BEN MİLLETVEKİLİ İKEN

Rahmetli dedem hem anlatır hem gülerdi. Adamın biri kendini “Ben Hacı Molla Memiş Efendiyim” diyerek tanıtır ya da takdim edermiş. Yakın çevresi bu adamı çok iyi tanıdığı için aynı şeyi onlara da yaptığında birisi dayanamamış ve: “Yahu arkadaş senin Hicaz’a falan gitmişliğin yok bir kere bu hacılığı geç. Mektep medrese görmüşlüğün ise hiç yok Molla da olamazsın. Efendilik ise senden fersah fersah uzak. Sen sadece kupkuru bir Memişsin” der. Toplumda insanların kendini olduğundan farklı gösterme çabaları ile ilgili ilginç bir anlatım bence.

Türk toplumunu bazıları tarif ederken “mesleksiz” nitelendirmesini yapar. “Ne iş olursa yaparız abi” birçok kişinin kullandığı ama aslında tarif edilebilir bir iş ve beceri sahibi olmadığının da bir itirafıdır. Meslek ve zanaat kavramı belli konuda eğitim görmüş ya da usta çırak ilişkisi içinde yeterli donanım sahibi olarak bu hünerlerini hem yerel hem de evrensel anlamda bir değer olarak sunulmasını anlıyoruz. Doktor, öğretmen, mühendis, terzi, tesisatçı gibi değerli uğraşları buna örnek gösterebiliriz.

Bir de meslek ya da zanaat kavramı ile açıklanamayan konjonktürel meşguliyetler vardır ki değerli olmaktan ziyade önemli meşguliyetler olarak sınıflandırmak mümkündür. Milletvekilliği, bakanlık, bakan yardımcılığı, müsteşarlık vb. gibi sıfatlar belli bir eğitimi ya da liyakati gerektirmeyen ve daha çok uygun zamanda uygun yerde bulunmanın karşılığı olarak kazanılmış kimliklerdir. Bu kimlikler geçici olmasına rağmen bu meşguliyet sona ermesinden sonra bile kişiye adeta yapışır, ya da yapıştırılır. Televizyonlardaki söyleşilerde dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Katılımcıların görüntüsünün altında gerçek meslekleri değil, “… dönem milletvekili” ya da “Eski … Bakanı” diye etiketlenir. Bu kadarını izleyicinin bilgilenmesi için bir yerde doğal olarak kabul edebiliriz ama programın moderatörünün onlara “sayın bakanım, sayın milletvekilim” diye seslenmesini doğrusu çok tuhaf buluyorum. Artık o görevle ilgisi kalmamış kişilere bu sıfatları ile hitap etmenin mantığını da bir türlü anlamış değilim.

Televizyon dizilerinde ya da filmlerde iş insanlarının evden ayrılırken yakınları ile “Ben şirkete gidiyorum, ben holdingdeyim” diye vedalaştığına tanık oluyoruz. Siyaset dünyasında da bu “Ben partiye gidiyorum, ben meclise gidiyorum şeklinde” gerçekleşiyor olmalı. Ancak özellikle seçim dönemlerinden sonra bazıları için bu değişiyor olmalı.

Geçtiğimiz aylarda normal demokrasilerde olağan bir şey olan ama Türk siyasetinde görmeye alışmadığımız bir olay gerçekleşti. Yapılan olağan kongrede Ana muhalefet partisinde genel başkan değişikliği yaşandı. Gelişmiş demokrasilerde böyle bir durumda liderliği devreden siyasetçi belirli bir süre görevini yapmanın huzuru içinde fabrika ayarlarına dönerek -şayet varsa tabii- daha önceki mesleğini icra etmeye devam eder, ya da elini eteğini bu işlerden çekerek vaktini torun sevme ve balkonunda çiçek yetiştirme ile geçirir. Bir de Güniz sokak örneğinde olduğu gibi siyasetin akil adamı olarak birikiminden arzu edenleri yararlandırır.

Fakat duyduk ve öğrendik ki Sayın Kılıçdaroğlu başkentte bir ofis arayışında imiş, hatta tutmuş bile diyorlar. Bu girişim kendi fikri mi, yoksa çevresindeki müritlerin teşviki ve gazı ile mi olmuştur bilemem. Sadece emekli maaşı ile ofisin kiralanması ve donatılması zor. Biliyoruz ki “Şeyh uçmaz müritler uçurur” diye bir söz vardır. Umarız ki müritler ve kılavuzlar kargagiller familyasından değildir. Altılı masada ilk düğmeler yanlış iliklendiği için bir dizi yanlış yapıldı ve “Bir seçim nasıl kazanılmaz” gibi tezlere örnek teşkil edecek bir süreç yaşandı. Milletvekillerinin parlamentoda, genel başkanlarının meclis dışında olduğu bir garabetin doğması da cabası. İttifakın diğer bileşenlerinde iyi kötü genel başkanlar milletvekili olmasalar bile başkanlık koltuklarını korudular. Olan CHP Genel başkanına oldu ve fatura ona kesildi. Bütünüyle Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma durumu yaşandı yani.

Görünürde ve anlatılan bu ofiste Kılıçdaroğlu’nun kuracağı bir vakıf hizmet verecekmiş. Yapacağı araştırma ve çalışmalar ile partiye fikri anlamda destek verecekmiş. Belki ben giderek yaşlandığım ve her konuya kuşkucu yaklaştığım için bu girişim bana samimi ve inandırıcı gelmiyor. Bu itibarla da “Madem böyle bir ihtiyaç vardı yıllardır genel başkanlığın sırasında böyle bir birim kurmadın?” sorusu aklıma geliyor. Diyelim bu fikir sonradan aklına geldi. O zaman da ofisler tutup bir sürü masraf yapacağına Genel merkezde gerekli, gereksiz danışman odalarından birkaçı tahsis edilebilir ve parti mutfağında bu çalışmalar yapılabilirdi. Bütün bunlar Genel başkanlıktan ayrılınca boşluğa düşmüş olan Kılıçdaroğlu’na bir makam bir adres midir, yoksa partilerin içinde kaynamakta olan nifak ateşine odun taşımak mıdır, yoksa kendi dedikleri gibi partinin başarıya ulaşması için misyon geliştirme gayreti midir onu zaman gösterecek.

İnşallah ben kuşkucu, önyargılı bir değerlendirme yaptığım için yanılmış olurum ve yeni ofiste gerçekleştirilen çalışmaların katkısı mahalli seçimlerde, ardından da genel seçimlerde parti oy patlaması yaşar ben mahcup ve mahzun bir şekilde utancımdan yerin dibine geçerim.

Tagged: Tags

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *