VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ANTALYA

Alanya’da altı gece konakladıktan sonra Antalya’ya yola çıktık. Alanya-Antalya arası 130 km olup yaklaşık 2 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşım gerçekleşiyor.Antalya öğretmenevinde iki gece konakladık.Buradaki hizmet ve yaklaşım da hoşumuza gitti.Ancak coğrafyanın kendisine sağladığı avantajı da eklersek Alanya öğretmenevinin birkaç adım daha ileride olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.Antalya’da kaldığımız sınırlı süre içinde  görülmesi gereken yerleri yine meslek ve okul arkadaşlarımız Mustafa Günaslan ve Fatma Yazgan’ın yardımı ile gezdik.

Özellikle döneceğimiz gün gezdiğimiz Düden şelalesinin çok özel bir yeri olduğunu söyleyebilirim Şelalenin çeşitli bölümlerini gezdiğinizde farklı bir duygunun ve iklimin bütün benliğinizi kapladığını hissediyorsunuz.

Antalya müzesine gitmemiz yeri bize çok iyi tarif edildiği için çok zor olmadı. Kuruluşu 1922 yıllarına kadar dayanan müzenin ziyaret ettiğimiz binada 1972 yılından beri hizmet verdiğini öğrendik. Müze içinde 14 salonda ve geniş bahçesinde sergilenen eserleri hayranlık ve beğeni ile izledik.Müze ihtiva ettiği eserler ve kurtarma kazılarındaki buluntuları ile dünyanın önemli müzeleri arasında yer aldığı bilinmektedir. 1988 yılında “Avrupa Konseyi Yılın Müzesi” ödülüne layık görülmesi de rastlantı olmasa gerek.

8-10 günlük Alanya/Antalya seyahatinin finalinin muhteşem olduğunu söyleyebilirim. Belki önceden planlamaya çalışsak böyle keyif ve mutluluk verici olmazdı. Bazen olayları kendi akışına bırakmak da galiba en iyisi diyor insan. Alanya öğretmenevinde tesadüfen rastlaştığımız meslektaşımız ve okul arkadaşımız Feridun Yazgan bize muhteşem yakınlık gösterdi. Daha sonra Antalya’ya geldiğimizde yine onun örgütlemesi ile orada görev yapmakta olan diğer okul arkadaşlarımız ve eşleri ile birlikte bize Antalya Öğretmenevinde bir akşam yemeği verdiler. Ertesi akşam da sınıf arkadaşımız -ayrıca Nuray’ın ev arkadaşı- Ayşe Sözeri  ve eşi bizi misafir etti. Dostluk,vefa,özlem,kadirşinaslık, paylaşma,dayanışma gibi  çoğunu sıralayamadığım ama insanın içini ısıtan sözcüklerle ifade edilen duyguları ve mutlu zaman dilimlerini bize yaşattılar.Hepsine gönül dolusu teşekkürler. Sağ olsunlar var olsunlar.

“Akdeniz turumuzla ilgili yazılarımıza burada son veriyorum.” demeye hiç dilim varmıyor. Tanıdıkça ve gördükçe gezilmesi gerekli daha fazla yerlerin olduğunu fark ederek bundan sonraki gezilerin gündeminde buluşmak dileğiyle…

VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ALANYA

Yaklaşık 14 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Alanya’ya ulaştık. Ben de eşim Nuray da buraya ilk kez geliyorduk. Sadece buraya değil Ak denizi de il görüşümüz olacaktı. Akdeniz ile ilgili bilgilerimiz coğrafya kitaplarından kalan “Yazlar kurak ve sıcak kışlar ılık ve yağışlı….dağlar denize paralel olduğu için kıyıları ege gibi girintili çıkıntılı değildir…” şeklinde birkaç cümleden ibaretti. İlk defa bu bölgeyi bizzat görecek, tanıyacak ve yaşayacaktık.

Otogardan daha önce yer ayırttığımız öğretmenevine ulaşmamız çok kolay oldu. Çünkü öğretmenevi ve otogar arasında sadece bir cadde vardı.Öğretmenevinde önce 3 gecelik yer ayırtmıştık.Daha sonra bunu görülen lüzum üzerine kademeli olarak 6 geceye çıkardık. Aslında kendi kurumlarımız olmasına rağmen öğretmenevleri hakkında çok olumlu duygulara sahip değildim. Birçoğunun gerek hizmet ve gerekse işletmecilik anlayışı bakımından tatminkar olmadığını dostlarımızdan da duyuyorduk. Ancak Alanya öğretmenevinde konakladığımız günler boyunca yaşadıklarımız bu izlenimleri silmeye yetti. Öğretmenevi Alanya sahilinin Kleopatra plajı olarak isimlendirilen birkaç kilometrelik kumsalın tam karşısında adeta bu kumsalı kucaklayan bir tesis görünümünde. Hizmet ve işletme anlayışı da  bu görkem ve güzellikle paralellik gösteriyor. Yani daha önce yerleşmiş olan öğretmenevi imajından farklı bir fotoğrafı yakaladık burada

Birçok otel ve konaklama yerinin bulunduğu ve öğretmenevinin de önünden geçen cadde boyunca yürürken bir otelin önünde rastladığımız çok farklı bir bitkiden bahsetmeden geçemeyeceğim. Daha doğrusu ağaç diyebileceğimiz bu bitkinin gövdesinde salyangoz büyüklüğünde ve uçları iyice sivriltilmiş taşların olduğunu görünce bir an bunların sonradan yapıştırılmış olduğunu zannediyorsunuz. Ancak iyice yaklaşıp baktığınızda bu sivriliklerin ağacın doğal yapısının bir parçası olduğunu fark edebiliyorsunuz. Afrika’dan getirildiği söylenen ve son derece güzel çiçekleri olan bu ağaca”Maymun çıkmaz” veya “Maymun tırmanmaz” adının  verildiğini öğrendik. Gerçekten de bu gövde yapısı ile maymun veya benzeri hiçbir canlının tırmanamayacağı  bir koruma kalkanını doğa ona armağan etmiş.

Alanya gerçekten görülmeye değer güzellikteki bir coğrafya parçası. Yerleşik nüfusunun 95 bin olduğu şehrin giriş levhasında belirtiliyor. Bu sayı içinde çoğunluğunu Almanların oluşturduğu 10-15 bin yabancı da var. Yabancıları sabahın erken saatlerinde denize girmelerinden, sistemli yürüyüş ve spor yapmalarından fark edebiliyorsunuz.

Alanya’nın yerleşimi somut bir biçimde şöyle tarif edilebilir. Kanatlarını iyice açarak yönünü güneye yani Akdeniz’e çevirmiş bir kartalı hayal edin. Kartalın başını ileriye doğru uzanmış 200-250 metre yükseklikte  bir burun üzerinde Alanya’nın simgesi olan kalenin bulunduğu bölüm olarak düşünün. Kartalın geniş kanatları sağ yani batı tarafındaki kısım Kleopatra plajını, diğer  tarafın da  Alaeddin Keykubat plajının oluşturduğu kilometrelerce uzanan kumsalı canlandırıyor. Kalenin doğu kısmı iskele ve diğer alışveriş merkezlerinin bulunduğu daha eski bir yerleşim özelliği taşıyor.Daha sonradan gelişen batı bölümü de şehrin bütünlüğüne uygun güzellikte yapıları ile ayrı bir güzellik katmış kente.

Alanya’da bulunduğumuz süre içinde görülmesi gereken yerler olarak bize üç yer önerildi. Bunlar Alanya’yı simgeleyen kalesi, Damlataş mağarası ve Dim çayı diye tarif ettikleri yerler idi. Biz de bunlara bir de Alanya müzesini ekledik ve böylelikle denize girme dışında gündemimiz şekillenmiş oldu.

Alanya kalesi daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi denize adeta bir kartal başı gibi uzanan bir burunu andırmaktadır. Karşıdan çok küçük gibi görünen yapıyı yakından incelediğinizde geniş bir arazi üzerine konuşlandığını fark ediyorsunuz. Şehrin her iki yanından kalenin,kaleden şehrin her iki yanının gece ve gündüz çok muhteşem olduğunu hemen belirtmeliyim. Kalenin tarihsel geçmişi Helenistik döneme dayanmakta ise de bu günkü tarihi dokusu ağırlıklı olarak 13.yüzyıl Selçuklular zamanının izlerini taşımaktadır. 1221 yılında kenti alan Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından yaptırıldığı belirtilen kale bütünlüğü içinde 80 kadar kule,140 burç,400 e yakın sarnıcın bulunduğu ve halen de  Hisariçi ve Tophane mahallesi gibi iki yerleşimin varlığı dikkate alındığında kalenin büyüklüğü hakkında bir kanaate varmak zor olmasa gerek…

Damlataş Mağarası da hemen Alanya kalesinin dibinde Cleopatra plajının bitim noktasında bulunmaktadır. 1948 yılında liman inşaatı sırasında dinamitleme çalışmaları yapılırken bulunduğu söylenmektedir. Mağaranın bütünlüğü içinde binlerce sarkıt ve dikit çok ilginç görüntüler oluşturmaktadır.Mağara boşluğunun 200-250 metrekare büyüklüğünde  olduğu tahmin edilmektedir. Senenin 5-6 ayında damlamalar olduğu için sanıyorum mağara damlataş adını almış.Ayrıca mağaranın ihtiva ettiği atmosferin kimyasal bileşimi astım hastalarına şifa verdiği de söylenenler arasında.

Dim çayı da Alanya’nın 10-15 km. uzaklıkta Dim çayının denize döküldüğü yerden başlayıp gerilere doğru yani çayın doğduğu istikamete doğru çayın etrafını kapsayan güzelliklerden oluşuyor. Ayrıca  Dim mağaralarını da burada görülmeye değer güzellikler arasında sayabilirsiniz. Dim çayı boyunca ilerlediğinizde çay üzerine yapılmış ve çayın suyunun tutulduğu baraj gölüne ulaşıyorsunuz. Barajın hemen altından başlayarak çayın denize döküldüğü istikamete doğru gittiğinizde hem eşsiz doğa güzelliklerinin farkına varıyorsunuz hem de çeşitli piknik ve eğlence tesislerinde nostaljik dakikalar geçirebiliyorsunuz. Ayrıca bu tesislerin birinde yediğimiz taze alabalık lezzeti  hala damağımızda tazeliğini koruyor.

Müze olarak Alanya’da Atatürk müzesi ile Alanya Müzesi olduğunu öğrenince önce Atatürk evi müzesine gitmenin doğru olacağına karar verdik. Fakat oraya vardığımızda müzenin tadilat nedeni ile kapalı olduğunu öğrenince binayı sadece dışarıdan görmekle yetinmek zorunda kaldık. Bunun üzerine oraya çok yakın olan Alanya müzesine yöneldik. Buradaki ziyaretimiz yaklaşık 1-2 saat kadar sürdü. 1967 yılında ziyarete açılan müzede arkeolojik ve etnografik eserlerin sergilendiğini gözlemledik. Müze binasının içinde ve bahçesinde Helenistik,Roma ve Bizans dönemine ait buluntular ile Selçuklu,Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarına ait eserlerin mevcut olduğunu öğrendik.Teknik ayrıntılarla bu bölümü uzatmak yerine Alanya’ya gidenlerin burasını da programlarına dahil etmelerinin uygun olacağını söylemekle yetineceğim.

Ege ve körfez için zeytin ne ifade ediyorsa Alanya için de narenciye ve özellikle muz onu ifade ediyor. Fakat ne yazık ki bu güzelim bitkilerin geçmişleri de kaderleri de aynı hazin senaryoyu paylaşıyor dersek ne demek istediğimin anlaşılmış olacağını düşünüyorum.

İZMİR’E DOĞRU

Yaklaşık kırk yıl önce geldiğim (Galiba 1968 yılında gelmiştim) İzmir şehrine bir dost ziyareti  sebebi ile eşimle birlikte tekrar gelme fırsatı bulduk. Şimdiki İzmir’in yıllar öncesinin anılarında hayal meyal kalmış olan görüntüleri ile hiçbir benzerliğinin  olmadığını hemen belirtmeliyim. Özellikle Karşıyaka ve konak meydanı arasındaki deniz ve sahil kucaklaşmasının günün her saati için ayrı bir büyüleyicilik içerdiğini ifade edebilirim. Zamanımızın sınırlı olması sebebi ile elbette İzmir’in tamamını gezemedik. Ama gezip gördüğümüz yerler dahi bu kentte  insan yüreğinin bir başka biçimde atabileceğinin müjdesini veriyordu.

Kemalpaşa İlçesinde güzel kiraz bahçelerini, kıvrımlı dağ ve orman yollarında insana dinginlik veren doğal güzellikler gerçekten çok hoşumuza gitti. Daha da önemlisi bu güzel ilçede  Mustafa Kemal Atatürk’ün 9 Eylül öncesi İzmir’i yakıp yıkarak düşmanın denize adeta süpürülüşünü izlediği ve yanında bunan İsmet paşaya “Paşam Anadolu seferi yüz akı ile sona ermiştir. Bundan sonra başka işlerimize bakarız” buyruğunu verdiği tepeyi ve bir gece konuk olarak kaldıkları evi görme fırsatı bulduk. Olayın anısına Gazi’nin bir akşamüzeri elini siper ederek kaçan düşmanı ve yanan İzmir’i izleyen görüntüsünü temsil etmek için dikilmiş olan heykeli görünce bu büyük insanla tekrar gurur duyduk ve ona  olan sevgi ve  hayranlığımız bir kat daha arttı.

Burada emekli olan bazı insanların kendileri için oluşturdukları bir dünya var. Şehrin biraz dışında ama yine de ulaşılabilecek bir noktada edindikleri birkaç dönümlük bir coğrafyada hayallerine uygun bir konut ile  bahçelerinde de çeşitli bitkilerle oluşturdukları bu dünya gerçekten insanları çok mutlu ediyor. Bizi İzmir’de bulunduğumuz süre içinde 3 gece konuk eden dostlarımız  Mahmure  ve Bekir Dilek Çiftinin de Foça İlçesinin Kozbeyi köyünde benzer bir dünya yarattıklarını söyleyebiliriz. İzmir’deki son gecemizi de burada geçirdik. Gerçekten üç dönümlük bir arsa içinde çok emek ve harcanarak gerçekleştirilmiş olan, ayrıca geleneksel Foça mimarisinin özelliklerini taşıyan konutlarına hayran kalmamak mümkün değil. Bahçelerinde ise zeytinden incire, nardan üzüme bölgeye ve mevsime her meyveyi bulabilirsiniz. Tamamen organik koşullarda ürettikleri sebzelerden yemek bize de kısmet oldu.

Foça şirin bir sahil kasabası. Foça ve Yeni Foça olarak adlandırılan sahil bandında çeşitli tatil ve dinlenme tesisleri mevcut. Ayrıca Foça’dan düzenlenen tekne turları da tatil geçirmek üzere buraya gelenlere farklı heyecanlar yaratıyor.

Dönüş yolculuğumuz küçük bir güzergah değişikliği yaptık.Çanakkale istikametine ilerlerken ev sahiplerimiz direksiyonlarını Bergama’ya kırdı. Böylelikle bugüzel Anadolu kasabasını da görme fırsatı yakaladık. Öğle yemeğimizin menüsü  Bergama köftesi ,kerpiç gibi yoğurt ile tahinli,cevizli kemalpaşa tatlısı idi. Tarihi Akrapol ve Zeus tapınağına vakit darlığı ve daha önce aynı yerleri görmüş olmamız nedeni ile gitmedik.Ama daha önce gidemeyenlere muhakkak gitmelerini öneririz.Bergamadan arabamız kozak yaylasına doğru yol almaya başlayınca Bergama tarafına direksiyon kırmakla ne kadar isabetli bir iş yaptığımızı kendi kendimize itiraf ettik. Özellikle Çam fıstığı ormanları ile kaplı bir coğrafyanın insanın duygu dünyasını nasıl zenginleştirdiğini bizzat yaşamış olduk. Bu yöre halkının yetiştirdiği badem,üzüm,incir,çam fıstığı lezzetlerini de doyasıya tattık.

Bu gezi sırasında her şey güzeldi,sadece bir istisnası ile.Kadife kaleye hiç gitmemiştim. Adını sıkça duyduğum yer için zihnimde çok daha keyif verici bir fotoğraf vardı. Ama ne yazık ki “Bu ne yaaaa, bu kadarı da olmaz” dedirtecek hayal kırıklığını burada yaşadık. “Kadife gibi” sözcüğü bizde hep iyi ve sevimli şeyler için kullanılır. Burada ilk kez bu tanımla ters düşen görüntülerle karşılaştık. Kalenin hemen etrafındaki yapılaşmayı mı söylesem,giriş kapısındaki istismar eden ve edilen çocukları mı söylesem,kale içindeki tandır mı fırın mı olduklarını anlayamadığım ve nasıl yapılabildiğine anlam veremediğim çirkinlik abidesi garip taş toprak yığınlarını mı desem hiç bilemiyorum. Açıkçası gezimizin bu bölümünü belleklerimizden silmek en iyisi herhalde….

Bundan sonraki gezilerimizde daha güzel ve sevimli tablolarla buluşmayı ümit ediyorum.Önümüzdeki günlerde hiç gitmediğimiz Antalya va Alanya taraflarına yol almak istiyoruz. O coğrafya ile ilgili duygu ve tespitlerimizi de yine dilimiz döndüğünce satırlarımıza aktarmayı deneyeceğiz.