HONG KONG GÜNLERİ 3 / TAI KWUN

Hong Kong’ta geçirdiğimiz günlerin birinde buranın adeta kalbi olarak bilinen Central’da İtalyan mutfağı ile ünlü bir mekân olan Cantina adlı bir restoranda nefis bir öğle yemeği yedik. Bizde böylesi durumlar için söylenen “Yediğin içtiğin senin olsun gezdiğin gördüğün yerleri anlat” şeklinde bir söz vardır. Ben de buna uygun olarak yemekler ile ilgili gurmeliği bir yana bırakarak burasının başka bir yönünü anlatmaya çalışacağım.

Yemek yediğimiz mekânı da içine alan yerleşke devasa gökdelenlerin yükseldiği şehrin göbeğinde eski Hong Kong’tan kalan çok az sayıda yapılardan biri. TAI KWUN adı verilen yerleşkede 1841 yılında inşasına başlanan ve daha sonraki yıllarda ilavelerle birbiriyle entegre bir yapı bütünlüğü içinde İngiliz sömürge yönetiminin çeşitli seviyedeki mahkemeleri, Polis karakolu, emniyet müdürlüğü ile büyük bir cezaevi yer alıyor. Kanun ve düzeni koruma amaçlı olarak uzun yıllar bu işlevleri yürütüldüğü yerleşkede İngiliz hakimiyeti sona erince fonksiyonunu yitiriyor ve 2000’li yılların başında hizmet dışı kalıyor.

Devamı için tıklayın “HONG KONG GÜNLERİ 3 / TAI KWUN”

HONG KONG GÜNLERİ 3 / FİYATLAR VE ÜCRETLER

Hong Kong’taki fiyatlar ve ücretler ile ilgili daha önce yani 2018 yılındaki ziyaretimde bir yazı yazmıştım. Bu defa bu konuya daha çok zaman içindeki değişmeler ve karşılaştırmalar ekseninde yaklaşacağım. Aynı marka ve nitelikteki ürünlerin önceki ve 5-6 yıl sonraki fiyatlarının mukayesesi de ülkedeki ekonomi ile ilgili bir fikir verebileceğini düşündüm. Bu amaçla da aşağıdaki tabloyu oluşturdum.

Devamı için tıklayın “HONG KONG GÜNLERİ 3 / FİYATLAR VE ÜCRETLER”

HONG KONG GÜNLERİ 3 / MA WAN ADASI

Yanlış hatırlamıyorsam bu Hong Kong’a dördüncü gelişim. Bu defa yollar mı kısaldı yoksa uçağımız daha mı hızlı geldi bilmiyorum daha önce 10 saatten fazla süren yolculuğumuz bu defa 9 saatte tamamladık. Daha önceki ziyaretlerimde gözlemlerimi ve izlenimlerimi bloğumun önceki bölümlerinde HONG KONG GÜNLERİ ve HONG KONG GÜNLERİ 2 başlıkları altında yazmıştım. Bu coğrafya ile ilgili daha derinliğine bilgi sahibi olmak isteyenler o yazılarıma da bir göz atabilir.

Asıl konuya girmeden önce bir hususa da açıklık getirmek isterim. Gezi yazılarımı okuyan birçok kişi öğretmen emeklisi olan iki kişinin Çin’e, Hong Kong’a, İsviçre’ye, Fransa’ya, Hollanda’ya, İngiltere’ye -hem de bazılarına üçer beşer kez -gitmesine şaşırmış ve yadırgamış olabilir, ki bunda haklıdırlar da. Böylesi durumlarda herkes hep değirmenin suyunu merak eder. Böyle bir şey için ya anadan babadan zengin olmak ya da bir gömü bulmak gerekirdi. “Benim memurum işini bilir” taifesinden olmadığım da bilindiğinden iş piyango ikramiyesine kalıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse ben 40 yıla yakın süren çalışma hayatımın hiçbir döneminde yurtdışına çıkacağıma ihtimal vermediğim gibi hayalini de kurmadım. Hatta ve hatta hak ettiğim yeşil pasaportu bile almakta kararsızdım. Ama zaman içinde çok şaibeli olan piyangodan değil ama yüce yaradan tarafından bana ikramiyelerin en büyüğü olarak verilen ve yurt dışında çalışan çocuklarımın sayesinde bu fırsat bize adeta altın tepside sunuldu. Bu yüzden onlarla her daim gurur duyduğumu söylemeliyim. Gerekli transferler sağlandıktan, uçuş biletleri alındıktan ve konaklama problemi de olmadığından bize sadece davete icabet etmek kalıyordu. Hayal bile edemediklerime ulaşmış olduğum için kendimi çok şanslı hissettiğimi söyleyebilirim. Neyse bu kısa açıklamadan sonra asıl konumuza dönelim.

Devamı için tıklayın “HONG KONG GÜNLERİ 3 / MA WAN ADASI”

ANTALYA GÜNLERİ / KONYAALTI PLAJI (SON HALİ)

Hayatımızın belli bir bölümünde Antalya’da konuşlanma kararı vermemizde Konyaaltı sahilinin etkisi büyük oldu. Bir yanda şehir hayatının belli ölçüde konforunu yaşarken diğer yanda canınız çektiği zaman beş dakikalık bir yürüyüşle 7-8 kilometrelik sahil şeridine ulaşıyorsunuz. Bir gün Boğaçay istikametine yürürken, bir başka gün yönünüzü Antalya’nın meşhur falezlerine çeviriyorsunuz. Canınız çekiyorsa yararlanabileceğiniz spor sahaları ve aletlerini görünce de bir hayli heyecanlanıyorsunuz. Bir yanınızda Torosların karlı dağları, diğer yanınızda Akdeniz’in mavilikleri. Canınızın istediği bir gün ise şemsiyenizi, portatif sandalyelerinizi alarak kumsalda konuşlanıp denizin okşayan rüzgarına karşı kitabınızı, gazetenizi okuyorken, ya da biraz hazırlıklı geldiyseniz termosunuzla getirdiğiniz çayı yudumlarken bulursunuz kendinizi. Şayet mevsim uygun ise-ki burada bazıları için her zaman uygun- kuzey egeye göre hayli sıcak olan denizin davetine icabet ediyorsunuz.

Bu coğrafyanın bu cömert ikramına karşılık ben de blogumda birisi 2017 yılında, diğeri 2018 yılında Konyaaltı plajı ile ilgili iki yazı yazmıştım. Bu yazımda da burada yaşayan sade bir vatandaş olarak en son durum ile ilgili gözlemlerimi ve tespitlerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Devamı için tıklayın “ANTALYA GÜNLERİ / KONYAALTI PLAJI (SON HALİ)”

ANTALYA GÜNLERİ / VE KAŞ’I GÖRDÜM

Antalya’da geçirdiğimiz günler çoğaldıkça burası ile ilgili değişik yerleri görme fırsatlarını da değerlendirmeye çalışıyoruz. Bu konudaki tespitlerimi de siz takipçilerimle blogumda paylaşmaya çalışıyorum. Uzunca bir zamandır aklımızda olan ancak yolunun biraz uzak olması sebebi ile gerçekleştiremediğimiz “Kaş” ilçesine gitme planını da nihayet geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdik. İşe daha önce arkadaşlarımızdan bilgisini aldığımız bir pansiyonda iki gecelik bir yer ayırtmakla başladık. Yetkili kişi 17-18 Ekim tarihlerini belirtince o tarihlerde deniz gören bir oda boşalacağını ve o odayı da bizim için ayıracağını söyleyince daha da sevindik. Yolculuğumuz 17 Ekim sabahı saat 8.25 de Antalya otogarından bir midibüs denen otobüsten küçük, minibüsten büyük bir araçla başladı.

Antalya Kaş arasındaki yaklaşık 200 kilometrelik yolu dört buçuk saatte gidebildik. Yolların yapısı, birde aracın Finike, Kumluca, Demre gibi yerleşim yerlerinde otogarlara girişi yolculuk süresinin uzamasına sebep oluyordu. Neyse öğle saatlerinde ulaştığımız Kaş otogarından bir taksi ile konaklayacağımız Kaptan Pansiyon’a geldik. Bizim için ayrıldığı söylenen deniz gören odada kalanların sürelerini uzatması nedeni ile boşalmadığı, bu yüzden bize başka bir oda verecekleri sürprizi ile karşılaştık. En azından telefonla bize bilgi verilmediği için biraz canımız sıkıldı. Bunu da muhatabımıza hissettirdik. Tabi yapacak bir şey yoktu ve uygun bir odaya yerleştik ve yol yorgunluğunu atmak için biraz istirahat ettik.

Kaş oldukça küçük bir yerleşim yeri. Girişinde nüfus olarak 50 binli rakamlar yazıyor olsa da bunun köyleri de kapsadığı, şehir merkezinin yerleşik nüfusunun 7-8 bin civarında olduğu belirtiliyor. Kaş gerçekten hoş bir yerleşim yeri. Her güzellikten bir parça var ama kendine özgü bir ruhu da var diyebilirim. Biraz Altınoluk, biraz Ayvalık, bir miktar Bodrum, yarım ölçek Didim ekleyin hatta gecenin bir bölümünde Çiçek pasajı ile de süslenmiş bir görüntüsü var. Sevgili eşim Hong Kong’tan bile bir parça buldu. Ulaşımının zor olması belkide burasının daha doğal kalmasını yağmalanarak betonlaşmamasını sağlamış diye düşündüm. Yerleşim yerinin küçük olması şehri gezmek için yarım günü bile yeterli kılıyor diyebilirim. Kaş geçmişi M.Ö 3000 yıllarına dayanan eski Akdeniz uygarlıklarından biri olan “Likya” nın kurulduğu Teke yarım adasında yer almaktadır. Şehir merkezinde bu medeniyetlerden kalma Antik tiyatro ile kral mezarları kolayca ziyaret edilebilecek yerler arasındadır.

Kaş İlçesinin bir özelliği de Yunanistan sınırlarındaki Meis adası ile en yakın olan kara parçamız olmasıdır. Gözünüzün önüne bayrağımızı getirin, hilal olan kısmına Kaş ilçesini yerleştirin, yıldız olan kısmınıda Meis adası olarak düşünebilirsiniz. Kaş kıyısına 2 km. kadar uzaklıkta ve 7 kilometrekare büyüklüğündeki bu adada 600 kişi yaşadığını ve bir çok ihtiyaçlarını da cuma günü kurulan Kaş pazarından karşıladıkları belirtiliyor. Kahvaltı yaptığımız pansiyonun terasından adeta bir taş atımı mesafesinde görülen ve yüzerek de gayet kolay ulaşılabilecek uzaklıktaki bu adaya Kaş’tan günübirlik seferler düzenlendiği bilgisini vermiş olayım.

Kaşta kaldığımız bir günün tamamını da tekne turuna ayırdık. Sabahları saat on da başlayan tur saat onsekizde sona eriyor. Daha önce katıldığım tekne gezilerinde beni en rahatsız eden şey kulakları sağır edercesine açılan ve yanındaki ile bile konuşma imkanı vermeyen müzik icra etmeleri idi. Fakat bu turumuzda şükür böyle bir şey yoktu. Sadece yeri geldikçe kaptan gezilen yerlerle ilgili Türkçe ve İngilizce açıklayıcı bilgiler veriyordu. ”Grand Safari Boat” isimli teknemiz Kaş’ın en büyük teknesi olarak anılıyor. Yaklaşık 100 yolcusu ile limandan batıya yani Antalya istikametine doğru yol almaya başladı. İnönü koyu, Yağlıca koyu, Akvaryum koyu, Tersane koyu, Kaleköy, Üçağız köyü ve Batık Şehir olarak belirtilen yerlerden geçti. Burada ismi geçen dört yerde demir atarak pırıl pırıl sularda teknedekilere denize girme keyfi yaşatıldı. Bu arada tabi oldukça doyurucu olan öğle yemeğimizi vermeyi de unutmadılar.. Bu gezide özellikle Kale köyün ve Batıkkent’in de yer aldığı Kekova bölgesinde 2500 yıl önce yaşanan depremle yer altında kalmış kalıntılarını, ve (tarihi antik Simena kıyı kenti) Kale köyü yakından görmek gerçekten heyecan vericiydi. Pansiyonumuzun sahibinin de arada kaptanlık ettiği bu gezi akşam belirtilen saatte Kaş’a dönerek son buldu.

Bu arada bu geziyi anlamlı ve keyif verici kılan bir buluşmadan da söz etmeden geçemeyeceğim. Daha önceden İstanbul’dan tanıdığımız, ayrıca küçük oğlumuz Gençer’in sınıf öğretmeni olan Melal hanım (kendisi birkaç yıldır Kaş’ta yaşıyor) ve kardeşi Mine hanımla birlikte Kaş akşamlarında bize eşlik ettiler. Buradan kendilerine kucak dolusu sevgi ve selam.

ANTALYA GÜNLERİ / AKTUR PARK (Heart of Antalya)

Antalya’da geçen günlerimde vaktim olduğunca bloğuma bir şeyler eklediğimi takipçilerim umarım fark etmiştir. Bu defa da evimize yakın bir eğlence alanı (Lunapark) ile ilgili bilgileri paylaşacağım. Görkemli bir girişi olan ve üzerinde de “AKTUR PARK” yazan bu merkez Atatürk bulvarı üzerinde ve Antalya’da herkes tarafından bilinen 5M MİGROS alışveriş merkezinin tam karşısında bulunuyor. 1997 yılından beri de buradaki hizmetini sürdürüyor. Atlıkarıncadan çarpışan otolara, dönme dolaptan korku tünellerine, kırk civarında eğlence ünitesi hem yetişkinlere hem çocuklara neşeli dakikalar geçirttiği gibi bazılarında adrenalinin tavan yaptığını yaşayabiliyor ve gözlemleyebiliyorsunuz. Özellikle gece bir renk cümbüşü oluşturan bu ortamda çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin ilgi alanlarına yönelik her türlü eğlence ve etkinlik bulunuyor. Burada gezerken bir an için sevgili torunumuz Ada’yı, onun çocukluğunu, gençliğini ve buraya birlikte gelerek her bir aygıtta atacağı çığlığı düşündüm. Sonra da yetmişine gelmiş biri olarak ileriye dönük planlar yaparken, ya da beklenti içine girerken biraz temkinli olma gerçeği ile de kendimi yüzleştirdim.

Aslında bu yazının burada son bulması gerekirdi, ama bu alan ile ilgili bir son dakika, daha doğrusu son yıl gelişmesi yazıma bir paragraf daha açmamı zorunlu kıldı. Basında ve televizyonda belki izlenmiştir. “Avrupa’nın ikinci büyüklükteki dönme dolabı Antalya’da hizmete girdi” şeklinde verilen bu haberin ardından bu ünitenin 90 metre yüksekliğinde olup Çin’de imal edildiği, parçaların iki ayda gemilerle getirildiği, sekiz ayda monte edildiği bilgileri de veriliyordu. “Heart of Antalya” adı verilen, Konyaaltı’ndaki evimizden de görülebilen bu dönme dolapta her biri on kişi alan 42 klimalı kapsülün bulunduğu ve her bir turunu da 15-20 dakikada tamamladığını eklemeliyim. Ben de herkes gibi 30 TL ücret ödeyerek bindim. Antalya’nın birçok yerini kuşbakışı izleme ve görüntü alma imkânı bakımından iyi bir fırsattı gerçekten. Tabi kapsülün koyu renk camlarla kaplı olması (sanırım güneş ısısının etkisini azaltmak için) fotoğrafların istenen netlikte olmasının önünde bir engeldi sanki. Netice olarak Antalya’ya kazandırılan bu eser ile kuş bakışı şehri izleme keyfini herkese tavsiye ederim.

Bu arada Avrupa’nın ikicisi olduğu açıklaması ister istemez birincisi hangisi acaba sorusunu sorduruyor. Birincinin de kimseyi yormadan Londra’da olduğunu söyleyivereyim. Sağ olsun Londra’da küçük oğlumun yanına gittiğimizde bu dönme dolaba binme imkânını da bulmuş ve bloğumda da yazısını yazmıştım. Tabi insan ister istemez ikisini karşılaştırma ihtiyacı duyuyor. Yükseklik olarak Londra’da ki Antalya’dakinin bir buçuk katı kadar, yani Londra’yı 90 değil 140 metre kadar yüksekten izliyorsunuz. Kapsüllerin sayısı daha az ama her biri 15-20 kişi alacak büyüklükte. Bana göre en önemlisi Antalya’daki dolap düz bir zemine iki tarafta dörder çelik direk üzerine yerleşmişken, Londra’daki Thames nehrinin hemen kıyısına kurulduğundan tek taraflı iki direk ve ona destek ve güç veren çelik halatlara tutturulmuş. Yani bu statiği ile de biraz hayranlık uyandırdı bende. Londra’dakine gündüz bindiğimiz için gece durumunu izleyememiştik. Antalya’dakinin gece görüntüsün, ışıklandırmasının da müthiş olduğunu ve adeta görsel bir şölene dönüştürüldüğünü belirterek yazımı sonlandırmak istiyorum.

BODRUM’DA BEŞ GÜZEL GÜN

Sevgili ADA’mızla geçirdiğimiz ilk doğum gününün ardından hem Ada ile, hem de çocuklarımızla kısa tatil günlerinde daha fazla birlikte olabilme adına bir başka organizasyonun içinde bulduk kendimizi. Çocuklarımız Bodrum’da epey kalabalık kişiyi barındıracak bağımsız bir yapıyı iki haftalığına kiralamışlar. Uçak biletleri ve araç kiralama işleri de daha önceden gerçekleştirildiği için bize sadece belirtilen saatte belirtilen yerlerde beklemek kalmıştı. Neticede 28 Temmuz’da biz geniş aile olarak Bodrum Milas havaalanına indik. Oradan da kiralanan araçlarla ikamet edeceğimiz yere doğru yola çıktık.

Bende öteden beri var olan, son yıllarda daha da belirginleşen rutinin dışına çıkıldığında kaygı gerilim arası duygu yaşayışı yerleşti. Bu seyahatte de ben çaktırmasam da hafiften bunu yaşamaya başladım. Daha önce hiç gidilmeyen, bilinmeyen ve belirsizliklerle dolu bu yolculuğun sonu nereye varacaktı, ya hayali bir yerse ve bütün beklentiler boşa çıkarsa gibi düşünceler beynimi meşgul ediyordu.  Bu arada çocukların kullandıkları arabalar Bodrum’un kıyısından geçerek kırsalına doğru ilerledikçe endişem de artmaya başlamıştı. Hele Dereköy denen yerleşim yerine gelip, arabalar toprak bir yola girince daha da kaygılandım. Neyse ki toprak yoldaki ilerlememiz çok kısa sürdü ve yolun sonunda büyük bir demir kapıya dayandık. Kurulan bir telefon iletişimi sonunda kapı içerden açıldı ve bizi evin sahibi Ertuğrul Bey karşıladı. Ayaküstü bize mekân ve muhtemel ihtiyaçlarla ilgili kısa bir açıklama yaptıktan sonra evi bize teslim etti.

Karşılaştığımız tablo tek kelime ile muhteşemdi. Ertuğrul Bey üç dönümlük bu arazide gerçekten zevkine göre bir yaşam alanı yaratmış. Öncelikle hafif eğimli olan arazi tesviye edilerek birer metre kademeli  üç alan oluşturulmuş. İlk alana 200 metrekareden büyük, tek katlı, üç banyosu olan (4+1) verandalı evini ve yüzme havuzunu yerleştirmiş. Evin arkasındaki süs havuzunu da ihmal etmemiş. Taş kaplama olan evin her bir bölümü ve parçasının doğa ile bütünlük içinde olmasına özen gösterilmiş. Eleştirel gözle baktığımız da dahi gözünüzü tırmalayan ya da “ Bu da burada hiç gitmemiş” diyebileceğiniz bir uyumsuzluğa rastlayamadım.

Ev ve havuz alanının bir, bir buçuk metre kadar aşağısındaki kademede de yaklaşık yüz elli yıllık olduğunu öğrendiğimiz bir meşe ağacı ile çimlendirilmiş bir zeminin  etrafında begonvillerin de olduğu bitkiler, çiçekler ekilmiş. Bu çiçek ve bitki toplulukları da gayet estetik bir anlayışla alana yerleştirilmiş. Burada benim en favori alanım yıllanmış meşe gölgesi oldu.  Günün her saatinde biraz yer değiştirse bile harman yeri kadar koyu bir gölgelik alan hiç kaybolmuyordu. Yaz sıcağı her yanı yakarken bu ağacın altındaki serinlik, sükûnet beni buraya fena bağladı. Ne havuz, ne deniz meşe gölgesinin cazibesini değiştirmedi. Başkalarını rahatsız etse bile cır cır böceklerinin bitmek bilmeyen sesleri bu ağacın altında bana adeta musiki gibi geliyordu.

Meşe ağacının bulunduğu zeminden bir kademe aşağıda kalan sahayı da Ertuğrul Bey sebze ve meyve bahçesi olarak değerlendirmiş. Üzüm, elma, nar, incir ve narenciye ağaçları hatırladıklarım arasında. Ayrıca karalahana, börülce, domates, biber ve salatalıkların bulunduğu sebze tarlalarını gördük. Mevsimi uygun olan üzüm incir gibi meyvelerle domates, salatalık, biber gibi sebzelerle -tabi Ertuğrul beyin izniyle- sofralarımızı zenginleştirdik. Gün aşırı buraya gelen bahçıvan Turan Bey de havuzun temizliğinden, bahçenin sulanmasına bütün işleri canla başla yapıyordu.

Önceleri biraz tedirgin olmakla birlikte burada yaşamaya  başlayınca burasının insanı mutlu edecek çok şeyi barındırıyor olduğunu fark ettik. Tabi daha çok da insanın sevdikleri ve sevenleri ile bunları yaşıyor olması en büyük mutluluk bence. Bütün bu güzellikleri bize yaşatan ve bizimle yaşayan çocuklarımızla bir kez daha gurur duydum. Acaba bütün bunları hak ediyor muyuz şeklinde bir sorgulama da aklımdan geçmedi değil. İyi ki varsınız, iyi ki bizim çocuklarımızsınız, ve torunumuzsun sevgili Ada. Hepinize kucak dolusu sevgi……..

ANTALYA GÜNLERİ / MANAVGAT ŞELALESİ

Nedendir bilmem blogum uzunca bir süredir yazılarıma hasret kaldı. Türk gibi başlamak…. sözünün bir doğrulaması mıdır,yoksa yaşlılığın getirdiği bir rehavetten mi kaynaklanmaktadır bu ihmalkarlık bilemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde doğan bir fırsatı da değerlendirerek blogumun bu hasretini gidermeye çalışacağım.

Amasya Öğretmen Okulu mezunu olan eşimin sınıf arkadaşları yıllık geleneksel buluşmalarını Manavgat’ta bir otelde gerçekleştirmişler. Bunun üzerine biz de fırsat bu fırsat diyerek hem arkadaş buluşmasını hem de daha önce görmediğimiz bu coğrafyaya ziyareti gerçekleştirelim dedik. Antalya’ya yaklaşık 80 kilometre uzaklıktaki bu hedefimize Otogar’dan kalkan otobüsle 2 saate yakın bir zamanda vardık. Yolculuğun biraz uzun sürmesinin nedeninin aracımızın fazla dur-kalk yapmasından kaynaklandığını tahmin etmişsinizdir. Neticede grubun ikamet ettiği otelde arkadaş buluşmasını gerçekleştirdik. Bir süre hoşbeş ve eski günlere ait nostaljik sohbetten sonra daha önceden de tanıdığımız Füsun Tütüncü arkadaşımız bizi arabasına alarak kısa bir şehir gezisi yaptırdı.

Gezimizin ilk durağı otele çok yakın olan Titreyen Göl oldu. Gerçekten yerleşim yeri ve rüzgar alma durumuna göre gölün yüzeyinin her daim kıpır kıpır olduğuna bizzat tanık olduk. Sahile 4-5 kilometre uzaklıkta kurulmuş ve de 200.000’den fazla nüfusu olan şehrin caddeleri, binaları bana çok cazip gelmedi. Şehir ile sahil arasındaki yeşil ve ormanlık alana yerleşmiş onlarca bol yıldızlı oteller de fazla ilgimi çekmedi. Benim asıl merakım daha çok coğrafya kitaplarındaki resimlerde gördüğüm şelaleyi görmekti.

Nasıl gidileceği ile ilgili yaptığımız sorgulama sonunda burada yapay şelale, küçük şelale ve büyük şelale olmak üzere üç çeşit şelaleden söz edildiğini öğrendik. Şehir merkezindeki yapay şelalenin pek fazla bir albenisi olmamakla birlikte aynı yerdeki asansör, teleferik ve yürüyen merdiven karışımı bir aygıtla çıkılan adeta seyir tepesi diyebileceğimiz yer bütün şehrin panoramik görüntüsünü vermesi bakımından bana çok daha cazip geldi. Tabi en sonda da sıra şehrin 5-6 kilometre kadar dışındaki büyük şelaleye geldi. Hakikaten “herşey yalan bir bu sahi” ya da “İşte burası her şeye değer” diyebileceğimiz bir tabiat harikasının içinde bulduk kendimizi. Resimlerdekinden çok daha etkileyici, büyüleyici bir su bereketi ve bolluğunu tarif edemem. Az bir yükseklikten düşmesine rağmen çok yüksek bir debi ile akan şelalenin etrafındaki ağaçlar ile adeta kucaklaşması doyulmaz güzellikler yaratıyor. Şelalenin etrafındaki hediyelik eşya dükkanları, cafe ve restaurantlar da ne kadar ilginizi çeker bilemiyorum. Ben bu güzellikleri tam olarak ifade edecek kelime bulmakta zorlanıyorum. İyisi mi siz fırsat bulduğunuzda bu şelaleyi mutlaka görün derim. Tabi bize bu güzellikleri yaşatmakta emeği geçen Füsun Tütüncü arkadaşımız da kocaman bir teşekkürü hak ediyor.

ANTALYA GÜNLERİ / TÜNEKTEPE

Bir ülke ya da bir yöreye seyahat yaptığında orası ile ilgili merak ettiğiniz her durumunu fırsat elverdiği ölçüde görmeye öğrenmeye çalışıyor insan. Benim de aşağı yukarı yaptığım şey aynı. Daha sonra bu seyahatlerle ilgili izlenimlerimi dilim döndüğümce bloguma aktarıyorum. Bütün bu parça parça gözlemlerden sonra bazen o coğrafyanın bütünü ile ilgili bir fotoğrafı merak ediyor insanoğlu. Bu merakı gidermek ve şehrin kuşbakışı panoramik görüntüsünü ziyaretçilere armağan etmek için birçok yerde uygun ortamların gerçekleştirildiğine tanık oldum. Hong Kong’taki seyirtepesi, İngiltere’nin başkenti Londradaki devasa dönme dolap bunlara örnek gösterilebilir. Hatta en son gittiğimiz Antalyanın Elmalı ilçesinde de kendi çapında böyle bir seyir tepesinin düzenlenmiş olduğunu gördüm. Antalya’da da Tünektepe aynı amaçla tasarlanmış olarak ziyaretçilerine bu hizmeti veriyor.

Tünektepe Antalya sehir merkezinin en batı ucunda yer alıyor ve tepeye en kolay ve çabuk ulaşmak için teleferikten yararlanmak en doğrusu. Burayı daha önceden görmek istemiştik. Ama her seferinde fırtına var, teleferik onarımda gibi nedelerle kapısından dönmek zorunda kalmıştık. Biz Teleferik çıkışına kadar toplu taşıma araçları ile gittik. Başta 06 ve 08 numara olmak üzere bir çok belediye aracının son durağı Sarısu mesire alanı teleferik başlangıcı oluyor. Tünektepe’nin yüksekliği 600 m. Teleferik mesafesi ise 1700 m. kadar. Çıkış için kişi başı 15₺ ödedikten sonra herbiri azami 8 kişilik olan teleferik kabinlerine biniliyor. (Gittiğimizde yoğunluk fazla olmadığı için biz giderken 6 gelirken ise 2 kişi olarak bindik)

15-20 dakika kadar süren teleferik yolculuğunda etrafı doya doya seyretme ve görüntüleme şansınız oluyor. Tepeye vardığınızda gerek çıplak gözle gerekse belli yerlere yerleştirilmiş dürbünler ile gözlerinize ilk ziyafet çekilmiş oluyor. Tabi mide ziyafeti içinde çok seçenek sunan tesisler mevcut. Teleferik dahil burası ile ilgili birçok düzenleme 2016 yılında gerçekleştirilmiş. Ancak tepenin en yüksek ve hakim noktasındaki çokgen biçimindeki beyaz yapının döner lokanta olduğu ve halen tamamlanamadığı için hizmete açılamadığı bilgisine ulaştık.

Sonuç olarak Antalya’ya yolu düşenlere ziyaret programına burasını da almayı öneririm. Tabi bu ziyaret açık güneşli bir havada olursa, bir de öğleden sonraki saatlerde olursa objektifinizin daha iyi görüntü vereceğini hatırlatırım. Ha bu arada aynı noktada Sarısu mesire yerinde ve kadınlar plajında da vakit geçirebilirsiniz. Piknik alanında meraklısı için mangal keyfi için gerekli alt yapının hazırlandığını da eklemeliyim.

ANTALYA GÜNLERİ / ELMALI GEZİSİ

Sabah yürüyüşlerini geçen yıl yeni düzenlemesi yapılan Konyaaltı sahilinde gerçekleştirmekteyiz. Evden çıkışta güzergahımızda bulunan Konyaaltı belediyesinin reklam panosunda belediyece pazar günleri yapılacak Elmalı kültür gezisi tanıtımını görünce bu fırsatı değerlendirmeyi uygun gördük. Hemen telefon ettiğimizde bir sonraki haftanın uygun olduğunu söylediler. Biz de 26 Kasım günü için kaydımızı yaptırdık.
Belirtilen tarihte 40 kişilik gezi grubu Konyaaltı belediyesinin yakınında toplandı. Saat 8.30’da seyahatin yapılacağı araçta yerimizi aldık. Belediyede bu işlerden sorumlu Merve hanımın liderliğinde yolculuğumuz başladı. Antalya’ya 120 kilometre kadar uzaklıkta olan Elmalı ilçesine ulaşmamız iki saati buldu. Orada bizi Elmalı Belediyesinin bize tahsis ettiği bir araç ile gezide bize eşlik edecek rehberi ( Mustafa beyi) bizi bekler bulduk. Günübirlik bir gezi olduğu  ve de zamanı iyi kullanmak adına ilk ziyaretimizi hemen Müzeye gerçekleştirdik.
Elmalı müzesi  1941 yılında yapılan ve daha önce hükümet konağı, vergi dairesi, öğretmenevi gibi hizmetler için kullanılmış bir binada çeşitli değişiklikler yapılarak 2011 yılından itibaren müze olarak hizmet vermeye başlamış. Müzenin oldukça geniş olan bahçesinde lahitler yazıtlar, mimari parçalar, sunaklar belli bir düzen içinde sergilenmektedir. Ayrıca geçmişi çok eski yıllara dayanan arı serenlerinden birinin de birebir örneği  bahçede ilginç bir görüntü oluşturmaktadır. Üç katlı müze binası içinde yörede yapılan kazılarda elde edilen M.Ö. birçok medeniyetlere ait Semahöyük küp mezarları, değerine paha biçilemeyen Elmalı sikkeleri, çeşitli çanak çömlekler, Roma ve bizans dönemine ait mezar stelleri sergilenmektedir.
Müze ziyaretinin ardından ikinci ziyaret yerimiz 1600 lü yıllarda yapılan ve bugün hala sağlam ve kullanılır durumda olan Ketenci Ömer Paşa Camisi oldu. Akabinde hemen yakınında olan Halveti tarikatının kurucusu, 16.yy mutasavvıf şairlerinden Vehhab-ı Ümmi’nin türbesi, 17.yy Türk İslam şairi, mutasavvıfı Sinan Ümmi’nin türbesini ziyaret ettik. Bu kişiler ile ilgili rehberimiz Mustafa bey epeyce ayrıntılı bilgi verdi. Muhammed Hamdi Yazır müzesi bu dizideki bir başka ziyaret yerimiz oldu. Elmalılı Hamdi Yazır’ın 1926 yılında Atatürkün “Kuranın çağın icaplarına göre tefsir etme” görevini verdiği kişi olduğu bilinir. Yaptığı tefsir çalışması bugün dahi en güvenilir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Müzedede bu zat ile ilgili çeşitli eşyalar yer almakta.
Elmalının görülmeye değer bir başka yeri de şehri adeta kuşbaşı ve bütünü ile seyredebileceğiniz “Seyir tepesi”dir. Burada da şehir sakinlerinin ve ziyaretçilerin beğenisini kazanacak güzel düzenleme çalışması yapıldığını belirtmeliyim. Tepenin en uygun yerinde hazırlanan platformdan şehrin bütününü en güzel şekliyle görüntülemek mümkün. Dilerseniz “Kadim Şeir Elmalı” tabelasının arkasına geçerek bu görüntüye kendinizi de dahil edebilirsiniz.
Elmalıyı ilginç kılan bir durum da başta Helvacılar çarşısı ve geleneksel evlerde gerçekleştirilen restorasyon çalışmasıdır. Geçmişin cazibesini bu güne taşıyan eski tip cumbalı evler gelecekte turizm cazibesinin habercisi sayılabilir. Görenlerde Safranbolu evlerini hatırlatan bu güzelliklerin dizi film yapımcılarının da ilgisini çektiğini duyduk.
Elmalı gezimiz saat 17.00 de nihayete erdi. Aynı saatte de dönüş yolculuğumuz başladı. Saat 19.00 sularında da artık evimizdeydik. Gün boyu bize bu mutlu saatleri yaşatan Mustafa beye, Merve hanıma ve onun şahsında Konyaaltı belediyesine teşekkür ederiz.