ANTALYA GÜNLERİ / KONYAALTI PLAJI

Antalya’ya ilk gelişimiz bundan 7-8 yıl önce-sanırım 2010 yılında- oldu. O zaman Alanya ilçesini de içine alan gezimizdeki izlenimlerimi Bloğumda  “VE AK DENİZİ GÖRDÜM” başlığı altında yazmıştım. Daha sonraki tarihlerde de çeşitli nedenlerle Antalya’ya geldik. Buraya yaptığımız seyahatlerde Eğitim Enstitüsünden sınıf arkadaşımız-ayrıca sevgili eşim Nuray’ın ev arkadaşı- Ayşe ve eşi Mustafa bizleri misafir etti. Kendilerinin Antalya merkezinde ve Konyaltı plajına yakın olan evlerinden birkaç kez denize de girdik. Hem şehir hayatının rahatlığı ve hem de denize ulaşabilmenin kolaylığı bizim beynimizde “İşte burası tam bize göre,burada yaşanır” düşüncelerinin filizlenmesine yol açtı. Hatta o yıllarda küçük oğlumuz Gençer’in de desteklediği buradan bir ev alma projesinin gerçekleşmesine ramak kalmıştı. Ama kısmet 2017 yılınaymış ki bu defa bu defa şu anda Şangay’da bulunan büyük oğlumuz ve eşi Müğe kızımızın destek, teşvik ve yüreklendirmesi ile Antalya’nın Konya altı ilçesinde küçük bir daire aldık. Konyaltı plajına yürüme mesafesindeki bu evdeki ikametimiz neredeyse bir ayı geçti. Ben bize ilham kaynağı olan bu yöreye vefa borcumuzu ödemek için ilk yazımı da buna ayırdım.

Bildiğim kadarı ile Antalya’nın en  büyük plajlarından biri olan Konyaaltı plajı şehrin batı kısmına düşüyor. Doğu kısmında da Lara plajı olduğunu öğrendim.(İlerde orasını da gördüğümde bir yazı da oradan çıkarırım düşüncesini şimdilik kenarda bırakıyorum.) Yaklaşık 7-8  kilometre kesintisiz bir sahil bandında yer alan plajın her noktasından denize girilebilmesi burada yaşayanlara ve ziyaretçilere çok zevkli fırsatlar sunuyor. Büyük bir bölümü Akdeniz bulvarına paralel yerleşmiş bu plajın mavi bayraklı olduğunu, temizliği ve korunması konusunda son derece titiz davranıldığını eklemeliyim. Belli aralıklarla var olan tuvaletler,soyunma kabinleri ve duş sistemlerinin ücretsiz olarak halkın hizmetine sunulması gerçekten sevindirici. Ayrıca oteller de kendi müşterileri için belli yerler düzenlemiş durumda. Plajın doğu kısmında bulvarın sahilden uzaklaştığı bölümde daha fazla yeşil alan ile buluşan sahilde her biri farklı konsepte çeşitli işletmeler,su sporlarına imkan veren tesisler yer almakta. Zemin özelliği bakımından bu sahile kumsal demek doğru olmaz sanırım. Daha çok iri kumlarla birlikte mercimek, fasulye ,fındık,ceviz büyüklüğündeki yuvarlak beyaz taşların karışımından oluşan bir zemin dersek bilmem anlatmış olabilir miyim. Denize ayağınızı attığınızdan itibaren en fazla 4-5 metre sonra suyun boyunuzu geçtiğini de bilmenizde yarar var. Bazılarına göre bu durum bir avantaj da dezavantaj da kabul edilebilir. Buraya ait söylenecek daha çok şey var. Ama iyisi mi siz yolunuzu bu istikamete çevirin ve bu güzelliği bizzat yaşayın derim ben.

Tabi ziyaretin Temmuz, Ağustos aylarında  olmaması herkesin ortak tavsiyesi. Burada yaşayanlar bu aylarda serinlemek için yaylalardaki mekanları tercih ediyor. Bizim de  bu aylar için planımız Altınoluk istikametine yönelmek .

VE YENİDEN ŞANGAY / ALTERNATİF TIP

Yaş ilerlemeye  başlayınca birçok kişi olduğu gibi biz  de tansiyondan mideye, kalpten romatizmaya  bazı sağlık sorunları yaşamaya başladık. Ülkemizde şartlarımızın elverdiği ölçüde de tedavilerimizi yaptırmaya çalışıyoruz. İster yakında, ister uzakta  Şangay’da olsun çocuklarımız da bu konularda kendilerine durumdan vazife çıkarıyorlar. Hemen her gün bizzat ya da teknolojinin  fırsatlarını kullanarak yürüyüşler yapıldı mı ilaçlar içildi mi gibi tekmilleri alıyorlar. Buraya da gelince öteden beri telaffuz ettikleri Çin tıbbının bazı yüzleri ile de bizi tanıştırdılar.

Bu anlamda gittiğimiz lk yer kapısında  “Trinity TCM Clinic” yazan bir bina idi. Kliniğin sahibi ve yetkilisi Evan Pinto adlı aslen Amerikan vatandaşı olan birisi idi. Lisanslı akapunktur uzmanı  ve çin tıbbı üzerine eğitim alan bu zatın  Şangay üniversitesinde de Çin Tıbbı üzerine dersler verdiği bilgisine ulaştık. Amacımız Çin tıbbı hakkında biraz bilgi sahibi olmak bir anlamda da bir çekaptan geçmekti. Uygulama önce gelenlerin birkaç sayfalık kendi sağlık ve diğer geçmişlerini anlatan bir formu doldurması ile başlıyor. Daha sonra o form doktorun elinde sağlık sorunları ile ilgili bir süre karşılıklı konuşuluyor. Tanılamada bildiğimiz kan, idrar tahlili, film, ultrason, tomogrofi gibi yöntemler yok. Teşhis için önce bileğinizde nabız damarına doktorun baş parmak dışındaki 3-4 parmağını bir süre dokundurması ile başlıyor. Dediğine göre her parmağın dokunduğu damar farklı organ (Kalp karaciğer, böbrek v.s.)ile ilgili bilgi veriyormuş. Bir de önemli diğer teşhis de dilin altını üstünü iyice gözlemleme şeklinde yapıldı. Sonuçta benim ciddi bir problemim çıkmadı. Bitkisel ilaç tavsiyesi ve beslenme düzeni ile ilgili bazı bilgiler verdi. Eşim Nuray’a boyun ağrıları ile ilgili olarak vücudun bazı noktalarına incecik iğnelerin batırılması biçimindeki yarım saatlik akapunktur tedavisi uygulandı. Sonuçlarını göreceğiz bakalım.

Bir başka gün de Gong banyosuna gideceğimizi söyledi çocuklarım. Ben havlu sabun falan alacağız mı dedim. Benim düşündüğüm gibi değilmiş. Oğlum bana ses terapisi gibi bir şey olduğunu söyledi. Randevu saatinde aktivitenin yapılacağı mekana gittik. Uygulamayı yapan Valeria Boyko adlı 30-35 yaşlarında bir bayandı. Gong uzak doğu kültüründe yeri olan sesle iyileştirme formlarından biri olarak kabul görmüş. Adı geçen kişi  kiraladığı muhtemelen kendisinin de kaldığı apartman dairesinde sürdürüyordu bu etkinliğini. İçeri girdiğimizde zeminde elektrik ısıtmalı 5-6 metrekare büyüklüğünde bir muşamba, onun yanında aynı büyüklükte bir halı vardı.  Ev eşyası olarak da sadece bir televizyon bulunuyordu.  Ayrıca oturmayı kolaylaştıracak örtü ve minderler de mevcuttu. Uygulamanın yapılacağı gereçler olarak üst üste tespit edilmiş iki gong  ile bazı ses çıkarıcı aygıtlar vardı. İşlem önce birkaç ısınma hareketi ile başladı. Daha sonra hepimiz yere uzandık (4 kişi) Gong ve diğer aletlerin çıkardığı sesin akışına bıraktık kendimizi. Daha çok deniz kıyısındaki dalgaların sesine benzer  yüksek volumlü bir dalganın içinde yaklaşık 40 dakika sörf yaptık. Kendimizi biraz daha hafiflemiş ve arınmış hissederek  oradan ayrıldık. 

Çin’de sağlıklı olma  ve insan organizmasının kendini iyi hissetme aktivitelerinden biri de çok yaygın olan masaj kültürüdür. Biz de her gittiğimizde uygun bir masaj salonunda benin daha çok tercih ettiğim ayak masajı türünden bu hizmeti aldık. Masajın kapsamı, uygulayanın tecrübesi, salonun konforuna göre yaklaşık bir saatlik masaj için 100-500 RMB ödenebiliyor.

Bütün bu uzak doğu ile ilgili  yazılanlar ve yaşananlarda kuşkusuz en büyük pay sahibi olan ve bize bu fırsatı sağlayan çocuklarımız  ve sevgili eşleri en büyük teşekkürü hak ediyor. Bu vesile ile kendileri ile her zaman gurur duyduğumuzu samimiyetle belirtmek isterim. İyi ki varsınız.

VE YENİDEN ŞANGAY / JING’AN SCULPTURE PARK (Natural History Museum)

Chengdu, Bejing ve Shimen caddelerinin kesişme noktasında yer alan Jing’an Sculpture Park aynı zamanda heykel parkı olarak da biliniyor. Parkı gezerken birbirinden güzel tasarlanmış heykelleri gördüğünüzde bu ismin boşuna verilmediğini düşünüyorsunuz. Zaman zaman değişen bu heykel sunumları son derece güzel dizayn edilmiş bahçe ve bitkiler ortamında ziyaretçilere gerçekten son derece keyifli bir görsel şölen yaşatıyor. Özellikle bizim ziyaret ettiğimiz Mart başlarında Japonya’dan getirildiği belirtilen kiraz çiçeklerinin bulunduğu bölüm ziyaretçilerin en çok ilgisini çekiyordu.

Parkın hemen içinde de 44.500 metrekarelik alana inşa edilen ve çok özel bir mimari tasarımı olan  Natural History Museum (Doğa Tarihi Müzesi) muhakkak görülmesi gereken bir yer. Doğa, insan ve diğer canlıların karışım çok güzel sergilenmiş. Binden fazla tür ile yedi kıtanın tamamından alınmış  10.000 den fazla numune ve model  müzede çok güzel sunulmuş. Yolunuz düşerse ihmal etmeyin derim.

VE YENİDEN ŞANGAY / MADAME TUSSAUDS MÜZESİ

Şangay’a daha önce iki kez gelmiştik.6-7 yıl öncesine rastlayan bu ziyaretlerimizde burada ikamet etmekte olan çocuklarımız sevgili Dinçer ve sevgili eşi Müge bize bu şehrin görülebilecek bir çok yerini gezdirmişti. Pekin de dahil olmak üzere bu seyahatle ilgili  yaşanmışlıklarımız blogumun  arşivinde vardır. O yüzden bu gezimizde gezecek ya da yazacak başka bir şey bulamama endişesi taşıyordum. Sağ olsunlar çocuklarımız bizi bu kaygıdan kurtardılar ve bu coğrafyanın farklı tarafları ile tanıştırdılar.

Gördüğümüz bu güzelliklerden biri de Madame Tussauds müzesi idi. Balmumundan heykel ustası Marie Tussauds(1761-1850) tarafından kurulan kurulan ve merkezi Londra’da olan bu müzenin Berlin, Amsterdam, Hong Kong, New York, Los Angeles ve Şangay’da temsilcilikleri bulunuyor. Şangay’daki müze Nanjing ile Xizang caddelerinin kesiştiği ve burada çok bilinen  People Square parkının da tam karşı köşesindeki yapının 10. Katında bulunuyor. Müzeye giriş  farklı aktiviteler ile birlikte  140-360  RMB gibi bir ücretle giriliyor. Biz bizim için en ekonomik ve 65 yaş üstü tarifeyi içeren 140 RMB lik olanı tercih ettik (2 RMB=1 TL)

Müzede birçok alanda tanınmış kişinin heykellerine rastlayabiliyorsunuz .Barack  Obama’dan  Çörcilden Putine devlet büyükleri, Brad Pit’den  Angelina Jolie ye sinema yıldızları, spor yıldızları müzede neredeyse canlı gibi yerlerini almış, ziyaretçilerin fotoğraf çektirmelerini bekliyor gibiydiler.

HONG KONG GÜNLERİ / PARKLAR-BAHÇELER

Tam da “Hong Kong sadece birbirinden yüksek yapılardan mı ibaret? Burada yeşili  ve doğayı uzaklarda mı aramak gerekir?” şeklinde düşünürken işin aslının pek de öyle olmadığını öğrendik ve zamanımız elverdiği ölçüde bu tür güzellikleri de görme fırsatımız oldu.        

Hong Kong’un Diamond Hill bölgesindeki Nan Lian bahçesi (Nan Lian Garden) 3,5 hektarlık bir alanda Tang Hanedanlığı stili tasarlanmış  ve 2006 yılında hizmete açılmış son derece göz alıcı bir  yer. Kayalar, tepeler, ağaçlar, çiçekler, ahşap yapılar son derece uyumlu bir birliktelik arz ediyor. Ayrıca mistik müzik eşliğinde sakin bir ortamda bu güzelliği yaşamak kişinin kendini cennette hissetmesini sağlıyor.         

Gidilmesi ve gezilmesini önereceğimiz bir diğer  bir güzellik de Kowlon Parktır. 1970 li yıllarda hizmete giren bu park gökdelenlerle dolu şehrin içinde insanlara adeta bir vaha güzelliği sunmakta. Her yıl milyonlarca kişinin ziyaret ettiği bu alanda yürüyüş parkurları, çeşitli özellikteki heykeller  de bulunmaktadır. Bu arada Hong Kong  müslümanlarının en büyük ibadet yeri olan Kawloon Camii ile islam merkezinin de bu parkın hemen bitişiğinde olduğunu belirtelim

Hong Kong adasında yer alan Hong Kong Parkı da sakinlik arayanlar için şehrin gürültülü yaşamından uzaklaşıp biraz soluklanacakları muhteşem bir yer. Ücretsiz girilen parka her yıl milyonlarca ziyaretçisi oluyormuş. Park bütünlüğü içinde spor merkezi ve konservatuar da etkinliğini sürdürüyor.  Son derece ilginç tasarımı ile birçok dalda ödül kazanan park bitki, çiçek çeşitliliği ve kuş türlerinin korunması ile ilgili gayretler her türlü takdire değer diye düşünüyorum. Parkı ziyaret sırasında bir çok okul öğrencisi öğretmenleri eşliğinde burada eğitim çalışmalarının bir başka yönünü sergiliyordu.

HONG KONG GÜNLERİ / MACAU ADASI

“Hong Kong’a kadar gelmişken Macau adasını görmeden olmaz” diyen çocuklarımızın rehberlik ve refakatinde bir günümüzü de buraya  ayırdık. Macau adası da tıpkı Hong Kong’un İngiltere ile olan ilişkisine benzer şekilde yıllarca Portekiz egemenliğinde kalmış ve 1999 yılından itibaren de Çin Halk Cumhuriyetine bağlı özerk bir bölge olmuş. Kendine ait parası, bayrağı olan bu ülkeye Çin dahil bütün ülke vatandaşları pasaportla girebiliyor. Hong Kong’tan buraya 10-15 dakikada bir bizim deniz otobüslerine benzer feribotlar çalışıyor ve yolculuk bir saat sürüyor. Bu yolculuk için yapacağınız yolculuğun saatine göre 165- 195 HD (85-90 TL)ödüyorsunuz. Çok daha yüksek ücretle helikopter ile de  ulaşmak mümkün. Buraya Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke vatandaşları vizesiz seyahat edebiliyor.

 

Feribotumuz Macau’ya varıp iskeleye yanaştıktan sonra herkesle birlikte  pasaport kontrolü için sıramız geldiğinde tatsız bir sürprizle karşılaştık. Türk pasaportu taşıdığımızdan olsa gerek görevliler kendi aralarında kendi dillerince fısıldadılar ve sonra bizi herkesin meraklı bakışları arasında başka bir bölüme götürdüler. İçeride pasaportlarımız yarım saate yakın bir süre incelendikten sonra Macau topraklarına girmemize izin verildi. 500.000 nüfuslu, buraya gelmesek varlığından bile haberdar olmayacağımız,  haritada yerini dahi bulamayacağımız, en büyük gelir kaynağı kumar olan bir ülkede düştüğümüz durum doğrusu çok ağırıma gitti. Nuray tepkisini eliyle koluyla göstermeye başlayınca Müge ve Dinçer onu sakinleştirdiler.  Ama görevlilerin son derece kibar ve  saygılı davrandığını belirtmeliyim. Neticede onlar da kendilerine verilen talimatı yerine getiriyordu. Bizi bu duruma düşürenler inşallah bundan ders alır diye düşünerek yolculuğumuza devam ettik. İskeleden şehre  taksi ya da toplu taşıma araçları ile gidilebiliyor. Ayrıca etrafınızı sarıp size ada turu yaptırmak isteyen kişilerin de esiri olabilirsiniz.  Bir de adadaki otellerin tesislerine ücretsiz taşıma hizmetleri var. Biz de bunlardan birine bindik ve araç bizi “The Venetian” oteline getirdi.

Yukarıda da belirttiğim gibi burası Çin’de kumarhanelerin yasal olarak çalıştığı tek bölge  ve o yüzden de adı Asya’nın Las Vegas’ı olarak geçiyor. Otelleri de o yüzden çok konforlu ve pahalı. Bu yüzden de birçok kişi buraya Hong Kong’tan günü birlik geliyor. Bizi getirdikleri otel de Venedik’ten esinlenmiş mimarisi ve  alış veriş alanları ile barınılacak yerin ötesinde son derece ilginç yaşam atmosferi sunuyor ziyaretçilerine. Puslu yağmurlu bir havada girdiğimiz otelin bir bölümünde güneşli bir hava görüntüsü  ile karşılaşılması bir tasarım harikası bana göre. Hafta içi ve öğle saatleri olmasına rağmen otelin neredeyse birkaç dönüm büyüklüğündeki kumar salonunun epey kalabalık olması burası ile ilgili söylenenleri doğrular nitelikteydi.  Otel içindeki mekanların birinde karnımızı doyurduktan sonra bir taksi ile şehir merkezine gittik.

Beyaz taşlarla desenlendirilmiş  şehir meydanı herkesin sanki buluşma noktası oluyor. “Senato” meydanı denilen bu bölgeden hafif yokuş yukarı ilerledikçe  etrafta hediyelik eşya ve yiyecek maddeleri satan çok sayıda  dükkan var. Bizim bildiğimiz pestile benzeyen ama et olduğunu öğrendiğimiz yiyeceklerin ziyaretçiler tarafından çok rağbet gördüğüne tanık olduk. Ama bizim favorimiz çocuklarımızın önceki seyahatlerinden deneyip beğendikleri   bademli kurabiyelerdi. Denemenizi öneririz. Yokuşun sonu bizi 1600 lü yıllarda yapılan ve sadece ön cephe duvarı ayakta kalan St.Paul katedraline kadar götürdü. Oradan da epeyce bir merdiven çıkarak yüksekçe bir yerde olan Macau kalesine ulaştık. Buradan adanın ,şehrin en güzel görüntülerini izlemek mümkün. Kalenin hemen içindeki Macau Müzesini de  vaktiniz olduğunda gezilecek yerler arasına ekleyebilirsiniz.

HONG KONG GÜNLERİ / MAN MO / SEYİR TEPESİ / REPULSE BAY

Hong Kong  Çin’in güney kesiminde kaldığından nispeten ılıman bir iklime sahip. Bu yüzden olacak otellerinde, evlerinde ve bir çok yerlerindeki klimaların sadece soğutma amaçlı bir teknik özelliğe sahip olduğunu da öğrenmiş olduk. Biz geldiğimizde havanın biraz soğumuş olması ayrıca Sevgili eşim Nuray’ın da benim de sıcağı biraz seviyor olmamızdan otel odasına ek olarak elektrikli radyatör ve ek battaniye tedariki ile durumu idare ettik. Havanın bizce serince olduğu durumlarda dahi bindiğimiz taksilerin hepsinde soğutmaya dönük klimaların çalışmakta olduğunu görünce şaşırdık ve  en azından bizim bulunduğumuz sırada kapatılmasını sağladık.

Hong Kong’taki günlerimizde gezilerimizi kalmış olduğumuz otelin yakın çevresinden başlayarak sürdürdük Önce yakınlardaki Man Mo tapınağına kadar ne olduğunu anlamadığımız kurutulmuş ( gıda ya da başka şey de olabilir) maddelerin satıldığı iş yerleri ve  antika türü  eşyaların satıldığı dükkanları seyrederek gittik. Hong Kong’ta  kilise, cami  tapınak gibi farklı inançlara sahip insanların ibadetlerini sürdürebilecekleri yerlere rastlamak mümkün.

1848 yılında inşa edilen Man Mo tapınağı Edebiyat Tanrısı Man ile savaş Tanrısı Mo Tai adına yapılmış ve Hong Kong en eski ve önemli tapınakları arasında yer alıyor. Akademik başarı ve eğitimle ilgili konular başta olmak üzere ziyaretçilerin dualarını yaptığı bu tapınakta fazlaca tütsü olduğu için ziyareti kısa tutmak gerekebilir. Tapınak ziyaretinden sonra tapınağın karşı alt sokağındaki bit pazarı ve antika dükkanlarını gezmek de ilgi çekici olabilir diye düşünüyorum.

Tapınak ziyaretinden sonra Hong Hong  ziyaretlerinin olmazsa olmazı olarak sayılan bizim seyir tepesi diyebileceğimiz  orijinal ismiyle de Victoria Peak denilen yere gittik. Hong Kong adasının batısında yer alan ve yaklaşık 500 metre yüksekliğindeki bu tepeye yol boyunca yemyeşil ormanlığı ve deniz manzarasını seyrede seyrede  taksi ile gittik. Tabi buraya otobüs ve finüküler sistem gibi ulaşım imkanlarının bulunduğunu da bu arada belirtmek isterim. Hong Kong’u 360 derecelik bir açıdan seyretmek için çıkacağınız terasa tabi ücret ödeyerek çıkıyorsunuz. Biz çıktığımızda hava biraz puslu olmasına rağmen gördüğünüz manzara gerçekten muhteşem ve ödediğiniz ücrete değer diye düşünüyorum.

 

Hong Kong hipodromu ve burada yapılan at yarışlarını da kısa ziyaret programımıza sığdırdık. Aslında alan olarak bizim Veliefendi’nin yarısı kadar olmasına rağmen dikine  yapılaşma ile burada bizimkinin iki katı kaynak ve kapasite yaratıldığını söyleyebilirim. Hipodromda bir yarış izleyip –Oğlumuz Gençer’in danışmanlığı ile 4 numaralı at ile sembolik miktarda şansımız deneyip ve de  ne gariptir ki 1/1,5 kazandıktan sonra -oradan ayrıldık

.Hong Kong da attığımız her adımda Sevgili oğlumuz Gençer hep yanımızdaydı bizi hiç yalnız bırakmadı. Pardon bir gece ben yalnız kaldım dinlenmeyi tercih ettiğim için o anne oğul masaj keyfi yaşamışlar. Belki başka yerlere gittilerse de özenmeyeyim diye bana söylememişlerdir…

Hong Kong’ta bize can-ı gönülden refakat eden oğlumuz Gençer bizi Şangay’da yaşamakta olan ve Hong Kong’a bir toplantıya gelen Büyük Oğlumuz Dinçer ve onun eşi kızımız Mügeye teslim ederek İstanbul’a döndü. Hong Kong’taki bundan sonraki günlerimizde bize onlar refakat etti. İlk iş olarak da bizi Hong Kong’un bana göre daha keyifli olan yüzüne, Repulse Bay adlı bölgesine götürdüler. Burası gerçekten görülmeye ve hatta yaşanmaya değer bir coğrafya idi. Yeşil yamaçlara sırtını dayamış güzel bir koy ve alabildiğine geniş kumsalı ve masmavi denizi ile insanı kendine davet ediyordu sanki. Tabi buralarda da Hong Kong’un değişmez gerçeği olan çok katlı binaların olduğunu hatırlatalım. Bu arada şehrin en pahalı konutlarının da bu bölgede  olduğu bilgisine de sahip olmuş olduk. Denize girme, güneşlenme, dinlenme alışveriş yapma etkinliklerinin bir arada olduğu bu sahilde köpek balıklarından korunmak için önleyici ağlar konduğuna ilk burada tanık oldum. Bu güzel atmosferi daha güzel ve anlamlı kılan bir yaşanmışlığı da paylaşmak isterim. Repulse Bay da oturan , Dinçer ve Mügenin iş arkadaşları olan Erdal ve Yasemin Tamer çiftinin bizi sabah kahvaltısına davet etmeleri, onlarla geçirdiğimiz kısa da olsa beraberlik dakikaları bu geziyi son derece zevkli ve keyifli hale getirdi.

Repulse Bay dan sonra yönümüzü yine buraya yakın olan bir  başka güzel  bir sahil kasabası olan Stanley’e çevirdik. Hong Kong’un güney doğusunda olan bu yerleşim yerinde de plajlar ve rüzgar sörfü yapılacak imkanlar bulunmaktadır. Burada ayrıca her türden hediyelik eşya alabileceğiniz çok sayıda  dükkan ve sokak satıcısını da bulabilirsiniz.

HONG KONG GÜNLERİ

Geçtiğimiz günlerde kendimizi çocuklarımızın yaptığı bir gezi organizasyonunun içinde buluverdik. Yaklaşık bir ay sürecek bu seyahat Hong Kong bağlantılı Şangay yolculuğu idi. Yolculuğumuz 18 Şubatta  Katar hava yollarının Doha aktarmalı  Hong Kong seferi ile başladı. Şangay’a daha önce iki kez THY nın  direkt uçuşları ile gitmiştik Hong Kong’a ilk gidişimiz olduğu için özellikle dil bilmemenin dezavantajları yüzünden  oldukça tedirgin ve endişeli idik. Ancak küçük oğlumuzun bu maceranın Hong Kong’taki sürecek olan kısmında bize refakat edecek olması bizi iyiden iyiye rahatlattı.

İstanbul Atatürk Hava Limanından başlayarak (4+7)Hong Kong’ta sona eren yolculuğumuz yaklaşık 11 saat sürdü. Hong Kong’un adını çok duymuştum. Çinin güneyinde yer alan iki yüzden fazla  ada ve adacıktan  oluştuğu, uzun yıllar İngilizlerin egemenliğinde kaldıktan sonra yapılan anlaşma sonucunda 1997 yılında Çin Halk Cumhuriyetine bırakıldığı şeklindeki ansiklopedik bilgiler ile sınırlı idi bu coğrafya ile ilgili bildiklerim. Ama şimdi bir de bizzat gözlemleyerek bazı yaşanmışlıklarım olacaktı burası ile ilgili olarak.

 

Hong Kong havaalanından kalacağımız otele kadar yaklaşık 30-40 kilometrelik yolu taksi ile gelirken ilk dikkatimizi çeken alabildiğine yükselen binaların bolluğu idi. Bu yapılaşma karşısında hayranlıkla ürperti arası bir duygu kaplıyordu içimizi. Muhtemeldir ki ülkenin coğrafi yapısı enine yerleşime müsait olmayınca boyuna yapılaşmanın sınırlarını olabildiğince zorlamış demek bu ülkenin insanları. Yüksek, daha yüksek, en yüksek gibi bir yarışı sürdürüyor sanki. Öteden beri yüksek yapıları gördüğümde –bilmem herkeste var mıdır- katlarını saymak gibi bir takıntım vardır. Burada da nüksetti bu alışkanlığım. Ama 25-30 u geçince baktım karışıyor ve olacak gibi değil vazgeçtim.

Otelimiz oldukça merkezi yerde olduğundan Hong Kong’un son derece renkli ve ışıltılı bir gece hayatı yaşadığını da –tabii ki dışarıdan- gözlemleme fırsatımız oldu. Şehrin bazı bölümlerindeki bar ve gece klüplerinde  eğlence sabahın ilk ışıklarına kadar devam ediyordu.

Yüz yıldan fazla İngiliz egemenliğinde kalmanın etkisi ile ilgili olacak burada İngilizce iletişim dili olarak çok yaygın biçimde kullanılıyor. İki katlı otobüslerden oluşan toplu taşıma araçları soldan işleyen trafikleri, tabi buna bağlı olarak ta direksiyonu sağda araçların caddelerde yer alması bu kültürün izi olarak düşünülebilir. Ülke her ne kadar Çine terkedilmiş ve Çinin şemsiyesinde gibi biliniyorsa da  ayrı parasının olması, Çin de dahil olmak üzere bütün ülke vatandaşlarının bu ülkeye pasaportla giriş çıkış yapması, değişik bir ekonomik yapıya sahip olması bu ülkenin farklı, özel yönetim şekline sahip olduğunu da gösteriyor.

Adeta bir şehir devleti diyebileceğimiz Hong Kong’ta otelimize yerleştikten sonra ilk işimiz akşam yemeği yiyeceğimiz bir yer aramak oldu. Bize eşlik eden oğlumuz Gençer daha önce de buraya birkaç kez geldiği için kendimizi onun rehberliğine teslim ettik. Ben genelde alışılmışın dışına çıkmakta zorlanan biriyimdir. Ama Gençer ise tam tersi her gittiği yerde yeni tatlar, lezzetler ve tecrübeler  arayışındadır. Biz de onun kılavuzluğunu peşinen kabullendiğimiz için yemek işini de ona bıraktık.  O da bizi otelin hemen yakınında yiyeceğimiz yemeğin ismi ile uygun Nodolus adlı bir mekana götürdü. Burada benim soğan, sarımsak v.b çekincelerimi de dikkate almalarını sağlayarak söz konusu yemekten söyledik nerede ise küçük bir tencere büyüklüğünde tas içinde içinde makarna,tavuk eti çeşitlideniz ürünlerinin bulundüğu yemeğimiz iki çubukla önümüze geldi. Önce ürkerek ve beceriksizce başladığım  yemek yeme eylemim giderek. çubukların beraberinde getirdikleri küçük kepçe yardımı devam etti  karnımızı bir güzel doyurduk. Bu tecrübeden sonra da ve arada bir alışılmamışı denemenin fena olmadığı kanaatine vardım.

 

Bir yere gidince merakımıza mucip olan bir durum da o coğrafyanın  ne kadar pahalı ve ucuz bir yer olduğudur. Bu noktadan bakınca Hong Kong Dünyanın epey pahalı ülkeleri arasında sayılabilir. Para birimi  Hong Kong doları ve 1 Amerikan dolarına karşılığı da yaklaşık 7,5 HD ediyor. Bizim paramızla karşılaştırdığımızda da 2 HD bizim 1 TL nın karşılığı oluyor diyebiliriz. Bu kısa açıklamadan sonra bizim paramıza çevrilmiş olarak ifade edecek olursak Taksi açılış tarifesi  11, bir kilo kıyma 100-150, ev kiraları 10.000-40.000, TL olarak düşünebilirsiniz .Normal bir yerde 2 kişi içkisiz bir yemek yediğinizde de asgari 250-300 TL. ödemeniz gerekiyor. Bizim ülke dahil bir çok ülke buraya vizesiz seyahat edebiliyor ama iş gelmekle bitmiyor burada kalmanın ve yaşamanın da bir bedeli olduğu her zaman hatırda tutulmalı diyorum.

YARIM ASIR SONRA YENİDEN EDİRNE (2)

Gecemizi Öğretmen evinde geçirdikten sonra ikinci gündeki ilk ziyaret yerimiz Müze oldu. Edirne Müzesinin 1925 yılında Atatürkün emriyle kurulmuş olması buraya olan ilgimizi  daha da arttıdı. Etnografya ve arkeoloji bölümü müzenin ana binasında, Türk İslam eserleri ise Selimiye Camiinin eskiden medrese olan bölümünde bulunmaktadır. Bu iki bölüm arasında da Osmanlı mezar taşlarından oluşan bir alan da ziyarete açılmıştır.

Müzenin arkeoloji bölümünde Roma, Helenistik ve Osmanlı dönemlerine ait lahitler, heykeller, mezar taşları, sütun başlıkları gibi eserler sergilenmektedir. Bunların dışında Anadolu uygarlıklarına ait toprak ve cam eşyalar,takılar ve sikkeler de görülebilecek eşyalar arasındadır. Müzenin etnografya kısmında da Osmanlı dönemine ait halı,kilim, ev ve ahşap süslemeleri gibi görselliklere rastlamak mümkündür. Selimiye camii bitişiğindeki Türk İslam eserleri Müzesinde hat odası, kesici silahlar odası, kıyafet odası, sünnet odası, dokumacı odası, çini odası gibi bölümlerde Türk İslam tarihine ve yaşamına ışık tutan eserler yer almaktadır.

Müze ziyaretini tamamladıktan sonra kısa bir yürüyüşle yapılış tarihi 1880 li yıllara dayanan Sveti Georgi Bulgar Ortodoks Kilisesine ulaştık. Edirne’de Bulgar ya da Ortodoks cemaat pek olmadığı, ayrıca katolik ve protestanlara ait kilise olmadığı için az sayıdaki bu insanların da ibadet için burasını kullandıkları bilgisine ulaştık. Kilise ziyaretini kısaca tamamladıktan sonra istikametimizi “Sultan II. Bayezıd Külliyesi Sağlık Müzesi”ne çevirdik.

1488 yılında Sultan II. Beyazıd tarafından hizmete açılan çok kubbeli binalar topluluğu  biçimindeki yapı bütünlüğü içinde hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, hamam ve köprü gibi çok sayıda birim bulunmaktadır. Geçmişte hastaların, müzik, su sesi ve güzel kokularla tedavi edildikleri bu mekanlar 1997 yılından bu yana Trakya Üniversitesi tarafından sağlık müzesi olarak düzenlenmiş ve hizmete açılmıştır. Müzede hekimliğin geçmişi ve gelişimi ile ilgili bölümler ilgi ile izlenebilir. 2004 ve 2007 yıllarında Uluslar arası ödül sahibi de olan müze Selimiye Camiinden sonra en çok ziyeret edilen mekan olarak da dikkati çekmektedir.

Sağlık Müzesi ziyaretinin ardından bir sinagog ziyareti yaparak Edirne’de geçmişte yaşayan tüm dinlerin ibadet yerlerini görmüş olacaktık. Edirne büyük Sinagogu Avrupanın üçüncü büyük sinagogu olarak bilinmektedir. 1907’de II. Abdülhamit tarafından yaptırılan ibadethane zaman içinde harap olmuş ve kullanılamaz hale gelimiş ancak dört yıl süren bir restorasyon sonunda 2015’te tekrar ibadete açılmıştır. Edindiğimiz bilgiye göre Edirne’de halen bir musevi ailesi bulunduğu, ibadet için ya da özel günlerde dışarıdan cemaat geldiği bilgisi bize verildi.

Sinagog ziyaretinden sonra yaklaşmakta olan dönüş saatine kadar olan süre içinde benim 51 yıl önce kayıt olduğum ve yatılı olarak üç yıl acı-tatlı günlerimin geçtiği okulumu gezdik. (O zaman Edirne Erkek İlköğretmen Okulu olan bina şimdi I.Murat Lisesi olarak hizmet veriyor.) Bizler gibi yaşlanmış olan binanın etrafını, bahçesini, koridorlarını gezerken yıllar öncesinin hatıraları canlandı içimde. O zamanlar öğretmen odasının yanına düşen dersliğime girip aynı sıralara oturdum. (tabi o zamanın üçlü sıraları yerine şimdi tekli sıralar vardı.)Hüzünle karışık bir tuhaflık kapladı içimi. Okul kantininde tıpkı o yıllardaki gibi simit ve çayımızı içtikten sonra okuldan ayrıldık. Saat 17.00 itibarı ile de  Edirne otogarından şehre veda ettik.

YARIM ASIR SONRA YENİDEN EDİRNE (1)

Edirne ile ilk tanışmam 1964 yılında 14 yaşında  oldu. Çocuk mu, ergen mi, genç mi olduğumu tam anayamadığım bu yaşta ortaokulu bitirmiş ve İlköğretmen okulunda okumak üzere bu serhat şehrine gelmiştim. Üç yılımı geçirdiğim bu şehre günü birlik kısa bir iki ziyareti saymazsak yarım asırdan fazla bir hasretlik çekiyordum. Sevgili eşim Nuray da öteden beri beni okuduğun şehre götürmüyorsun diye sitem ediyordu. Şu anda Almanyada yaşamakta olan okul arkadaşımız Mehmet Tunçel’in eşi Mariana’nın da misafirimiz olarak aynı arzuyu duyması  bu işin artık sırasının geldiği kanaatını bizde uyandırdı.

30 Mart günü üç saat süren bir yolculuktan sonra saat 14.00 de Edirrne’ye ulaştık. Öğretmen evine eşyamızı bıraktıktan sonra hiç vakit kaybetmeden yakından uzağa prensibine uyarak hemen bitişikteki 1576 yılında Sinan tarafından yaptırılmış olan Defterdar Mustafa Paşa Camiini gezerek ilk açılışı yaptık. Devamında tıpkı elli yıl önceki yürüdüğüm caddeyi takiben  Eski Camiye ulaştık. Fetret devrinde Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1414 yılında tamamlanan bu cami duvarlarındaki küfi yazıları ile dikkatleri çekmektedir. Ayrıca bu camideki Kabe taşı (Rüknü Yemani) ziyaretiçilerin diğer bir tercihidir.

Eski camiden sonraki ziyaret noktamız  Üç Şerefeli Camii oldu. Sultan II.Murat tarafından1437 yılında inşasına başlanan ve on yılda tamamlanan bu caminin bundan sonra yapılacak camilere öncülük edecek mimari özelliklere sahip olduğu ifade edilmektedir. En önemli özelliklerinden biri de her biri farklı boyut ve mimarilere sahip  dört minaresi olmasıdır. Camiye adını veren üç şerefeli minare 81 metre ile o güne değin yapılan minarelerin en yükseği olarak kabul edilmektedir. Bu minarenin her bir şerefesine ayrı yollardan çıkılması uygulamasının ilk kez burada gerçekleştirildiğine tanık olunmuştur. Dikine yivlerle süslü bir diğer minaresinden dolayı buraya bazılarınca Burmalı Cami de denmektedir.

Cami ziyaretlerine biraz ara vererek kendimizi Saraçlar Caddesinden aşağı bıraktık. Eski Edirne evleri arasında yürürken hemen yanımızdaki faytonu görünce birden nostaljik bir söğütlük turu yapmak geldi içimizden. Tunca ve Meriç köprülerinden ve zaman zaman taşan su akıntılarından da geçerek öğrenciliğimizin en tatlı anılarının geçtiği Söğütlük mevkiine ulaştık. Aslında niyetimiz yine eskisi gibi buradaki ormanda biraz yürüyüp daha sonra çay bahçelerinin, kafeteryaların ya da lokantaların birinde oturup nehir kıyısında hem dinlenmek hem de bu güzel coğrafyanın keyfini çıkarmaktı. Fakat zamansız gelmiş olacağız ki televizyonlardan  izlediğimiz su taşkınlığının etkisinin hala sürdüğünü, bir çok tesisin sel suları içinde olduğunu görünce içimizi garip bir hüzün kapladı ve fazla kalmadan ve bu arzumuzu başka bir zaman dilimine erteleyerek birkaç resim çekmekle yetinip oradan ayrıldık.

Söğütlük dönüşü günün bitmesine hayli vakit kaldığını görünce finali Selimiye Camiini ziyaret ederek gerçekleştirelim dedik. Osmanlı padişahı II.Selim tarafından yaptırılan ve inşasına 1568 yılında başlanan cami 1574 yılında ibadete açılmış. Mimar Sinanın “Ustalık eserim” dediği bu cami Osmanlı mimarisinin önemli yapıtları arasında sayılmaktadır. Caminin şehrin en hakim yerine konuşlanması her yönden görkemli bir görüntü vermesini sağlamaktadır. Kubbe yapısında Sinan daha önce hiç denenmemiş teknikler kullanmıştır. Kubbeye yakın olan ve her birinde de üç şerefe bulunan minareler camiye gökyüzüne doğru uzanan ayrı bir görkem kazandırmaktadır. 380 santimetre çapında ve 71 metre uzunluğunda olan bu minarelerin bazı kaynaklarca alemler dahil 85 metre uzunluğunda olduğu belirtilmektedir. Üç şerefeli de olduğu gibi bu caminin cümle kapısının iki yanındaki minarelerin şerefelerinin  her birine ayrı yoldan gidilmesi mimari özelliği  mevcut bulunmaktadır.

Selimiye gibi muhteşem bir mimari eserin ziyaretini tamamladıktan sonra günün sonuna geldiğimizi fark ettik. Günün yorgunluğunu ve midemizin açlığını gidermek üzere-hemen yolda bir vatandaşa sorarak- Edirne’nin meşhur çiğer tavasını denemek için uygun bir mekan bulduk. Aydın Ciğer Tava adlı mekanın gerçekten çok rağbet gördüğünü yer bulmakta zorlandığımızdan anladık. Fiyatının da oldukça makul olduğunu söyleyebilirim. Edirneye yolu düşenlere tavsiye ederiz.