BEN MÜFETTİŞKEN / KAÇAR KAÇAR SAYAYIM ?

Uzun yıllar Anadolu’nun en ücra köylerinde görevimizi yürütmekteyken birçok ilginç anılarımız olmuştur. Bunları arkadaş veya dost meclislerinde dillendirirken “Hocam bunları yazsanız” biçimindeki önerileri de doğrusunu söylemek gerekirse pek ciddiye almamıştım. Ama emekli olunca, bir de büyük oğlumun zorlaması ile blogumuz da oluşunca artık şifahi anlayıştan uzaklaşmamız gerektiğine karar verdim.

Anadolu’da teftişe gittiğimiz köylerin çoğu tek öğretmenli idi. Yani oraya gönderilen genç öğretmenimiz o okulun hem müdürü hem de aynı derslikte öğretim gören beş sınıfa ait öğrencilerinin de öğretmeni idi. Bu durum hem onun işini hem de bizim işimizi de zorlaştırıyordu. İdari işleri müdür odasında bir şekilde hallediyorduk. Ama belirli bir zaman içinde öğrencilerin durumunu değerlendirmek için herkes kendine özgü pratik yöntemler geliştiriyordu.

elbistan1

Benim yöntemim derslikteki tüm öğrencileri bütün kabul edip soruları hepsine yöneltmek, ancak cevabı sorulan sorunun durumuna göre ilgili sınıf öğrencilerinden almak şeklindeydi. Yine bu yöntem doğrultusunda gittiğimiz köy okulunda çalışmamı yürütmeye başladım. Öğretmenden öğrencilerin sınıflara göre konuşlanma durumu hakkında bilgi aldıktan sonra önce birinci devre öğrencilerine yönelik çalışmaları sürdürdüm. Çeşitli ders ve konular üzerinde yaptığım değerlendirmeden sonra en son olarak matematik dersi ile ilgili çalışmalara sıra gelmişti. Matematik dersinin kendi içindeki alanları değerlendirildikten sonra biraz da ritmik saymalar üzerinde durma gereğini duydum. Sınıf seviyelerine göre “kimler ikişer sayabilir?kimler üçer sayabilir” sorularını yönelterek parmak kaldıran öğrencilere saydırma işlemini sürdürdüm.Tabi diğer yandaki  ikinci devre öğrencileri(4-5.sınıf) ister istemez bu durumu izlemek zorunda kalıyordu.

Birinci devre öğrencileri ile yeterince çalışma yaptıktan sonra ikinci devre öğrencilere yöneldim. Havanın güneşli olması ile de bağlantı kurarak.”Hava niçin bu kadar aydınlık ve sıcak ? Gece neden karanlık ve kışın niçin soğuk?” gibi sorularla giriş yaparak konuyu Fen Bilgisi dersine ve Güneş sistemine yönlendirdim. Daha sonra Güneş sistemi içinde yer alan Dünyadan başka gezegenler olabilir mi ye taşıdım. Öğrenciler gerçekten pür dikkat dinliyor ve sorulara uygun cevapları veriyordu. “Peki bu gezegenleri hatırlayan var mı veya bunları kim sayabilir” şekline çevirdim. Bütün öğrenciler hem parmağını kaldırıyor biryandan da “Ben ben” diye sesleniyordu. Parmak kaldıranlar içinde uygun gördüğüm bir kız öğrenciye: “Sen say bakalım kızım” dedim. Öğrenci biraz önce matematik dersi ile ilgili diğer devre öğrencilerini izlemekten kalan izlenimle: “Kaçar kaçar sayayım öğretmenim” deyince bende hem şaşırdım hem de işi biraz espriye vererek:”Önce birer say bakalım da sonra ikişer sayarsın” deyince hem öğrenci hem öğretmen hem diğer öğrenciler için son derece eğlenceli bir ortam oluşmuştu.

BEN MÜFETTİŞKEN / GÖRÜNTÜ VE İÇERİK

Eskilerin şekil ve muhteva bu günün diliyle öz ve biçim arasındaki ilişki hep tartışılmıştır. Ben de daha çok “şekil özü yansıtır” diyenler arasında saymışımdır kendimi hep. Günlük yaşamda da bir çok insan birçok konudaki kanaatini görünüşe göre verir ve daha sonra da bunu doğrulayıcı argümanları bulmaya çalışır. Uzun yıllar yaptığım müfettişlik yıllarında da bunu gözlemleme imkanım oldu. Denetim için gittiğimiz herhangi bir okula gittiğimizde okul bahçesinden içeri girer girmez önce fiziki mekanı, daha sonra muhatabınızı tabir yerindeyse bir alıcı gözü ile süzdükten ve gözlemledikten sonra verdiğiniz puanla daha derinliğine yaptığınız değerlendirmenin sonuçları arasında bir paralellik olduğunu görebiliyorduk. Bu iki unsursun arasındaki durumun uygunluğuna  uygunsuzluğuna dair meslek yaşamımda birçok deneyimim olmuştur.

İlköğretim Müfettişi olarak beş yıl görev yaptığım Kahramanmaraş İlinde bunun üç yılı Elbistan bölgesin de geçti. Gidenler veya yaşayanlar bilir Elbistan İlçesi il merkezine yaklaşık 170 kilometre uzaklıkla en uzak ilçelerinden biridir. Hafta başında bölgeye gitmek için yola çıktığınızda Tekir yaylasında verilen yarım saatlik yemek molası ile beraber nerdeyse 4 saatlik bir süreyi bulan bir yolculuk sonunda ilçeye ulaşabiliyorduk. İlçe merkezindeki işler, köy arabalarının-o da şayet varsa- kalkış saatleri derken eğer 30-40 km.lik bir köy yolculuğu da yaptığımızda gideceğiniz yerde okulun çoktan kapanmış ve havanın da kararmak üzere olduğunu fark ediyorduk. Bu durumda zoraki olarak duruma göre ya muhtarın ya da öğretmenin davetsiz  konuğu olarak yolculuk son bulmuş oluyordu.

Yine böyle bir akşamüstü Müfettiş arkadaşımız-ve aynı zamanda da komşumuz-,Halil Karakoç ile Elbistan’ın uzak bir köyünün mezrasına ulaştık. Köylüler öğretmene haber verdi.Öğretmen bizi okulun hemen yanındaki evine davet etti.Gaz lambasının aydınlığında mı yoksa karanlığında mı desem bilmiyorum misafirliğimiz başlamış oldu. Biraz sonra köyün muhtarı da geldi. Teftişi mecburen yarına bırakarak sohbet ve muhabbet faslı gecenin geç saatlerine kadar devam etti. Özellikle öğretmenin mesleki yaklaşımı ve görev anlayışı ile ilgili beyanları neredeyse bizi büyülüyordu.”Hocam devlet bizi buralara kadar niye gönderdi? Biz bu ülkenin bu ücra köşesindeki çocuklara en iyi eğitimi vermezsek bizim öğretmenliğimizin veya varlığımızın ne anlamı olur?” şeklindeki öğretmenin ifadelerinin ardından muhtar söze giriyor,”Hocamın yüzüne diye söylemiyorum.Bu seneye kadar mezramız ……..hoca gibi hoca görmedi” diye başlayıp methiyeleri sürdürüyordu. Daha sonra tekrar öğretmen söz alarak ideallerini ve çalışma aşkını anlatmaya devam ediyor, sonra muhtar yine kaldığı yerden devam ediyor ve arada bir de diğer mezradaki öğretmeni kastederek ”…mezrasında hiç memnun değilim. Orada bir öğretmen var Allah sizi inandırsın hocam var mı yok mu.işine geliyor mu.gelmiyor mu hiç belli değil” diyerek oradaki öğretmen hakkındaki değerlendirmelerini negatif cümlelerle de olsa bize duyuruyordu. Başka alanlarda da uyku saatine kadar sohbetimiz devam etti ve daha sonra bize yapılan yer yatağında geceyi geçirdik.

Sabah kahvaltı sonrası artık okulda öğretmenin değerlendirmesine başlayacaktık. Müfettiş arkadaşıma hem benden daha kıdemli olduğu için hem de akşamdan öğretmen kendini çok iyi  pazarladığı için ben denetleyeyim dedim. O da olur dedi. Eskiden şimdiki olduğu gibi değerlendirmede puanlama usulü yoktu.Rapor bir sayfalık bir form içine ara teftiş raporu olarak adeta bir kompozisyon ödevi gibi düz yazı halinde yazılırdı.Böyle olduğu içinde iyi ve olumlu şeyleri yazmak insana hem zevk veriyor hem de güzel ve olumlu cümle üretmek kolay oluyordu. Olumsuz durumlarda negatif cümle kurmanın zorluğu yanında öyle bir denge tutturulmalıydı ki hem mevcut durum tam ifade edilsin hem de öğretmenin motivasyonunu da kırılmadan bu ifade edilsin Bu dengeyi sağlamak da her zaman kolay olmuyordu tabi.

elbistan2

Neyse ben istekle ve iştahla sabahın ilk saatinde öğretmenle birlikte sınıfa girdim. Zaten okul tek öğretmenli idi. Öğrenciler yerlerine oturdu . Ben öğretmen masasındaki ders ve plan defterine baktım birçok bölümün eksik olduğunu ilk bakışta fark ettim ama bozuntuya da vermedim. Bu kadar kusur olabilirdi. Yavaş yavaş öğrencilerin durumunu değerlendirmeye başlayınca keyfim iyice kaçmaya başladı. Tabir yerindeyse nereden tutsam elimde kalıyordu. Birkaç yıldır orada olmasına rağmen en temel beceri olan okuma yazma öğretiminde dahi istenen düzey sağlanamamıştı. Ne yapıldığını veya ne yapmak istendiğini anlamak mümkün değildi Akşam ki beklenti  den sonra tam bir hayal kırıklığı idi yaşadığım. Ben dışarı çıkıp Müfettiş arkadaşımız Halil Karakoç’a “Bir de sen görebilir misin ?”dedim. O da hemen kabul etti ve sınıfa girdi. O zamanki mevzuatta iki müfettişin girmesinin iki anlamı vardı. Ya öğretmen çok başarılı olduğu için taltif edilecek ya da çok başarısız olduğu durumlarda iki müfettiş tarafından denetlenmesi gerekiyordu. Halil beyin de akşamki sunuştan kalan kanaatle de çok başarılı bulunup ödüllendirileceği için bu daveti istek ve heyecanla kabul etmişti. Fakat o da bir süre içerde kaldıktan sonra yüzünden düşen bin parça misali dışarı çıktı. “Akşam anlatılana bak bu duruma bak anlaşılır gibi değil” dedi. Daha sonra yazacağımız rapora esas olmak üzere beklentilerimize uymayan sonuçları not ederek ve gerekli tavsiyeleri de yaparak canımız da sıkkın bir şekilde diğer mezradaki okula gitmek üzere oradan ayrıldık.

Sıkıntımız hem uğradığımız hayal kırıklığından hem de hem de yarım saat sonra ulaşacağımız mezradaki karşılaşacağımızı düşündüğümüz ortamdan kaynaklanıyordu. Akşamdan bu derece olumlu çizilen resim sonucu buysa, olumsuzluklarla anlatılan durumun sonunda da kim bilir nasıl bir manzara ile karşılaşacaktık. Biraz  yürüdükten sonra  mezranın evleri ve okulu görünmüştü. Okul dediğiniz  diğer toprak damların aynısı idi hatta bir tarafı yıkılmaya yüz tuttuğu için kalın odunlarla desteklenmişti. Etrafında oynamakta olan çocuklar ile bayrak direği olmasa okul olduğunu fark etmek de mümkün olmayacaktı.

Okul olarak kullanılan toprak yığınına yaklaştığımızda dışarıda oynamakta olan çocuklar bize hoş geldin dedi. İçimizden  Saat 10.00 u geçmiş çocuklar hala dışarıda. Öğretmen de  kim bilir nerede” diye geçti. Şayet akşamdan muhtarın dediği gibi ise ya öğretmeni bulamayacaktık ya da yatakta yakalayacaktık. Bahçedeki öğrencilere öğretmenlerinin nerede olduğunu sorduk. İçerde olduğunu söylediler. Toprak yapının kapısından içeri girdiğimizde önümüze iki kapı çıktı. Açık olan kapıdan tarafa baktığımızda sıralar ve duvarlarda eğitim gereçleri olduğunu görünce buranın derslik olarak kullanıldığını anlamak zor olmadı. Öğretmenin ev olarak kullandığı oda herhalde diğer açık olmayan kapının arkasındaydı. Kapıyı vurup içeri girdiğimizde öğretmenin kahvaltısını tamamlamakta olduğunu gördük. “Günaydın öğretmenim afiyet olsun” dedik. Oda gayet sakin teşekkür etti ve bize “hoş geldiniz” dedi. Bizim ne düşündüğümüzü belki hissetmiş olacak ki  “Çocuklar beslenme teneffüsünde ben de bu arada bir çay içeyim dedim.” diye bir açıklama yapma gereğini duydu. Saatin yaklaşık kaç olduğunu zaten biliyorduk. Kafamızdan zaman çizelgesi ile karşılaştırma yaptığımızda durum aşağı yukarı örtüşüyordu. Öğretmen çabucak kahvaltısını toparladı. Bir ara da öğrencinin birine de seslenerek zili çalmasını söyledi. Derse girmeden öğretmene genel durum ile eğitim -öğretimle ilgili bazı sorular sorduk. Sorularımıza neredeyse cümle ile değil, sadece sözcüklerle cevap veriyor, gereksiz ve sorulmayana dair bir tek kelime fazladan kullanmamak için çaba sarf ediyordu sanki. Halil Bey de durumu pek iç açıcı bulmamış olacak ki “Necmiciğim sen gençsin ben şurada idari evraklara bakarken sen arkadaşın öğrencilerini de bir görüver” dedi.

Öğretmenle birlikte sınıfa girdik. Öğrencilerin hepsinin orada olmaktan zevk duyduklarını ifade eden pırıltı vardı gözlerinde. Her biri sınıf denilen toplumun kurallarını çok iyi öğrenmiş görünüyordu. Aralarında gezinirken defterlerine ve diğer araçlarına göz gezdirdim. Son derece tertipli ve düzenliydiler. Öğretmenin plan defterine de baktığım da o da son derece  ne yaptığını ve yapacağını bilen bir yaklaşımla hazırlanmıştı. Öğrencilerin bu becerilerini bu dağ başında nasıl kazandırılabildiğine çok şaşırmıştım. Öğrencilerle karşılıklı diyaloga geçtiğimde kendilerinden aldığım cevaplar beklediğimin çok üstündeydi. Sadece okuma yazma öğrenme veya bilgi sahibi olma bakımından değil aynı zaman da kendilerine güven duyma ve akıl yürütme gibi durumları da şaşırtıcıydı. Ben yeterince ikna olduktan sonra Halil beyi tekrar davet ettim. O da tekrar  olarak biraz da isteksizce girdi. Durumun bir önceki köydekinin aynısı olduğundan nerede ise iyice emindi. Ben de okul denen toprak yığının etrafında dolaştım biraz. Halik Beyin bu defa sınıftan çıkarken yüzü gerçekten gülüyordu ”Bravo çocuğa ağzından sözü vesika ile alıyoruz ama mükemmel çalışmış” dedi. Şu garipliğe bakın ki mükemmel olarak gösterilen veya gösterilmeye çalışılanın durumu ile olumsuz olarak tarif edileninin durumları tam tersiydi. Bu durumla ilgili tespitleri de yapıp öğretmenin ödüllendirilmesini de sağlayacak şekilde mezradan ayrıldık

HU AİLESİ İSTANBULDA

Mr.Hu ve ailesini Şangay’da yaşayan büyük oğlum Dinçerin söylediklerinden, yazdıklarından ve gönderdiği resimlerden tanıyorduk sadece. Daha sonra 29 Ocak-5 Şubat tarihlerinde İstanbul’a geleceklerini yine oğlumdan öğrendik. O hafta Hollanda’da çalışan oğlumuzun da gelmesini fırsat bilerek ayrıca yine Dinçer’in iletişim katkılarından yararlanarak Mr Hu ailesi ile bir akşam yemeğinde buluşmayı kararlaştırdık. Gençer, Hu ailesinin Türkiye’ye geldiği gün onlara İstanbul’un çeşitli yerleri ile mezun olduğu Boğaziçi Üniversitesi’ni gezdirdi. Akşam yemeğini değerli dostlarımız Salih Bey ve Filiz Hanım’ın katılımı ve yardımları ile İstanbul Üniversitesi’nin İstinye’deki tesislerinde yedik.

Yemek mekanına ayrı yerlerden geleceğimiz için saat konusunda uzlaşsak da pratikte bu mümkün olmadı. Biz 19.30 da tesislere geldiğimizde onlar yaklaşık yarım saatten beri bizi bekliyor durumdaydı. Her ne kadar Dinçer daha önce  kendilerinden bahsederek giyabi olarak tanışmamızı sağlamış olsa da benim içimde her belirsizlik durumunda yaşadığım merak ve kaygı arası bir duygu vardı. Acaba nasıl birileri idi, anlaşabilecek miydik, ortam onları ne kadar mutlu edecekti? gibi sorular zihnimde sıralanıyordu.

Karşıdan Gençer’i ve yanında oturan misafirlerimizi görünce bize ayrılan masayı yöneldik. Dil bilen arkadaşlarımız kendilerini tanıttı. Biz de Gençer yardımı ile tanıştırıldık. Hani bazı şeyleri anlatırken somut olarak açıklanmasa da bugünün tabiri ile “Çok iyi elektrik aldım” ama biz eskilerin lügatında “Kanım ısınıverdi.” ile özetlenen iç yaşayışların gerçekleşiverdiğini hissettik. Bir an sanki yeni tanışan değil de yıllardır birlikte yaşadığımız yanımızda ve yakınımızda olan insanlardı sanki hepsi.

10 yaşlarında biri kız diğeri erkek Yoland ve Kaiser adlarında ikiz çocukları vardı Hu ailesinin. Son derece doğal ve bir o kadar da iyi eğitim almış olduklarını bir bakışta anlamak mümkündü çocuklarının. Yemekte yaklaşık üç saat süren  beraberliğimiz sırasında masadaki 5-6 yetişkinin belki de kendilerini ilgilendirmeyen sohbetine bazen iştirak ettiler bazen de tahammül gösterdiler. Bayan Hu da son derece samimi ve mütevazi tavırları ile beraberliğimize ayrı bir renk katıyordu.

Yaşından çok genç ama daha olgun bir görüntüye sahip olan M. Hu ise başlı başına bir okuldu. Yaşam biçimi ve ilkeleri ile kendi tarzını oluşturuyordu. Hayata, dünyaya, insanlara bakış açısındaki gerçekçilik ve derinlikten çok etkilendiğimizi söyleyebilirim. Birçok konuda, birçok insanlarda rastlayabildiğimiz önyargıları aşarak tarihsel, sosyal ve ekonomik olaylara son derece rasyonel pencereden bakabiliyor, kendini belli kalıplarla sınırlamadan, ayrıca kendi özgün değerlendirmesini  samimi olarak dile getirebiliyordu. Gençer vasıtası ile aklımıza gelen her şeyi sorduk. (Tabi bir yabancı dil bilmemenin eksikliğini ve ezikliğini yaşadığımı iç sesimle itiraf ettiğimi de hemen belirtmeliyim.) Kısacası Mr.Hu’yu beraberliklere anlam ve kalite katan insanlar grubuna dahil ettiğimizi söyleyebiliriz.

Akşam eve döndükten sonra “Onlara hiç soru sorma fırsatı vermedik, bütün soruları biz sorduk acaba bunaltmış olmayalım misafirleri” diyerek hem kaygılandık hem de özeleştiri yaptık. Bir dahaki sefer Şanghay’da buluşmak üzere vedalaştık. İnsanların başka iklimler ve başka coğrafyalarda yaşıyor olması veya başka dilleri konuşuyor olması dostlukların kurulmasına engel olmayacağını da öğretmiş oldu o gece bizlere.

HU FAMILY IN ISTANBUL [coming soon]

BİZİM TATİLLERİMİZ / Son Durak Altınoluk

Kısa süreliğine tatil geçirmek üzere gittiğimiz hemen tüm yöreleri sevmiş ve yaşanabilir bulmuşumdur. Altınoluk’a bir yıl on günlüğüne pansiyonda tatil geçirmemiz ardından aynı düşüncelere burada da  kapıldım. Burada minicik bir evim yine minicik balkonu olsa hem tatillerimi hem emekliliğimi geçirim diye hep aklımdan geçmiştir.Emekliliğime bir yıl kala da bununla ilgili arayışlara girdik.Bir şubat ayında 3-5 gün izin alarak Altınoluk öğretmenevinde bu işe odaklanmak üzere konuşlandık.Önce emlakçılara uğradık.Girmek kolay da kopmak ve kurtulmak çok zor ellerinden.Neredeyse sizi gün boyu esir ediyorlar.

Gösterilen evlerden eski olanları bizim hoşumuza gitmiyor,yeni olanlara da güç yetmiyor. Döneceğimizden bir gün önce yine tanıdık ama esir etme gibi bir niyet ve yeteneği olmayan emlakçı vasıtası ile Kamil Okumuş adlı müteahhit’e ait bir ev gördük 70-80 bin gibi bir fiyat söyledi.Biz düşünelim yarın size bilgi veririz diyerek ayrıldık. Bizim fiat aralığımız 50-55 binlira cıvarıdaydı.O gece düşündük mümkün olmayacağına karar verdik.Ertesi sabah İstanbula dönecektik. Emlakçıya bilgi vermek gerekir mi diye kararsız kaldık.zaten gelmeyince vazgeçtiğimiz anlaşılacaktı.Ama yine de sözümüzde durmak adına kapıdan bir görelim dedik.Gittiğimizde emlakçıda müteahhit de bizi bekliyordu.Biz bütçemizi aştığı için işin olmayacağını söyleyerek tam ayrılıyorduk ki müteahhit ben bir inşaata daha başlıyorum isterseniz oradan vereyim size dedi.Biz de bir bakalım dedik. Bizi Altınoluktan küçükkuyuya doğru 3-4 kilometre ilerde henüz temel için çukurunu açtığı arsaya götürdü.Ortada sadece bir çukur vardı. Projeden daireleri gösterdi.Yan tarafta başkası tarafından yapılmış benzer daireleri gezdik.Nedense aklımız yattı. 55 bin liraya pazarlığı bitirdik.Emlakçının orada bir senet yaptık, bankadan çektiğim yaklaşık onbinlirayı ona verdik kalanın büyük bir kısmını Mayısta tapuyu alınca az bir kısmını da inşaat bitince ödenecek şekilde yazıya döktük ve Altınoluktan ayrıldık.

altınoluk1

İstanbula dönünce bizi bir düşüncedir aldı.Elimizde bir kağıt parçasından başka bir şey yoktu.Ya adam vazgeçerse,kaybolursa mahkemelerle uğraş dur işin yoksa.Ta mayıs ayında çocuklarım Dinçer ve Gençerin de katkıları ile diğer büyük  ödemeyi yapıp tapuyu alıncaya kadar bu tedirginliğimiz devam etti. Mayısta tapuyu alınca biraz rahatladık.İnşaatın kabası bitmişti ve elimizde daha geçerli bir belge vardı.Geri kalan kısmını taahhüdünden 2-3 ay önce bitirdi ve Mart 2007 den itibaren 47 metrekarelik dairemize kavuşmuş olduk

Anahtarı aldıktan sonra elimize bir şerit metre alıp hangi büyüklükte hangi eşya gerekli ise onları temin etmeye başladık. Her bir eşyayı veya aygıtı yerine koydukça evimiz güzelleşiyor biz de sonsuz keyif duyuyorduk.Büyüklüğü 47 metrekare olmasına rağmae 140 metrekarenin rahatlığı ve ferahlığını yaşadığımızı söyleyebiliriz evimiz için…

BİZİM TATİLLERİMİZ / Her Şey Dahil – Didim Okaliptüs Otel

Öteden beri çok duyduğumuz ama hiç yaşama fırsatı bulamadığımız “Her şey dahil” uygulamasını da merakımızı gidermek için denemek istedik.Daha önce orada kalıp memnuniyetini ifade eden Gülay öğretmenin de tavsiyesi fiyatının da çok uygun olduğu düşüncesi ile Didim’de Okaliptüs otelde rezervasyonumuzu yaptırdık. Didim tur’un otobüsleri ile belirtilen yere geldik.Uygulama gereği kolumuza oranın müşterisi olduğumuzu gösteren yeşil plastik tasmalar bilekliklerimize takıldı. Üniversiteden hatta beklide liseden itibaren çocuklarımız bizden ayrı program yaptıklar için biz buırada Nurayla ikimiz kaldık. İlk kez geldiğimiz Didimi tanıdığımız gibi her şey dahil kavramının insanları ne hale getirdiğini görme fırsatı bulduk.Habire yeme habire içme gayretindeki isanları  ve doldurulmuş ama birtirilememiş yemek tabakları görünce eğitim şart demeden edemiyor insan.

Her şey dahili de denediğimize göre artık daha yerleşik düzen arayışına girmemiz gerektiğini düşünmeye başladık.

BİZİM TATİLLERİMİZ / Dinlenme Tesisleri ve Pansiyonlar

Bir yazımızıda Gökçeada’da bulunan Milli Eğitim Kampında geçirdik. Tesislerin ilk açıldığı yıl olduğu için birtakım eksikleri de olsa  geçmişte yaşadığımız sıkıntıları hatırlayınca burasını çok iyi bulduğumuzu söyleyebiliriz.Limanın 25-30 kilometre kadar tam tersi istikametinde olan tesislerdeki ilk gecemizde kendimizi biraz mahsur kalmış hissederek biraz ürperdik ama sonra alıştık.

Keşandaki, Danişment İl Özel idaresine ait tesislerde de birkaç dönem tatil yapma imkanımız oldu. Saroz körfezinin temiz ve serin sularını belkide ilk kez orada tanıma fırsatı bulmuştuk.

Milli Eğitim Bakanlığının Datça Kampında Akdeniz ve Ege denizin kesiştiği noktanın doğal güzelliği ile tarihsel buluşması bizi gerçekten büyüledi. Kamp gerçekten  güzeldi. Tamamen bu amaçla dizayn edildiği için  orada  günlerimiz gayet güzel geçti. Denize uzaklığı bir kilometre kadar olduğunu görunce önceleri biraz haya lkırıklığı yaşadık ama daha sonra  yörenin çeşitli koylarına, büklerine yaptığımız motor gezilerinden sonra burasının görmeden gitmenin kayıp olacağı duygusunu  yaşadık.

Bodrumu da çok duymuş ama hiç gitmemiştik. Eşimim çalıştığı Ar_El Lisesinde görevli Ali bey’in organizatörlüğünde Bodrumun Gündoğan köyünde on günlük bir tatil yapma şansını da yakaladık. Gündoğan’da cennet motelde yapılan rezervasyon yeterli olmayınca bizim için hemen yakındaki Villa Lale pansiyon uygun görüldü. Orası çok daha sevimli ve egzotik bir yerdi. Kaldığımız süre için çok rahat ettik.



Yine eşimin Özel Arel Lisesinde çalıştığı yıllarda  Emlakbank’ın Çeşmedeki dinlenme tesislerinde kaldığımız  günlerde son derece unutulmazdı.Ortamı unutulmaz yapan şey sadece mekan değil birlikte olmaktan keyif aldığımız değerli dostlarımızdı kuşkusuz.

Her yıl başka coğrafyaları ve mekanları tanıma amacına dayalı tatil anlayışımızın daha sonra nasıl bir şekil alacağını doğrusu biz de çok  çok merak ediyorduk.

BİZİM TATİLLERİMİZ / Okul Kampları

Evlendikten sonra eşimle ve daha sonra da çocuklarımızla yıllık izinlerimizin bir kısmını ailelerimizin yanında geçirirken on günlük kadar diğer kısmını da en yakın sahillerden başlamak üzere  deniz kıyısına ayırmaya başlamıştık.Bana bu alışkanlığı ve cesaretide sevgili Nurayın verdiğini itiraf etmek isterim. O yıllarda sahil kenarındaki İlkokullar yaz tatilinde öğretmenlere onar günlük süreler halinde tahsis edilebiliyordu. Bize ayrılan zaman diliminde gerektiğinde yatağımızı, çarşafımızı, tavamızı, tenceremizi,piknik tüpümüzü alıp okulda bize gösterilen dersliğe yerleşiyorduk. Bir köşede sıraların üstüne serilmiş yatağımız,diğer köşede de yine sıraların üzerine özenle yerleştirilmiş mutfak levazımatı yani tarih şeritleri ve mevsim şeritleri ile süslenmiş bir alaturka amerikan mutfak görüntüsü

Okul ve derslik yerleşimi esasına dayanan  okul kampı tatillerine sanıyorum Tekirdağda Kumbağ ve Barbaros köyü İlkokullarında başladık. Tekirdağa 8-10 kilometre uzaklıkta bulunan bu köylerde birkaç dönem tatil yapma fırsatı bulduk. Daha sonra çocuklarım bu uygulamalar için peşmergeler gibi tatil yapıyorduk diye yakınsalarda o günlerde gayet mutlu olduklarından eminim

 

İstanbulda görev yaparken de Silivri Selimpaşa Ortaokulu ile Burgaz ada İlkokulunda birkaç kez konakladık.Selimpaşadaki okulun bahçesi oyun alanları çocuklar için çok uygundu. Burgazada da denize hem okulun yakınından hem de biraz uzak da olsa kalpazankaya denen yerden giriliyordu. Adanın trafikten arındırılmış yapısı ayrı bir güzellik katıyordu güzel coğrafyasına

Balıkesir’in Erdek İlçesindeki okullarda da sanıyorum iki dönen kaldık. Burada yatak temin edilmesi ve yemek verilmesi gibi uygulamalar olduğu için çok daha lüks görünmüştü gözümüze. Küçük oğlum Gençer’in “Denemi zap zap”la başlayıp “denemi zap zap”la biten  bestesi o günlerden hafızamıza kazınmış olup hala ritmini ve sıcaklığını korumaktadır. Çok iyi hatırlıyorum Merkez İlköğretim okulunda kaldığımız dersliğn zemini ahşaptı. Bir gün derslikteyken bir farenin hızla zeminden kayarak tam ortadaki budak deliğinden kaybolduğunu gördük. Biraz sonda baktım ki bizim çocuklar benim permatik bıçağınının altına bir dilim de peynir koyarak farenin kaçtığı deliğin başına koymuşlar. Güya fare peyniri yemek isterken tıraş bıçağı onu kesecek mantığına dayanan bir tuzak. Niyet olarak doğru ama işe yaramadı tabi.

Okul kampları artık demode gelmeye başladı. İnsan bir süre sonra daha iyinin ve daha güzelin arayışı içine giriyor. Artık kendi evimizde oturnaya başladık taksitlerimiz ve ödemelerimiz de azaldığı için daha kaliteli seçeneklere yönelme hakkını kendimizde görmeye ve ayrıca birazda ülkenin gitmediğimiz görmediğimiz yerlerine gitme seçeneklerini değerlendirmemiz gerektiğini düşünmeye başladık.

BENİM TATİLLERİM

Şöyle bir geriye dönüp baktığımda bana en anlamsız,en karmaşık ve en  içi boş gelen kavramlardan birisi tatil kavramıdır. Özellikle öğrencilik yıllarımızda yaz başlangıcında okulları kapanması ile sonbaharda tekrar açılana kadar geçen zamanın adı idi tatil bana göre. Bu geniş zaman dilimini içine ailece yapmakta olduğumuz tohum ekmek,tarla çapalamak, orak biçmek,harman yapmak,saman taşımak,saz biçmek,ayçiçeği ve mısır tarlalarında yapılması gereken işleri yapmak, inek otlatmak ve  alınmış olan 2-3 kuzuyu gütmek gibi faaliyetler giriyordu. Şayet bunların dışında da zaman kalırsa bostan tarlasını beklemek her durumda kullanılacak joker türünden işlerdendi.

Bu bakımdan sonbaharda okullar açıldığında bizim için en azından bedenen dinlenme günleri başlıyordu.Okul döneminde de en çok zorlandığım soruları başında öğretmenlerin “Tatilinizi nasıl geçirdiniz? Veya daha sonraları”Yeni yılınız nasıl geçirdiniz?” biçimindeki soruları idi. Bunları cevaplamak yerine başta matematik olmak üzere diğer derslerin sınav sorularına muhatap olmayı tercih ederdim doğrusu. Ama sonraları bende sağdan soldan “Denize gittik, piknik yaptık,meyve ve kuru yemiş yedik,tombala oynadık gibi cevapları duymaya başlayınca demek bunların yapılması gerekiyormuş diyerek mahcup ve masum yalanlarımın arasına bunları da eklemek zorunda kaldım.

O günlerden kalma bir bağlantımıdır bilmiyorum sonraları deniz ve tatil arasında bir eşleştirme ve ilişki zinciri kafamda yerleşmiş oldu. Denizi ilk kez sanıyorum en fazla 4-5 yaşlarındayken Gelibolu Koruköyde Hacı dedemlerin yanına gittiğimde gördüğümü hayal meyal hatırlıyorum. Daha sonra diğer dedem bizi sanıyorum 11-12 yaşlarındayken bir kez Tekirdağ’a denize götürmüştü..O gün komşumuz Mübaşir Şevki amcanın üzüm bağından bu gün hala kokusu ve lezzeti belleğimde yer etmeiş üzümlerden yediğimizi hatırlıyorum. Dedem dahil hepimiz beyaz iç donlarımızla bu engin ve tuzlu maviliğin içinde yuvarlandık akşama kadar.

İlçemiz Tekirdağa veya sahile 20-25 kilometre kadar yakın olmasına rağmen bu tarihten sonra uzun yıllar denizle pek yakın olamadım. 1966 yılında öğretmen okulunu doğrudan geçtiğimiz için bizi yaz çalışmasına çağırmışlardı.  Bu süre içinde sanıyorum 10-15 günlük selimpaşada bir yaz kampına gitmemiz programlanmıştı. Şayet gidebilseydim belki de denizle ilk ciddi buluşmam olacaktı.

Hayatta hep rutinin dışına çıkılması,.belirsizlikler,bilinmezlikler,yaşanmamışlıklar, denenmemişlikler hep beni ürkütmüştür. İleriki yıllarda  eşim Nuray beni bu konularda biraz daha cesaretlendirecektir. Selimpaşa işi de beni bu yönü ile sevindirmekten çok kaygılandırmıştı. Nereye gidecektik,nerede kalacaktık ne tür kıyafetler gerekecekti,son derece sınırlı olan param yetecekmiydi sorularına cevap aradı zihnim bir süre.Ayrıca o sıralarda Babam Almanyadaydı ve evdeki yukarıda belirtilen işler dedem ninem ve anneme kalmıştı. Butun bu duyguların etkisi ile Selimpaşaya gitmek yerine memleketime gitmek için müdürden izin istedim.O da birkaç soru sorduktan sonra izin verdi. Ve ben tekrar eski tatil anlayışımın bir tekrarını yapmak üzere Muratlı’ya döndüm.

Daha sonra Eğitim Enstiüsündeki öğrencilik yıllarında İstanbulun sedef adası,sudiye ve Kumburgaz sahillerinde denizle buluşmak fırsatını buldum.

ARADA BİR İSTANBUL / BOĞAZ TURU

İstanbul ve boğaz her zaman birbiri ile bütünleşmiş ve birbirini hatırlatan iki sözcük olarak yer alır hep zihinlerde. Boğazı gezip görmeden İstanbul’u tanımak ve anlamak neredeyse imkansız gibidir. Ömrümün yarısından fazlasını İstanbul’da yaşamış biri için ise boğaz belki giderek sıradanlaşan bir görüntü haline geliyor.

En son boğaz gezisini sanıyorum 7-8 yıl kadar önce Kadıköy’de oturduğumuz sırada eşim Nuray ile birlikte gerçekleştirmiştik. Boğaz turu için bindiğimiz adına tekne, motor, gemi,vapur sözcüklerinden hangisi ile tarif edeceğimizi bilemediğimiz araca bindiğimizde neredeyse  kulakları sağır edercesine yüksek volümlü ve son derece bozuk cihazlar aracılığı ile aktarılan müzikten   adeta kulaklarımız sağır olmuştu. Eve geldiğimizde bile müziğin dayanılmaz kalıntılarının kulaklarımızda izi vardı. Keyif almak için çıkılan bir tur herhalde ancak böyle bir gürültü ile zulüm haline getirilebilirdi.

Okul arkadaşım Nuri Erkmen ve eşi Hüsniye hanım yine bir boğaz gezisi yapmayı önerince  “İnşallah 7-8  yıl önceki gürültü işkencesi tekrarlanmaz” düşüncesi ile bir boğaz turu daha yapmaya karar verdik. Osmaniye’den kalkıp ve evimizin yanından geçen Halk otobüsü Eminönü’ndeki bizi tur motorlarının hemen yanına kadar götürdü. Şubat ayının12. günü olmasına karşın hava çok soğuk sayılmazdı. Saat 11.00 den başlayarak hemen hemen birer saat ara ile yapılan turların ilk seferini yapan araca bindik. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Araçta    müzik yine olmasına rağmen rahatsız edici boyutta değildi.

Soldan işleyen deniz trafiği güzergahı izlenerek Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının yanından süzülerek ilerleyen tur motorumuzdan   kendi kaderine terkedilmiş içinde belki düne ait bin bir anı yaşanan Savanora yatını ve şu sıralar taraftarlarını pek mutlu edemeyen Galatasaray takımının adasını selamladık. Sanki oyuncak arabalar halinde akıp giden araç araçlara zemin oluşturan köprülerin altından geçtik. Rumeli Hisarının muhteşem görüntüsünü de izledikten sonra hemen onun ilerisindeki ikinci köprü dediğimiz Fatih Sultan Mehmet köprüsünün altından bir U dönüşü yapan teknemiz bu kez boğazın karşı kıyılarındaki güzelliklerle bizi baş başa bıraktı.

Dönüş istikametinde restore edilmek üzere giydirilmiş Kuleli Askeri Lisesini, Beylerbeyi sarayını görme fırsatı bulduk. Şu anda hatırlayamadığım birçok keyif verici görüntüyü de yaşadıktan sonra motorun Üsküdar’a yanaşmasını fırsat bilerek rutinin dışına çıkıverdik ani bir kararla.

Her ne kadar Marmaray inşaatı dolayısıyla Üsküdar meydanının görüntüsü biraz  çirkinleşmiş olsa da bu sahilde bir gezinti yapma isteğinden bizi alıkoyamadı. Mihrimah sultan camisi ile kız kulesi arasındaki mesafede bir gezinti yaptıktan sonra tekrar vapura binerek geziye başladığımız noktaya geldiğimizde saatler 14.00 gösteriyordu ve karnımız da iyice acıkmıştı. Hemen oracıkta “Kalyatai-i Barbaros” teknesinin üzerinde ızgaraya konup pişirilip satılan üç tarafı denizlerle çevrili ülkemin balıklarından değil de muhtemelen Norveç Uskumrusu olabileceğini tahmin ettiğim ve oldukça da lezzetli bulduğumuz balıklardan yedik. Evlerimize gitmek üzere   hemen yandaki otobüs durağına yöneldik.

İstanbul, boğaz, arkadaşlar ve gezi, gerçekten her şey çok güzeldi. Belki de biz güzeli bakmak ve güzeli görmek üzere yola çıkmıştık. Oysa “Ucube” aramak için çok uzaklara gitmeye de gerek yoktu. “Gökkafes” ten başlamak üzere o doğal doku ile uyuşmayan yapıları, kenardan kenardan başlayıp yeşili yok ederek oluşturulan betonlaşmayı makinemin objektifi gördü ama ben hiç görmek istemedim o gün. Çünkü bu ucubeler “Kaldırın yıkın buradan” demekle yok olacak özellikte değildi. Gariban bir sanatçının eseri de değildi. Bunlara yıkın diyeceklerin gözleri önünde, belki de onların katkısı ile ortaya çıkmıştı bunlar. Dedim ya biz onları hiç görmedik, biz hep güzel şeyleri gördük o gün.

ARADA BİR İSTANBUL / YILDIZ PARKI-ŞALE KÖŞKÜ

Yazılarımın ağırlıklı olarak geçmişe dönük hayat hikayesi niteliği taşıdığını fark edince arada bir de olsa bu güne dönme ihtiyacı hissettim birden. Öğrencilik dahil hayatımın nerdeyse yarısı,mesleki yaşamımın da çok büyük bir bölümü İstanbul’da geçmişti. Nerdeyse 30 yıldan beri  İstanbul’da bulunmama  rağmen İstanbul’a ait 30 yeri tam olarak tarif etme yoksunluğu içinde olduğumu görünce, biraz da eşim Nuray’ın teklif ve zorlaması ile bu durumdan bir vazife çıkarma gereği duyduk. Bunun üzerine bundan sonraki hayatımızda periyodik olarak İstanbul’u yeniden tanıma ve yaşama projesini uygulamaya koyduk. Yani belli aralıklarla İstanbul’un gitmediğimiz veya gidip de son durumunu merak ettiğimiz yerlerine yolculuktu bu projenin ana ekseni.

2011 yılı Ocak ayının 22. günü olan Cumartesi gününü Yıldız Parkına ayırdık. Kabataş’a kadar tramvay, ondan sonrası için yapılan kısa bir belediye arabası yolculuğu bizi istediğimiz yere getirmişti. Giriş kapısından içeriye adımınızı attığımız dakikadan itibaren alıştığınız İstanbul’dan farklı bir dünya karşıladı sanki bizi. Kış ortasında olmamıza rağmen sanki bir bahar havası vardı. Ağaçlar arasında yokuşu tırmanmaya başladığımızda duymaya alışık olmadığımız kuş seslerinin, havuzdaki ördeklerin kendine özgü serenatlarının, insanoğlu tarafından henüz tahrip edilmemiş olan bu doğa parçasına ayrı bir renk kattığını görüyorduk. En son Altınolukta ormanda ve zeytinliklerde gördüğümüz sincaplardan da 4-5 tanesini görünce başka bir heyecan yaşadık.

Yokuşun sonuna doğru karşınıza şale köşkü çıkıyor. Boğaza tam hakim olarak yapılmış olan köşkün 1800 lü yılların sonunda II.Abdülhamit tarafından yaptırıldığı, 60 odası olduğu, porselen sobalarının İsveç’ten getirildiğine ilişkin bilgileri köşkü gezdiren rehberden öğreniyoruz. Ayrıca köşkün en büyük salonundaki 400 metrekarelik Hereke halısının tek parça  ve özel olarak dokunulmuş olup dünyada eşinin olmadığı bilgisi de bize veriliyor. Gerçekten köşkün her bir bölümü oyma ve süsleme sanatlarının insana hayranlık veren örnekleri ile bezenmiş. Şale köşkünün cumhuriyetten sonra da birçok konferansa ve yabancı devlet adamlarına ev sahipliği yaptığı bize verilen bilgiler arasında. Ayrıca Atatürk’e  de zaman zaman dinlenmek için ayrılan bir odayı da görme fırsatı buluyoruz.

Şale’den biraz ilerde olan Çadır köşkünde aynı tarihlerde yapıldığını ve şu an restoran olarak işletildiğini görünce buraya kadar gelmişken yemek yemeden olmaz diyerek boğazı gören bir masada oturup  öğle yemeğimizi yedik. Yemeğe müteakip köşkün hemen yanındaki havuzdaki fıskiye ile  kaz ve ördek seslerin karışımından oluşan  konsere tanık olduk bir süreliğine. Daha sonra  çıkış kapısına doğru inişe geçtiğimizde yine birkaç sevimli sincabın telaşlı tırmanışı ile uğurlanmış olduk.

Bazılarına belki tuhaf gelecek ama, Yıldız Parkından Kabataş tramvay durağına yürüyerek geldik.Yaklaşık bir saat tutan bu yolculuk sırasında yolda gördüğümüz Çırağan sarayı, Ihlamur kasrı, Dolmabahçe sarayı gibi yerlerin bundan sonraki planlarımızda nasıl yer alacağı hususlarını değerlendirdik.