VE DİNÇER BÜYÜYOR / İLKOKUL

1986 yılında İstanbul’a geldiğimizde artık Dinçer’in ilkokula başlama yaşı da gelmişti. ”En iyi okul evine en yakın olan okuldur” anlayışı ile Bakırköy Ahmet Hamdi Tanpınar İlkokulu’nda Aysel Özdeş’in öğrencisi olarak birinci sınıfa başladı ve beşinci sınıfa kadar aynı öğretmende okudu. Annesi de aynı bahçede olan İncirli Ortaokulu’nda çalıştığından ikisi için de gidiş geliş problem olmuyordu.

Tabi biz her şeyi objektif ve mantıki açıdan değerlendiriyorduk. Dünyaya çocuk gözü ile bakamadığımızı ancak bazı olayları yaşayınca fark ediyorduk. Okulunun  evin çok yakınında olmasını biz bir  şans veya fırsat olarak değerlendirirken oğlumuzun bir keresinde bize “Keşke bizim evde okuldan uzakta olsaydı” deyince çok şaşırdık ve nedenini sorduğumuzda “ Herkes okula servisle geliyor. Evimiz uzak olunca bende servisle gelebilirdim.” deyince bazıları için külfet olan şeylerin bazıları için özlem olabileceğinin de farkına vardık. Oysa daha sonra dershaneye giderken servisle iki gün gittiğinde “Servis beni tutuyor, kusacağım geliyor.” diyerek o kadar yolu yıl boyunca yaya olarak gidip gelmişti.

VE DİNÇER BÜYÜYOR / OKUL ÖNCESİ

Dinçer bir yaşını dolduruncaya kadar Tekirdağ’da idik. Duruma göre biz, babaannesi, gözlüklü baba annesi (benim babannem) ile durumu idare ediyorduk. Bebeklik dönemi ile ilgili kontrollerini düzenli yapmaya çalışıyorduk. Boy ve kilo başta olmak üzere gelişiminin son derece sağlıklı olduğunu belirtiyordu herkes.

aşılar

Daha sonraki birkaç yıl için de kendimizce bir plan yapmıştık. Tabi hayatta her şey planlandığı gibi gitmiyordu. Yapılan planlamanın dışında gelişen durumlar için de yeni planlamalar yapma ihtiyacını doğuyordu. 1981 Eylülünde Kahramanmaraş’a tayinimiz çıkınca sadece Dinçer için yaptığımız planlar değil hepimiz için yaptığımız planlar altüst olmuştu. Kahramanmaraş’ta Dinçer bizimle beraber beş yıl geçirmişti. Geldiğinde bir yaşını biraz geçiyorken ayrılırken ise altı yaşını doldurmuş ve ilkokula başlama çağına gelmişti. Çalışan ailelerin çocuklarının yaşadığı sıkıntıyı büyük oranda Dinçer de yaşadı diyebiliriz. Babaannesinin dışında bakıcı kadınlardan ister istemez yararlanmak zorunda kalıyorduk. Hiçbirinin adını şu an hatırlayamıyorum ama Dinçer’in ifadesi ile “Bababa” dediği dahil olmak üzere birçok bakıcı kadına ister istemez muhtaç oluyorduk. Ayrıca bir yıl da Nuray’ın tanıdığı ve akrabası olan Saynur adında bir kızımız bizimle kalmış hem ortaokulu okumuş hem de Dinçer’e bir yıl süre ile ablalık yapmıştı.

O yıllarda  hatırımızda kalan Dinçer’in lacivert kabanı ile bakkala giderek ekmek alması, ekmekle birlikte Günaydın gazetesi ve ilavesi çizgi kahramanların bulunduğu ekini birlikte zevkle okuyuşumuzdu. Özellikle “Küçük Sultan” ve “Deyvy Kroket” çizgi resimlerinin oluşturduğu hikayeler vazgeçilmezlerimizdendi. Evimizin bahçesi oyun ve eğlenme için son derece elverişli idi. Bahçedeki havuzda son derece keyifli ve eğlenceli günlerimizin geçtiğini söyleyebilirim. Her sabah el arabası ile kapılardan çöp toplayan çöpçü onun için belki özgürlüğün ilk sembolü olacak ki  o sıralarda “ne olmak istiyorsun” veya “ne olacaksın” sorusuna “Çöpçü olmak istiyorum.” şeklinde cevap verdiğini bilmem kendisi hatırlıyor mudur?  Dinçer’in okul öncesi eğitimine fazla zaman ayıramadık sanıyorum Muallim Hayrullah İlkokulunda yarım dönem gittiği anasınıfında öğretmeni Ayla Bozbeyli idi.

ÖZEL BİR GÜN / 17.08.1980

Tekirdağ’da çalıştığımız yılların hemen herkesçe yapılan ortak keyfi, akşamüzeri deniz kıyısına inip sahil boyunca turlamaktı. Bu hem bir gezinti oluyor hem de birçok tanıdık eş dost orada birbirine rastlıyor, yorulunca da bir çay bahçesinde denize karşı çayını yudumluyordu.  1980 yılının 16 Ağustosunda biz de aynı durumu tekrarlamak için sahile inmiştik ve bir iki tur atınca Nuray’ın sancısı başladı. Sahici mi, yalancısı mı, tekrarlıyor mu, tekrarlamıyor mu derken eve gitmenin en doğrusu olduğuna karar verdik. Evde de  sancılar tekrarlamaya başlayınca herhalde hastaneye gitme vakti geldi diye düşündük. Böyle durumlarda sanki doğuracak benmişim gibi daha fazla paniklerim. O zaman da öyle oldu. Bavul eşya falan filan derken elim ayağım birbirine karışıyordu. Hava kararmadan biz hastaneye gelmiştik. Ben hemen Muratlı’ya giderek annemi de hastaneye getirdim. Hastanelerde insan böylesi durumlarda bir tanıdık yüz arıyor hep. Öyle bir aksilik ki ne zaman zaman muayene olup kontrolleri yapan kadın doğumcu doktora ne de üst katımızda oturan ve hastanede ebe olarak çalışan komşumuza bir türlü ulaşamadık.

hamile

Beklemekten başka elimizden bir şey gelmiyordu. Saatler ilerledikçe meraklı bekleyişlere endişe duyguları da eklenmeye başlıyordu. Bizden sonra gelip de içeriye girenlerin doğum haberleri dışarıya ulaştıkça endişe ve kaygılar giderek daha fazla artıyordu. Anam içerden arada bir çıkıp “evva nabacaz şimdi” ya da “Kıza bişey olmasın İstambolamı gitsek napsak” gibi önerilerle geldikçe kafam daha da karışıyordu. Yapılması gereken  veya gidilmesi gereken bir yer olsa muhakkak içerden bize bildirirlerdi. Bir yandan  da saatler ilerliyor ama Dinçer beyefendinin ise hiç acelesi yoktu. Ağır oturaklı olacağı daha demek o zamandan belliymiş. Bütün bu endişeli bekleyiş saatleri devam ederken, içerdekiler bir doğuramazken dışarıdakiler dokuz doğuruyordu. Gece böyle bekleyiş içinde sona erip 17 Ağustos gününün öğle  saatlerine doğru nihayet beyefendinin keyfi gelmiş olacak ki kendi küçük dünyasından herkesin yaşadığı büyük dünyaya nihayet teşrif etti. Her şeyin yolunda olduğu haberini de alınca derin bir oh çektim.

doğum

Eve geldik. O güne kadar özellikle Nuray çocuk eğitimi ve gelişimi üzerine epey okumuştu. Herhangi bir durum oluştuğunda yerine göre hemen ”Çocuk bekliyorum” ya da “Çocuğumu büyütüyorum” kitaplarının ilgili bölümleri açılıyor ve durum değerlendirmesi yapılıyordu. Doğumun üzerinden sanıyorum birkaç gün kadar geçmişti ki Dinçer’in renginin normalden biraz daha sarı olduğunu fark ettik. Hemen çocuk doktoru Neriman Hanıma yetiştirdik.”Bunda sarılık var hemen hastaneye götürelim” dedi. Birkaç gün önce ayrıldığımız hastaneye tekrar  geldik yan tarafına yatırılan çocuğumuzun şakağına iğnenin batırılışı,oraya da serum şişesinin bağlanışını içim acıyarak izledim. Daha sonra da damlacıkların tek tek akışında saplandı gözlerim. Akan serum damlacıkları bir yandan çocuğumun içine bir yandan benim içime akıyordu sanki. O gün hastanedeki müdahaleden gerekli sonucu alınca evimize döndük.

VE TEKRAR İLKÖĞRETİM MÜFETTİŞİYİM/İSTANBUL

1986 yılından  emekliye ayrıldığım  2007 eylülüne kadar yani 21 yıl İstanbul’da çalıştım. Yani toplam görev süremin yarıdan fazlası İstanbul’da geçmiş oldu.Teftiş gruplarında,inceleme soruşturma gruplarında çeşitli komisyonlarda çalıştım.

istanbultayin

Hem Avrupa yakasını hem Anadolu yakasının birçok ilçesi çalışma bölgem oldu. İstanbul’daki görev süremin son beş yılı Özel Eğitim grubunda geçti. Özel eğitimin ne olduğunu sanıyorum bilmeyenimiz yoktur. İstanbul’un bir yakasına yerleşmiş  görme,işitme,zihinsel ve otistik çocuklara hizmet veren kurumların rehberlik ve denetiminde sorumlu olarak görev yapmaktan bu grupta çalışıyor olmaktan tarifsiz mutluluk duydum.

istanbulson

İstanbul’da çalıştığım süre içinde tanımaktan ve birlikte çalışmaktan mutluluk duyduğum sayısız arkadaşlarım oldu. Onları her zaman sevgi ve  muhabbetle hatırlıyorum. 2007 Eylülünde de emekliye ayrıldığımda “Mutluyum çünkü arkamda cevabını veremeyeceğim,açıklamasını yapamayacağım veya hatırlatıldığında utanç duyacağım bir olay yaşamadım.”cümlelerini kurarak dostlarıma beni tanıyanlara veda ettim.

VE TEKRAR İLKÖĞRETİM MÜFETTİŞİYİM/KAHRAMANMARAŞ

Kahramanmaraş’taki görevime 1981 Ekiminde başladım. Buraya üç yıl görev yapmak üzere gönderilmiştik. Rotasyon uygulamasına göre burası  5. bölge olarak geçiyor ve hizmet süresi de üç yıldı. Ben göreve başladıktayıp ev tutma ve diğer işleri hallettikten sonra da Gazi Orta okulunda rehber öğretmen olarak görevlendirilen eşim Nuray ile o zaman bir yaşını biraz geçmiş olan  oğlum  Dinçer  Kahramanmaraş’a geldiler.

tayinmaraş

Kahramanmaraş’a üç yıl için gelmiştik ama beş yıla kadar uzadı. Bu sürenin 2 yılını Göksun, 3 yılını da Elbistan İlçelerini içine alan bölgelerde çalıştım. Göksun İlçesinin İl Merkezine 90 km. Elbistan İlçesinin de 165 km. civarında olduğu düşünüldüğünde çalışma takviminin Pazartesi evden çıkış ve Cuma eve dönüş biçiminde şekillenmesi hiç şaşırtıcı olmaz sanırım. İki gün arasında geçen gecelerin büyük bir bölümü gidilen köylerdeki öğretmen veya muhtar evlerinde geçiyor, ilçe merkezlerinde bu günkü gibi öğretmen  evi falan da olmadığından bazı kurumların misafirhaneleri veya okulların köşelerinde oluşturulan geçici odacıklarda kalıyorduk.

Hani çok söylenir. Eskiden İstanbul Milletvekillerine Ankara’nın en çok neresini seviyorsun?” diye sordukların da onların da ”İstanbul’a dönüşünü” biçiminde verdikleri cevaplar hep latife olarak dillerdedir. Belki bana o zamanlar Göksun ve Elbistan’ın en çok neresini seviyorsun diye sorsalar ben de “Cumaları İl Merkezine dönüşünü” diye cevap verebilirdim. Özellikle yabancı yataklarda uyuyamayan birisi olarak evim gözümde tütüyor ve ben gittikten sonra her gün “Bugün cuma mı?” diye soran çocuğuma ve aileme kavuşmak için can atıyordu

sütçü

Kahramanmaraş’ta görevimiz sürmekteyken 31 Aralık 1984 tarihinde  Dinçer’i ağabey konumuna yükselten ikinci oğlumuz Gençer dünyaya geldi.Belki ilerde “Bizim evlerimiz” başlığı altında durumundan daha ayrıntılı olarak bahsedeceğim evimiz bize yetersiz gelmeye başlamıştı.Aslında daha önceden de yetersizdi ama nasılsa üç sene sonra gideceğiz düşüncesi ile değiştirme gayretine girmedik. Ama gördük ki üçüncü ve dördüncü yıl tayinimiz çıkmayınca galiba burada daha uzun kalacağız diyerek Bahçelievler semtinde daha uygun bir eve taşındık.

Çalışma koşullarının son derece yorucu olması bir yana bu ilde çalıştığım süre için içimde hiçbir olumsuz ve pişmanlık taşıyan duygu yaşamadım. Ülkemin farklı ve değişik yerlerinde çalışmanın bir zenginlik olduğunu düşündüm her zaman. Ayrıca hala her zaman haberleştiğimiz kadim dostluklarımızın oluşması da bu sayede gerçekleşti.

maraşmüfettişer

Yeni evimize taşımamızın üstünden bir yıl geçmiş, Kahramanmaraşta da  beşinci yılımızdı, hiç umutlu olmamakla beraber  yine tayin istedik.Umutsuzduk çünkü geçmiş yıllardaki beklentilere girmek istemiyorduk. Bu defa yani en umutsuz olduğumuz sırada İstanbul’a tayinimiz çıkıverdi.Yani 1986 yılı ağustosu itibari ile İstanbulda görevliydim.

VE TEKRAR İLKÖĞRETİM MÜFETTİŞİYİM/TEKİRDAĞ

Tekirdağ zaten ikamet etmekte olduğum yerdi. Bu ildeki Müfettişliğimin birinci ve ikinci yılında Malkara bölgesinde görev yaptım. Malkara Çanakkale istikametinde Tekirdağ’a 50-55 km uzaklıkta bir ilçe idi. Bu ilçede tanımaktan ve birlikte çalışmaktan mutluluk duyduğum insanlarla  son derece keyifli zaman geçirdim. Bu arada 17 Ağustos 1980 tarihinde büyük oğlum Dinçer dünyaya geldi. Onun bakımı için annem ve babaannem zaman zaman Tekirdağ’a geliyordu. Fakat bizim için de onlar içinde daha uygun olan bir planı devreye sokmaya karar verdik.

tekirdağ

İki yıl Malkara bölgesinde çalıştıktan sonra ben Çerkezköy/Saray bölgesini istedim. Nuray da Muratlı lisesinde görevlendirilecekti. O sıralarda Muratlıda kirada olan evimizde boşaldığından orada oturup kiradan ve Dinçer’in bakım işinden rahatlayacaktık. Hatta o sıralarda arkadaşımız Ahsen beyin kurma hazırlıklarını yaptığı bir yapı kooperatifine kurşun kalemle de olsa kaydımızı yaptırmıştık. Bu proje büyük oranda devreye girdi. Evin tadilat işleri  tamamlanmıştı. Nuray’ın tayini için söz de almıştık. Benim Muratlıdan kolaylıkla gidip geleceğim Çerkez köy bölgesine görevlendirilmem gerçekleşmişti.

Çok yıllar sonra öğreneceğim ”Hayat başka planlar yaparken başınıza gelenlerdir.” sözü bir çok şeyi daha iyi anlamamı sağladı.1981 yılı Eylülünde sene başında öğretmenlerle yapacağım mesleki toplantıları düzenlemek için Çerkezköy/Saray İlçelerine gitmiştim. Dönüşte gerekli bilgileri vermek ve varsa görev yazılarını almak için daireye uğradığımda benimle birlikte 10-15 arkadaşa verilen sarı zarflardan birini de bana verdiler. Sarı zarf bizim literatürde pek hayra alamet sayılmaz. Tabi benimki de öyleydi. Zarfı açtığımda Kahramanmaraş iline görevlendirildiğime ilişkin emri okuyunca önce bir soğuk duş geçirdim. Sonra diğer arkadaşlarında benzer yerler gideceği ile ilgili değerlendirmeden sonra ne yapalım elle gelen düğün bayram diyerek bu tarihten sonra projelerimizi ve planlarımızı Kahramanmaraş doğrultusunda revize etmeye başladık.

VE YİNE ÖĞRETMENDİK/TEKİRDAĞ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ

1978 yılı Ağustos başlarında  başlamak istediğim noktaya gelmiştim. Aynı yılın 9 Eylülünde de artık Nuray’la resmen evliydik. Ben Öğretmen  okulu öğretmeni olmak için İlkokul öğretmenliğinden ayrılarak yüksek okula gitmiştim. Şimdi o düşüm gerçek olmuştu. Hem de yüksek okul öğretmeni olarak. Buradaki görevimiz bir yıldan fazla sürdü. Tekirdağ Eğitim Enstitüsü de iki yıllık bir yüksek okul olup sınıf öğretmeni yetiştiren bir okuldu. Benzer kurumlarla karşılaştırıldığında son derece rahat ve huzurlu bir eğitim ortamı vardı. Yaptığımız işten son derece keyif alıyorduk. Yoğunlaştırılmış, hızlandırılmış gibi bu gün için pek şaşırtıcı bile gelse eğitim uygulamalarına sahne oluyordu okulumuz.

tayin

“Hiçbir iyilik cezasız kalmaz” veya “Hiçbir güzellik sonsuz değildir” sözlerini doğrularcasına 1979 yılında  Bakanlık bir kısım eğitim enstitülerini kapatma ve binalarını da başka okullara dönüştürme kararı aldı.Tahmin edilebileceği gibi bizim görev yaptığımız okul da bu kapsamdaydı. O tarihten sonra Otelcilik Meslek lisesine dönüşüm gerçekleştirildiğinden biz bir şekilde açığa çıkmıştık. O zamanki ülke şartlarına göre son derece rahat ve huzurlu bir öğretim ortamına sahip olan okulumuzun kapatılıp  her gün çeşitli olayların olduğu hatta eğitim yapmanın bile imkansız olduğu okulların açık bırakılmasındaki mantığı o gün de bu gün de anlamış değilim. Sonuçta bu karar sonrasında bir şekilde biz açıkta kalmıştık. Belki o zamanlar açık olan okullara gitme şansımız olabilirdi ama biz yeni bir maceraya atılmak yerine aynı yerde kalmayı tercih ettik. Bunun üzerine ben Tekirdağ da İlköğretim Müfettişi olarak eşimde Kız meslek lisesinde Rehber öğretmen olarak görevlendirildi.

ARTIK İLKÖĞRETİM MÜFETTİŞİYİM/URFA

Her ne kadar bize önerilen 21 il için kura çekeceğimizi bilmeme rağmen şansıma Erzurum çıkınca her şeyden önce  bana iklimsel olarak soğuk gelmişti. Çorludan Erzurum’a gitmeye talip olmak bir çok kişi için  anlaşılır bir şey değildi. Bundan sonraki yaşamım nasıl bir rota çizecekti. Müstakbel eşim Nuray ise Urfa  İlinde Eğitim Uzman Yardımcısı idi. İlişkimiz de henüz resmi bir nitelik taşımıyordu. Kafam epey karışıktı açıkçası. Hemen aynı gün Urfa’ya hareket ettim. O zaman cep telefonu,mesaj, mail gibi iletişim araçları olmadığı için kurada çektiğim Erzurum bilgisini bizzat paylaştık. İlişkimiz resmiyet kazanınca konuşlanmanın hangi eksende olacağı üzerinde fikir jimnastiği yaptık bir süre. Belki aynı gün belki de bir gün sonra birlikte Ankara’ya gittik. O tarihlerde Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Eğitimde Psikolojik hizmetler bölümü için lisans tamamlama programına başvurmuştuk. Üç fark dersini verdiğimizde bu bölümü bitirmiş olacaktık. Aynı günlerde bu sınavlara girdiğimizi hatırlıyorum. Ama kaç dersten ve hangi derslerden sınava girdiğim ise hiç belleğimde kalmadı.

köy

Bu sınavlar sırasında tatil günü olduğundan emin olduğum bir gün Ankara’nın geniş caddelerinde Nuray ile yürürken bir yandan da geleceğimizi planlamaya çalışıyorduk. Birden  nasılsa  kendimizi bizim bakanlığın yanında buluverdik. Hafta sonu olduğu için diğer günler arı kovanı gibi kalabalık olan binada nerdeyse in cin top atıyordu. Acaba bizim problemimizle ilgili bir şeyler yapabilir miyiz düşüncesi ile binadan içeri girdik. Hafta sonu tatili olduğu için kimseyi bulacağımızdan dahi pek de ümitli değildik. Kapıdan içeri girdik. Asansörler, merdivenler bomboştu. İlköğretim Genel Müdürlüğünün katına çıktığımızda orası da gayet sakindi. Birkaç memurun ellerindeki dosyalarla odalara girdiğini görünce biraz ümitlendik. Kimse de bize niye geldin, kime geldin diye bir şey sormadı. Genel Müdürle görüşmek istediğimizi söyleyince bize yine sorgusuz sualsiz odasını gösterdiler. Kapıyı vurup içeri girdiğimizde Genel Müdür Hüsnü Cila sanki bizi bekliyormuş gibi karşıladı. Bizde kısaca durumumuzu açıklayarak ilerde hem bürokratik işlemlere ihtiyaç duyulmaması hem de bizim işimizin kolaylaşması için Erzurum’un Urfa olarak değiştirilmesi isteğimizi kendisine ilettik. Zaten Urfa  ili de daha öce önerilen 21 il içindeydi. Sonuçta istediğimiz imtiyaz da sayılmazdı. Karşılıklı birkaç cümle daha konuştuktan sonra araya “düğününüze beni de çağırırsanız olur”  gibisinden esprileri de ekleyerek genel müdür elinin altındaki küçük kağıtlardan birine “Üç ay sonra evlilik cüzdanlarının örneğini getirmek koşulu ile kararnameyi Urfa olarak düzenleyelim” biçiminde bir not yazıp bizi ilgili kişiye yönlendirdi.  İlgili kişi bize bir hafta kadar sonra tayin emrimin elime geçeceği bildirdi. O küçücük kağıt parçası bizi mutlu etmeye yetmişti. Belki o sebeple, beklide hayatımızın ondan sonraki karmaşasından o hafta girdiğimiz sınavın sonuçlarını hiçbir zaman öğrenme imkanımız olmadı.

üç arkadaş

1978 Mart’ının sonlarında Çorlu Lisesinden ayrılarak aynı zaman da Nuray ile de nişanlanmış olarak Urfa ilinde İlköğretim Müfettişi olarak göreve başlamıştım. Benim gibi yeni atanmış bekar 5-6 arkadaşla birlikte Halk Eğitim Müdürlüğünde bize ayrılan bir yerde geçici olarak kalıyorduk. Benim görev bölgem Akçakale İlçesi idi. Urfa’ya 55 km. kadar uzaklıktaki bu ilçeye o zamanlar taksi dolmuşlar çalışıyordu. Farklı bir iklimde ve farklı bir coğrafyada yeni görevimizi yürütmeye çalışıyorduk. Nuray’ın bir yıldan fazla bir süredir orada çalışıyor olması işimi kolaylaştırıyordu. Bu arada  ilk öğretmen  okulları  2 yıllık yüksek öğretim veren eğitim enstitülerine dönüşmüş ve Nuray da Urfa Eğitim enstitüsünde meslek dersleri öğretmenliğine geçmişti.

yemek

Birlikteliğimizin de tam rotasını çizmiş değildik. Ülkenin genel durumuna paralel olarak özellikle Nuray’ın çalışma ortamı  çok elverişsizdi. Gün geçmiyordu ki okulunda patlama olmasın, camlar kapılar kırılmasın. O ortamı ancak o yılları yaşayanlar anlayabilir. Urfa’daki Müfettişliğimin üzerinden sanıyorum 5 ay kadar bir süre geçmişti ki önümüze bir fırsat çıktı. Tekirdağ Eğitim Enstitüsünde meslek dersleri öğretmenliği için önce biraz problem çıksa da  ikimizin de tayini de oraya yapıldı.

Daha sonraki yıllarda Urfa’ya kadim dostlarımızı ziyarete gittiğimizde Balıklı gölünü ziyaret fikrinden kendimizi alıkoyamamıştık.

 

ARADA BİR İSTANBUL / YILDIZ PARKI-ŞALE KÖŞKÜ

Yazılarımın ağırlıklı olarak geçmişe dönük hayat hikayesi niteliği taşıdığını fark edince arada bir de olsa bu güne dönme ihtiyacı hissettim birden. Öğrencilik dahil hayatımın nerdeyse yarısı,mesleki yaşamımın da çok büyük bir bölümü İstanbul’da geçmişti. Nerdeyse 30 yıldan beri  İstanbul’da bulunmama  rağmen İstanbul’a ait 30 yeri tam olarak tarif etme yoksunluğu içinde olduğumu görünce, biraz da eşim Nuray’ın teklif ve zorlaması ile bu durumdan bir vazife çıkarma gereği duyduk. Bunun üzerine bundan sonraki hayatımızda periyodik olarak İstanbul’u yeniden tanıma ve yaşama projesini uygulamaya koyduk. Yani belli aralıklarla İstanbul’un gitmediğimiz veya gidip de son durumunu merak ettiğimiz yerlerine yolculuktu bu projenin ana ekseni.

2011 yılı Ocak ayının 22. günü olan Cumartesi gününü Yıldız Parkına ayırdık. Kabataş’a kadar tramvay, ondan sonrası için yapılan kısa bir belediye arabası yolculuğu bizi istediğimiz yere getirmişti. Giriş kapısından içeriye adımınızı attığımız dakikadan itibaren alıştığınız İstanbul’dan farklı bir dünya karşıladı sanki bizi. Kış ortasında olmamıza rağmen sanki bir bahar havası vardı. Ağaçlar arasında yokuşu tırmanmaya başladığımızda duymaya alışık olmadığımız kuş seslerinin, havuzdaki ördeklerin kendine özgü serenatlarının, insanoğlu tarafından henüz tahrip edilmemiş olan bu doğa parçasına ayrı bir renk kattığını görüyorduk. En son Altınolukta ormanda ve zeytinliklerde gördüğümüz sincaplardan da 4-5 tanesini görünce başka bir heyecan yaşadık.

Yokuşun sonuna doğru karşınıza şale köşkü çıkıyor. Boğaza tam hakim olarak yapılmış olan köşkün 1800 lü yılların sonunda II.Abdülhamit tarafından yaptırıldığı, 60 odası olduğu, porselen sobalarının İsveç’ten getirildiğine ilişkin bilgileri köşkü gezdiren rehberden öğreniyoruz. Ayrıca köşkün en büyük salonundaki 400 metrekarelik Hereke halısının tek parça  ve özel olarak dokunulmuş olup dünyada eşinin olmadığı bilgisi de bize veriliyor. Gerçekten köşkün her bir bölümü oyma ve süsleme sanatlarının insana hayranlık veren örnekleri ile bezenmiş. Şale köşkünün cumhuriyetten sonra da birçok konferansa ve yabancı devlet adamlarına ev sahipliği yaptığı bize verilen bilgiler arasında. Ayrıca Atatürk’e  de zaman zaman dinlenmek için ayrılan bir odayı da görme fırsatı buluyoruz.

Şale’den biraz ilerde olan Çadır köşkünde aynı tarihlerde yapıldığını ve şu an restoran olarak işletildiğini görünce buraya kadar gelmişken yemek yemeden olmaz diyerek boğazı gören bir masada oturup  öğle yemeğimizi yedik. Yemeğe müteakip köşkün hemen yanındaki havuzdaki fıskiye ile  kaz ve ördek seslerin karışımından oluşan  konsere tanık olduk bir süreliğine. Daha sonra  çıkış kapısına doğru inişe geçtiğimizde yine birkaç sevimli sincabın telaşlı tırmanışı ile uğurlanmış olduk.

Bazılarına belki tuhaf gelecek ama, Yıldız Parkından Kabataş tramvay durağına yürüyerek geldik.Yaklaşık bir saat tutan bu yolculuk sırasında yolda gördüğümüz Çırağan sarayı, Ihlamur kasrı, Dolmabahçe sarayı gibi yerlerin bundan sonraki planlarımızda nasıl yer alacağı hususlarını değerlendirdik.

HAYRET!…. EĞİTİM UZMAN YARDIMCISIYIM

İlkokul öğretmeni olarak birkaç yıl çalıştıktan sonra her insan gibi içimde biraz daha iyi, biraz daha yüksek, biraz daha tatmin edici olma ile ilgili duyguları hissetmeye başladım. Tabi o yıllarda öğretmen okulunu bitirenlerin üniversite sınavlarına girme hakkı yoktu. Sadece kendi alanındaki yine öğretmen yetiştiren yüksek okullar istikametinde gerçekleştirebiliyorlardı rüyalarını. Doktor, mühendis, avukat olma hayali daha baştan kapanmıştı yani. Ben de bizim için uygun görülen eğitim enstitüsü sınavlarına girmiştim. Girdiğim bölümü bitirdiğimde ya mezun olduğum öğretmen okullarına meslek dersleri öğretmeni, ya da İlköğretim Müfettişi olacaktım.

Okula girdiğimde yatılık kaldırılarak bursluluğa çevrilmişti. Okulu üç yıl burslu olarak okudum. Yaşanan boykotlar nedeni ile 3-5 ay gecikmeli de olsa Kasım 1976 da artık okul bitmişti. “Benim okullarım/Yüksek okul” bölümünde bu durumu daha geniş anlatmıştım sanırım. Ancak okula girerken olmayı istediğimizden daha başka bir sonuç bizi bekliyordu. Benim öncelikle istediğim öğretmen okullarında öğretmenlik işi olmadı çünkü o yıllarda öğretmen okulları kapatılarak yüksek okul haline dönüştürülmeye başlanmıştı. Diğer seçenek olan İlköğretim Müfettişliği de o günkü siyasal konjoktür gereği olmadı. Mümkün olsa belki de bizi hiç atamayacaklardı.   O zamanlar burslar zorunlu hizmet karşılığı veriliyordu. Yani üç yıl burs almışsanız devletin gösterdiği yerde üç yıl çalışma mecburiyetiniz vardı. Burslu olmamız bir yerde bizim atanmamızı da zorunlu kılıyordu. Bunun üzerine bizleri Eğitim Uzman yardımcısı olarak görevlendireceklerini belirttiler. Her ne kadar düşünmediğimiz, istemediğimiz ve kendimizi hazırlamadığımız bir görev de olsa bunu mecburen kabul edecektik. Yine de sağ olsunlar bizi istemediğimiz göreve atama yapanlar en azından istediğimiz yerleri seçme konusunda  anlayış gösterdiler. Ben tercihler arasından Çorlu Lisesini başta ikametime yakın olması sebebiyle kabul ettim. Bir hafta kadar sonra Çorlu Lisesi Eğitim Uzman Yardımcısı olarak tayinim yapılmıştı. 1977 yılının ilk günlerinde Liseye giderek görevime başladım.

uzman

Doğrusunu  söylemek gerekirse mevcut durumum ve yapacağım işle ilgili ben dahil hiç kimse doğru dürüst bir fikir sahibi değildi. Neyin yardımcısı idim? Yardımcısı olacağım uzman  kimdi veya neredeydi? Niye uzman değildim veya ne zaman uzman olacaktım? Bütün bu soruların hiç birine cevap bulamıyordum ve bulamayacaktım. Kendi durumumu ve pozisyonumu kendim bilemedikten sonra başkalarına nasıl anlatacaktım. Görevim şimdiye kadar okullarda görmeye alışık olduğum müdür, müdür yardımcısı, branş öğretmeni,sınıf öğretmeni gibi bildik görevlere benzemiyordu.

yenilise

Önce kendi görevim, sınırlarım ve sorumluluklarımla ilgili dersime iyi çalışmam gerektiğini düşündüm. Bu konuda hayli başarılı olduğumu da söyleyebilirim. Okunması gereken ne varsa okumaya, görüşülmesi gereken ne kadar kişi varsa hepsi ile görüşmeler yaparak oluşturdum kendi dünyamı. Bu konuda Kabataş Lisesindeki Fahri Ünal adındaki aynı görevi yapan arkadaştan çok yararlandığımı açıkça ifade etmek isterim. O sıralarda insanlara da bilgiye de ulaşmak bu günkü kadar kolay değildi. İnternet mucizesinin daha adı bile yoktu. Yorumlama, kıyaslama, tahmin gibi usulleri de kullanarak görevimin muhtevasını ve sınırlarını belirlemiştim. Görevim aşağı yukarı bu günün okullarındaki rehber öğretmen veya psikolojik danışmanların yaptığı veya yapması gereken görev olacaktı. Durumumuzla ilgili henüz bir mevzuat yoktu ama olsun bizde islim hep arkadan gelirdi.

O yıllarda her sınıfın ders programlarında haftada üç saatlik zaman, rehberlik ve eğitsel saatlere ayrılmıştı. İşin mahiyetini yönetici ve öğretmenler de bilmediği için bu saatler her öğretmenin kendi dersindeki eksikleri tamamlamak üzere kullanılıyordu. Önce bu saatlerin amaca uygun kullanılmasına  yönelik planlama yaparak işe başladım. Her öğretmene o ay içinde sorumlu olduğu sınıfta yapacağı çalışmalara ilişkin içinde örnek form,metin, çizelge ve dokümanların bulunduğu bir dosya hazırlıyordum. Biraz yorucu olmakla birlikte öğretmenler de bundan hoşnut kalmıştı. Bu arada haftada sekiz saat de modern mantık ve psikoloji derslerine giriyordum. Bu beni hem öğrencileri tanıma  açısından hem de içimdeki öğretmenlik özlemini tatmin açısından son derece mutlu ediyordu.

öğrenciller1

Ertesi öğretim yılında bizden bir devre sonra mezun birkaç arkadaşın da yanıma ataması yapıldı. Onlarla aynı anlayış içinde çalışmalarımızı sürdürdük. Velilerle de zaman zaman toplantılar yaptık. Okul Aile birliği başkanı bundan çok memnun kaldığını söyleyip “Bunu repete yapalım hocam” deyince yabancı dil öğretmenlerine sorup repetenin ne anlama geldiğini de o sıralar öğrendim. Yöneticiler ve öğretmenlerle de diyalogumuz fena değildi. Doğan sıkıntıların da birçoğu durumumuzla ilgili belirsizlikten kaynaklanıyordu. Müdürümüz Abdullah Uçarer’le yaşadığımız bir durum hala hatırımdadır. Uygulanacak aylık programları ben mumlu kağıda yazıyor ve teksir makinesinden sekreterle birlikte çıkarıyorduk. Sömestr tatilinden birkaç gün önce ben yine daktilo ile mumlu kağıda yazdığım tatil sonrası programlarını teksir makinasından çıkarmak üzere sekretere bırakacağımı bildirdikten sonra “Tatil sonrası görüşmek üzere” hocam deyince müdür biraz şaşkın “Ne tatili Necmi bey siz yıllık izin kullanmanız gerekir o da tatil aylarında 20 gündür” deyince şaşırma sırası bana gelmişti. Gerçi durumumuzla ilgili bir mevzuat yoktu. Ama bildiğim kadarı ile -ki bu bilgiyi de Fahri Ünal’dan almıştım- öğretmenler gibi tatil yapmamız gerekiyordu. Tabi duyuma dayalı bir beyan da müdürü ikna edemezdi .Ben de Tekirdağ Milli Eğitim Müdürünün emektar şeflerinden Recep beyin  de yardımı ile arşivde yarım dosya kağıdına yazılmış olup içinde öğretmenler gibi tatil yaparlar,idari işlerde çalıştırılmazlar,nöbet tutmazlar gibi cümleler olan  kağıtçığı müdüre göstererek tatile çıkma hakkını elde etmiş oldum.

Çorlu’ya her sabah Muratlıdan 7.30 da kalkan İstanbul otobüsü ile geliyordum. Dönüşü de minibüslerle veya aynı otobüsün dönüşü ile yapıyordum. Görünüşte rahatım fena değildi. Bazılarınca belki gıpta ile bakılıyordu. Derse girmek yok, yazılı okumak, ödev vermek yok maaşını al o kadar. Ama yine de yetiştirme yurdunda olduğu gibi içimde çok ağır bir sıkıntı ve boşluk hissediyordum. Tam olarak tarif edebileceğim, belli bir süre sonra sonuçlarını görebileceğim bir iş değildi yaptığım. Öğretmen değildim. İdareci değildim. Memurda değildim. Hem bunlardan biri değildim hem de bunların hepsinden bir parça idim.

İçimdeki çelişki ve çatışmalar l978 Ocağına kadar hep sürdü. Bu arada değişen hükümetler birbirini izliyordu. O zamanı yaşayanlar Demirel’in  birinci MC ve ikinci MC,lerini, Ecevit hükümetlerini, koalisyonları, düşen ve kurulan hükümetleri çok iyi hatırlayacaklardır. Değişen hükümetlerle birlikte değişen karar ve uygulamalar da kaçınılmazdı. Bu değişim sürecinde Milli Eğitim Bakanlığına tekrar İlköğretim Müfettişi alınacağını öğrenince  hiç düşünmeden başvurdum Tabi  başvurular belirtilen  21 ile gitmek koşulu değerlendirilecekti. Bu iller de hemen hepsi Sivas ilinin ötesindeki doğu ve güneydoğu illeri idi. Bu durumu bile bile başvuru yapmamı kimseye açıklayamıyordum. Birçok kişiye göre durduk yerde rahatımı ve kurulmuş düzenimi bozuyordum.Tabi içi beni dışı başkasını yakar deyimi her halde bu gibi durumlar için söylenmişti