeme içme konusunda her türlü ihtiyacı karşılayacak şekilde düzenlenmiş olduğunu da söyleyebilirim. Çayın 2,kahvenin 7 ve kahvaltının da 17 lira olduğu hatırımda kaldı. Bakırköy’de ikamet edenlere belediyece verilen BAKKART sahipleri bu tesisten %30 indirimli de yararlansa fiyatları bizim gibi emekliler için biraz yüksek gibi geldi bana. Tabi buna alternatif olarak burasının yarı fiyatına yararlanabileceğiniz yine parkın içinde botanik büfe bulunduğunu ve bir çok ziyaretçinin buraya daha fazla itibar ettiğini gözlemlediğimi açıklayabilirim.

Bütün eksiklik ve eleştirilere rağmen sonuçta Bakırköy  çok güzel bir yeşil alan kazandı. Giderek yıllar içinde bitkiler büyüdükçe ve çeşitliliği arttıkça park çok daha rağbet görecektir. Hele yine evimizin yakınındaki inşaatı bitmek üzere olan Bakırköy Leyla Gencer kültür ve sanat merkezi de  hizmete girince yerel yönetim için “Nihayet kedi olalı bir değil, birkaç fare tuttu” diyebileceğiz.

 

KIBRIS GÜNLERİ / VE SON GÜN

Kıbrıs Ercan Hava alanından dönüş için uçağımızın kalkış saati 17.00 olduğundan ve bizi götürecek olan otelin aracı da bizi 16.00 da alacağından o saate kadar olan zamanı Girne içinde yürüme mesafesindeki yerleri bireysel olarak gezmeye ayırdık. Esasen yazları düzenlenen Karpaz turuna  da katılmış olsaydık kıbrısın tamamını gezmiş olacaktık. Son gün gezisinin ilk durağı Girne kalesi ve onun içindeki Girne müzesi oldu.Girne kalesinin kesin inşa tarihi bilinmemekle birlikte M.S. VII. yüzyılda arap akınlarından şehri korumak için bizanslılar tarafından yapıldığı tahmin edilmektedir. Daha sonra da Lüzinyan, Venedik, Osmanlı ve İngiliz egemenliğinde kalenin inşaatına bazı eklemeler yapıldığı edindiğimiz bilgiler arasında. kale bütünlüğü içinde kilise,zindanlar,sarnıç, batık gemi müzesi görülmeye değer bölümler arasında sayılabilir.

 

Vaktimizin müsait olmasından yararlanarak müzeye çok yakın olan Harup (Keçiboynuzu) ambarı ve Kıbrıs evi de yöre insanının geleneksel yaşam biçiminden kesitler sunması bakımından oldukça ilginç ve bilgilendirici bir mekan olarak zihnimizde yer etti. Bu yapıya çok yakın olan ve 1860 yılında inşa edilen  Archangelos Mihail  ikon müze/kilisesini ziyarete de biraz zaman ayırdık. Kilisedeki ikonlar üzerinde Ortodoks hristiyanlar tarafından çok benimsenen Hz İsa ve muhtelif azizlerin resimleri tasvir edilmektedir.

 

Girne içindeki gezintimizi gitme zamanımız yaklaştığı için sonlandırmak zorunda kaldık. Yolculuk öncesi öğle yemeğini Girne  Öğretmen evinde yedik. Türkiye Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak çalışan kurumdan ülkemiz öğretmenlerinin rezervasyon yaptırarak yararlanabileceği bilgisi bizi sevindirdi. Yemek sonrası otelin bizim için hazırladığı araçla Ercan hava alanına ulaştık. Belirlenen saatte bize bu dört gün, üç geceyi yaşatan çocuklarımıza sevgi ve şükran duyguları ile Kıbrıs’tan  ayrılmış olduk.

KIBRIS GÜNLERİ / GİRNE CİVARI

Turumuzun ikinci gününü de Girne İlçesine ve güzelliklerini görmeye ayırdık. İlk durağımız yerleştiği konum itibarı ile çok güzel bir manzaraya sahip olan Bella Pais denilen yerdi. Yeni adı Beylerbeyi olduğunu öğrendiğimiz coğrafya parçası gerçekten nefis bir yerdi. İnsanlarda bazı yerleri tarif etmek için benzetmeleri çok kullanırlar. Burasını  da biraz Bozcaada’ya benzettik . Doğudan batıya sahile paralel uzanmış beşparmak dağlarının eteklerine yerleşmiş olan bu köye hayatından  umut kesilen hastaların gönderildiği, fakat burasının havası ile mucizevi olarak hayata döndüğü söylentisi de var. Köyde yapılışının 1200 lü yıllara dayandığı kilise ve manastırı da görülmeye değer güzellikleri arasında sayabiliriz.

Bella Paisten sonraki durağımız adını burada yaşamış bir azizden alan St Hilarion kalesi oldu. Bu kalenin 7. ve 10. yüzyıllar arasındaki arap akınlarına karşı adayı korumak ve düşmanı gözetleme amaçlı inşa edildiği sanılmaktadır.  732 metre kadar yükseklikteki sarp kayalıklara kurulmuş ve müthiş bir manzaraya sahip olan ve içinde çağlar boyu büyük trajedilerin yaşandığı bu kalenin belli bir noktasına kadar araçla ve daha sonra da yürüyerek ulaşılmaktadır. Birkaç bölümden oluşan kale bütünlüğü içinde sarnıç,ahır, mutfak, fırın, kilise, gibi birimler gezilebilir. İngiliz hakimiyeti sırasında Walt Disney’in buraya geldiği  “Pamuk prenses  ve yedi cüceler” çizgi filmindeki kalelerin çiziminde buradan esinlendiği de söylenmektedir. Kale gezisinin yorgunluğumuzu gidermek için verilen öğle molasından yararlanarak  Kıbrısın geleneksel yemeği olan şeftali kebabını tatma fırsatı bulduk.

Turumuzun öğleden sonraki bölümünün ilk durağı çıkarma plajı ve şehitlik oldu. 1974 barış harekatı sırasında şehit düşen alay komutanı İbrahim Karaoğlanoğlu’nun adını taşıyan şehitlikte çıkarma sırasında şehit olan 71 subay,astsubay ve erin kabri bulunmaktadır. Ayrıca buradaki şehitlerin listelendiği levhalardan öteden beri kıbrıs mücadelesinde 2000 kadar kıbrıslı türk mücahit ve son barış harekatında 500 e yakın türk askerinin şehit olduğu bilgisini ediniyoruz. Şehitliğin yanındaki açık hava müzesini de gezdikten sonra şehitlerimizi dualarımızla baş başa bırakarak ayrılıyoruz.

Günlük gezimizin son durağı şu anda askeri bölge içinde olan  mavi köşk oluyor. 1957 yılında İtalyan asıllı rum Paulo Pavlidis tarafından yaptırılan köşkün kendine özgü iç ve diş mimarisi hemen göze çarpıyor. Çok özel bir konuma sahip olarak yüksek bir tepede ağaçların içine konumlanmış olan köşkün önemli özelliği dışarıdan hiç görünmemesi ancak köşkten her tarafın gözlenebiliyor olması olarak açıklanıyor. Köşkün sahibi Paula Pavlidis aynı zamanda Kıbrısın eski Cumhurbaşkanı Makarios’un da avukatı olarak biliniyor.

Diğer yandan silah kaçakçılığı başta olmak üzere birçok karanlık iş ve ilişkilerden çok büyük servetler edindiği bize verilen bilgiler arasında. Mavi köşkü ve esrarlı dünyasını geride bırakarak turumuzu tamamlıyoruz.

KIBRIS GÜNLERİ / LEFKOŞE VE GAZİMAĞUSA TURU

Kıbrıs’a sınırlı bir zaman için geldiyseniz bölgeyi en iyi tanımanın yolu düzenlenen turlara iştirak etmektir. Nitekim biz de öyle yaptık ve memnun kaldık. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti idari ve coğrafi olarak Lefkoşe, Gazimağusa, Girne, İskele ve Güzelyurt olmak üzere beş ilçeden oluşuyor. Ada bütünlüğünde güneyde 800.000 kadar rum, kuzeyde 300.000 kadar türk yaşıyor. Ada topraklarının %37 kadarı türk bölgesini kalanı da rum bölgesini oluşturuyor. K.K.T.C nin 50 sandalyeden oluşan bir de parlementosı var. Bu kısa açıklamadan sonra ada içindeki turumuza devam edelim dilerseniz.

Turun İlk gününde ilk durağımız Lefkoşe’deki Barbarlık müzesi idi. Kıbrıs Türk kuvvetleri alayında görevli Binbaşı Dr. Nihat İlhan’ın kendisin görevde olduğu 24 Aralık 1963 gecesi evine makineli tüfeklerle baskın yapan Rumlar evin banyosuna sığınan  doktorun eşini ve üç çocuğunu acımasızca katletmişlerdi. O gece evde misafir olan komşu ve akrabalardan da ölen ve yaralananların olduğu bu ev yaşanan vahşet günlerine tanıklık etmesi için 1966 tarihinden itibaren müze olarak ziyarete açılmış bulunmaktadır. Bizim çocukluk hafızalarımızda yer eden bu olayın bir daha yaşanmamasına ilişkin dilek ve duaları geride bırakarak müzeden ayrıldık.

Türk ve Rum bölgesini ayıran ve genişliği yerine göre 5-6 metre ile 800 metre arasında değişen yeşil hat yada tarafsız bölgenin kıyısından tur aracı ile ilerleyerek ve yasal statüsü henüz belirlenmediği için ziyaret yasağı olan Maraş bölgesinin yakınından geçerek Gazimağusaya ulaştık. Gazimağusa’yı surların içindeki eski Mağusa ve surların dışındaki konuşlanmış yeni Mağusa olmak üzere iki kısımda  anlatabiliriz. Yeni Mağusanın sonradan oluşmuş klasik bir şehirden farkı olmadığı için tarihi eserleri ile eski Mağusa bizim daha fazla ilgimizi çekti. M.Ö. 3.yüzyıla dayanan şehrin kuruluşundan sonra Araplar, Lüzinyanlar, Cenevizliler, Roma İmparatorlukları, Venedikliler ve nihayetinde 1571 yılında Osmanlıların eline geçtiği bilgisini edindik. Şehirde bütün bu medeniyetlerin izini görmek mümkün. Kale içindeki St.Nikolas Katedrali görülmeye değer yapılar arasında olduğunu hemen eklemeliyim.

Kırk sekiz yıllık ömrünün 18 yılını sürgünlerde geçiren Vatan ve Hürriyet şairimiz Namık Kemalin sürgün günlerinin bir bölümünü geçirdiği zindan da yine bu kale içinde bulunmaktadır. Kaldığı sürgün odası ve zindanın hemen üst kısmında oluşturulan mekan da  Namık kemali ve eserlerini tanıtıcı bir müze olarak ziyaretçilerin hizmetine sunulmuştur. Geçmişe dair bir çok medeniyetlerin izlerini taşıyan bu eserlerin bakımı ve korunması konusunda yeterli özenin gösterildiğini ne yazık ki söylemek çok zor.

Mağusa kalesindekiden sonra tur aracımız bizi St.Barnabas kilisesi ve manastırındaki İkon ve Arkeoloji Müzesine götürdü. Hristiyanlığı yaymak üzere M.S 45 yıllarında  Kıbrıs’a gelen St. Barnabas’ın anısına Kilisesinin inşasının M.S. 477 yılına dayandığı, daha sonra son şeklinin ise 1756 yılında  Başpiskopos Phiotheos tarafından verildiği bilinmektedir. 1976 yılına kadar işlevini sürdüren kilise restore edilerek müze olarak hizmet vermeye başlamıştır.