2024 YILINA GİRERKEN

Ta çocukluğumuzdan beri her yılbaşı geldiğinde zihinlerimizde kazınmış bir resim vardı. İlkokullardaki ünite dergilerinde, günlük gazete ve diğer yayın organlarında görürdük o resmi hep. Yaşanmış ve bitmiş olan yılı temsilen yaşlı, yorgun, bitkin sakalı da nerede ise dizlerine kadar uzamış dertli bir kişi sırtında da heybesi ile veda ediyor ve onun hemen yanında bebek görünümlü umut dolu gözlerinden gülücükler saçan bir resim de gelecek, yaşanacak yılı temsilen karşılıyordu. Ne gariptir ki son yıllarda zihnim bana azizlik etmeye başladı sanki. Geçmiş yılın görünümünde bir şey yok ama, karşıladığımız yılı temsil eden resim de yolcu edilen yıldan daha yaşlı ve bitkin ve daha umutsuz bir görüntü haline gelmeye başladı.

Bu şaşırtıcı değişimi çok merak ettiğim için kendisi ile biraz konuşmak istedim. Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan derler ya o da içini dökmek için fırsat arıyor olacak ki hemen konuşmaya başladı:

Devamı için tıklayın “2024 YILINA GİRERKEN”

BİRAZ DA KİTAP / SEVME SANATI

Sevme Sanatı” Erich Fromm’un 1950 li yıllarda yazdığı ilk kitaplarından. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen 34 dile çevirisi yapılmış popüler bir eser. Kitap ile ilgili tanıtım cümlelerine geçmeden önce yazarın dünyasına kısa bir yolculuk yapmayı uygun buldum. 1900 yılında Almanya’da doğan Erich Fromm Yahudi bir ailenin çocuğu. Ancak 26 yaşına geldiğinde “Dini inanç ve ibadetlerimden vazgeçtim çünkü ister dini ister siyasi olsun insan ırkının herhangi bir kesimine katılmak istemiyorum.” diyerek Yahudi inancını terk ediyor. 1934 yılında Nazi Almanya’sını terk ediyor ve sonradan vatandaşı olacağı ABD’ye yerleşiyor. 1980 yılında son bulan hayatına kadar bu kıtada çalışmalarını sürdürüyor.

Fromm’u popüler kılan önemli neden ideolojiler çağı olarak bilinen zaman diliminde yaşadığı halde bir ideolog olmayışıdır. Yahudilikten, Marksizmden, psikanalizden, Taoculuktan, Budizmden yani ihtiyaç duyduğu her yerden her şeyi alıyordu. Bütün bunların ışığında “Hümanist” sözcüğü kendisini en iyi tarif ediyor diyebiliriz.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / SEVME SANATI”

VELEV Kİ

2023 yılının bitmesine ve 2024 yılına girmemize sayılı günler kaldı. Ülkemizde her yılbaşında olduğu gibi farklı kesimlerden farklı yaklaşımlara yine tanık olacağız. Bazısı kendince bunun coşkusu ile yaşamı farklı kılacak etkinlikler geliştiriyor, bazısı da kendisi bir şey geliştiremediği gibi kendi dışındakileri yargılama hakkını kendinde görebiliyor. Son derece doğal, basit, sıradan kronolojik bir olayda bile ayrışabilen, çatışma üretebilen ender topluluklardan biriyiz herhalde.

Medyadan ya da basından izlemiş olmalısınız. Rize’de bir AVM yılbaşı dolayısı ile bütün binayı hediye paketi görüntüsü biçiminde gösteren bir tasarım gerçekleştirmiş. “Elinde çekiç olan birisi etrafındaki her şeyi çivi olarak görür” diye bir söz vardır. Bu kafada ve öküz altında buzağı aramayı alışkanlık edinmiş bazıları bu süslemede gizlenmiş haç işaretini hemen görmüş. Bunu ciddiye alan bazı televizyon kanalları da bu aklı evvellere mikrofon uzatmış. Onlar da çok yetkin bir eda ile “Bunu ben de fark ettim, buraya yakışmaz, bizim inancımıza ters, böyle olursa buradan alışveriş yapmam” gibi açıklamalarda bulunuyor. İşin garibi AVM yönetimi de “Hadi oradan bu ne saçmalık” diyemiyor ve süslemenin henüz bitmediğini söyleyip daha sonra tasarıma bir şerit ve bir fiyonk ekleyip durumu kurtarmaya çalışıyor.

Devamı için tıklayın “VELEV Kİ”

BEN MİLLETVEKİLİ İKEN

Rahmetli dedem hem anlatır hem gülerdi. Adamın biri kendini “Ben Hacı Molla Memiş Efendiyim” diyerek tanıtır ya da takdim edermiş. Yakın çevresi bu adamı çok iyi tanıdığı için aynı şeyi onlara da yaptığında birisi dayanamamış ve: “Yahu arkadaş senin Hicaz’a falan gitmişliğin yok bir kere bu hacılığı geç. Mektep medrese görmüşlüğün ise hiç yok Molla da olamazsın. Efendilik ise senden fersah fersah uzak. Sen sadece kupkuru bir Memişsin” der. Toplumda insanların kendini olduğundan farklı gösterme çabaları ile ilgili ilginç bir anlatım bence.

Türk toplumunu bazıları tarif ederken “mesleksiz” nitelendirmesini yapar. “Ne iş olursa yaparız abi” birçok kişinin kullandığı ama aslında tarif edilebilir bir iş ve beceri sahibi olmadığının da bir itirafıdır. Meslek ve zanaat kavramı belli konuda eğitim görmüş ya da usta çırak ilişkisi içinde yeterli donanım sahibi olarak bu hünerlerini hem yerel hem de evrensel anlamda bir değer olarak sunulmasını anlıyoruz. Doktor, öğretmen, mühendis, terzi, tesisatçı gibi değerli uğraşları buna örnek gösterebiliriz.

Devamı için tıklayın “BEN MİLLETVEKİLİ İKEN”

BİRAZ DA KİTAP / İNSAN OLMAK

“İnsan Olmak” kitabı Engin Geçtan’a ait. Uzun yıllar önce onun normal dışı davranışlar konusunda yazdığı bir kitabını da okumuş ve çok beğenmiştim. Bu kitabını da okurken bazı bölümler ve ifadeler bana tanıdık geldi. Bilmem sizler de bir kitabı ikinci defa okurken mutlu olma durumlarını yaşıyor musunuz? Böyle durumlarda “Aaaa ben bunu okumuşum” deyip kenara bırakmıyorum. Yılların zihnimde oluşturduğu donanım ve altyapı ile adeta eski bir dostla buluşmuş gibi severek okumaya devam ediyorum.

Aynı zamanda psikiyatrist olan Engin Geçtan “İnsan Olmak” kitabının önsözünde “İnsan var olduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde yaşadığı dünyayı ve evreni tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuştur.” satırları ile giriş yapıyor.

Daha sonra kitapta; Birey ve Toplum, Ana-Baba ve Çocuk, İnsanlardan Korkmak, Öfke ve Düşmanlık, Değersizlik Duygusu, Kaygı, Sorumluluktan Kaçış, Yalnızlık, Ortak Yaşam İlişkisi, Nevrotik Kısır Döngü, Yaşam ve Ölüm, Kendini Yaşamak başlıkları altında insana ait duyguları, düşünceleri, beklentileri, problemleri, çözüm yollarını son derece açık anlaşılır bir üslupla anlatılıyor.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / İNSAN OLMAK”

KAR HELVASI

Gün geçmiyor ki ülkemizde-hem de üst düzey- kişiler ve kurumlar arasında bir garabet yaşanmasın. En son da bu Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında yaşandı. Düşünebiliyor musunuz cümle alemin tüm sorunlarını çözeceğine inandıkları bu kurumlar bizatihi sorunun kendisi oluyor bir anda. Galiba Moliere’in bir oyununda olduğunu sandığım “Mahkemeleri mahkemeye vereceğim” şeklindeki replik gerçek oluyor gibi. Bunun böyle olmasını istemiş ya da tahmin etmiş gibi Sayın Cumhurbaşkanı ve iktidar kanadı Yargıtaydan yana tavrını koydu ve hemen konuyu daha önce de bahsettiğim ipe un serme soslu tavşana bak görünümlü anayasa değişikliğine getirdi. Referandumlu referandumsuz onlarca maddesi kendi istediği doğrultuda değişen bu anayasadan -kendi yaptığı halde beğenmediğini söyleyen Nasrettin hocanın kar helvası gibi- yine iktidar kanadının şikayetçi olması ne kadar garip.

Bütün bu garabetler zincirine yıllardır sistemin omurgası diye pazarlanan seçilme çıtasını 50+1 olarak belirleyen düzenlemeden şikayetler de eklendi. Şark kurnazlığı içinde “En fazla oyu alan seçilsin ve fazla yorulmadan bu iş olsun bitsin” şeklindeki temelsiz bir söylem dillendirilir oldu. Mesela bu durumda seçime on aday katılsa, her biri yüzde on civarında oy alsa, bir tanesi de yüzde on bir alsa o seçilmiş sayılacak bu mantığa göre. Temsilde adaletmiş, demokratik meşruiyetmiş hiç önemli değil, yeter ki yüzde on biri bizim adayımız alsın. Her sıkıntıda olduğu gibi buna da adres olarak anayasa değişikliği gösterildi.

Devamı için tıklayın “KAR HELVASI”

BİRAZ DA KİTAP / KAYBOLAN BAĞLAR

Johann Hari’nin “Kaybolan Bağlar – Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler” kitabı üzerine cümlelerimiz olacak bu kez. İnsanda yabancılaşma, karamsarlık ve öfke duygularının da eşlik ettiği, hayatla ve gerçeklikler ile bağlarının zayıflaması ve nihayetinde kopması şeklinde özetlenecek depresyon olgusu üzerinde yazar kendisi ile okuyucuyu da yolculuğa çıkarıyor bu kitabında. Hayatla olan bağların kopmasının nedenleri, buna ilişkin çareler seyahatin odak noktasını oluşturuyor.

Depresyonun nedeni olarak beyindeki serotonin seviyesinin düşüklüğü gösteriliyor yıllarca. Verilen ilaçlarla bu seviye yükseldiğinde depresyonun tedavi edilmiş olacağı düşünülüyordu. Bu aşamaları bizzat yaşamış olan Johann Hari fark ediyor ki verilen bu ilaçlar insan bedeni üzerinde kimyasal bir etkide bulunuyordu. Fakat asıl önemli olan hastaya ilaçla birlikte bir hikâye sunuluyordu. İyileşmenin verilen ilaçtan mı yoksa plasebo etkisi olan hikâyeden mi olduğu ise meçhuldü. Bilim insanlarının olayı yanlış okuduğunu, ilaç şirketlerinin de bu algıyı paraya çevirerek bütün dünyaya pazarladığı yapılan birçok araştırma sonucu anlaşıldığına dikkat çekiliyor kitapta. Depresyon ve kaygının kimyasal bir dengesizlikten kaynaklanmadığını öğrenmek kendisinde dengesizlik yarattığını itiraf ediyor Johann Hari.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / KAYBOLAN BAĞLAR”

HİKAYE-İ MUHALEFET (2)

Günlerdir gündemde olan ve ilgili, ilgisiz herkesi meşgul eden “Ne olacak bu CHP’nin hali” macerası geçtiğimiz hafta yapılan olağan kongresi ile nihayet sona erdi. 13 yıllık Kemal Kılıçdaroğlu döneminin sonu ve Özgür Özel döneminin de başlangıcı oldu bu. Çok bilmişlik edası ile “Bu resmi nasıl okumalıyız” diye başlayan cümleler ile uzun uzun politik analizler yapacak durumum yok, ama sade bir vatandaş ve seçmen olarak süreçle ilgili düşüncelerimi ve duygularımı paylaşabilirim ancak.

Türk siyasetinde pek alışık olmasak da aslında çok önceleri olması gereken bir durumdur yaşananlar. Sayın Kılıçdaroğlu’nun çok kötü biri olması ile de ilgili görmüyorum bunu. Aksine dürüst, ahlaklı, çalmaz çırpmaz özellikleri ile çok da iyi bir kişi diyebiliriz. Belki de tam bu yüzden ayrılması gerekiyordu. Gerçi olayların doğal akışındaki işaretler bunu birkaç kez hatırlatmıştı kendisine ama o anlamak istemedi ne yazık ki.

Devamı için tıklayın “HİKAYE-İ MUHALEFET (2)”

BAYRAK YARIŞI

“Baki kalan gök kubbede hoş bir sadâ imiş” ya da “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” gibi deyimler yaş ilerleyip yetmişi de aştıktan sonra dilimizden daha fazla dökülmeye başlıyor. Eskiden her sayfasını çevirdiğimizde bizi geçmişe götüren albümler vardı. Onların yerini şimdi parmakla kaydırılan ekranlar aldı. Bu albümlere artık pek itibar edilmez oldu. Ama benim için bu fotoğraflar çok değerli olduğu için bir türlü kıyıp atamıyorum. Saklamak daha kolay olsun diyerek bir sandıkta -daha doğrusu büyük bir plastik kapta- depoladım onları. Zaman zaman o kutuyu açar, resimleri etrafa yayar ve geçmiş zaman yolculuğuna çıkarım. Özellikle siyah beyaz fotoğraflar beni kendilerine çok daha fazla bağlar. Çünkü onlar çok daha uzun bir geçmişe tanıklık etmişlerdir. Hatta bazılarını bizzat kendimin çektiği, evimde ve çalıştığım okullarda kurduğum karanlık odadaki düzeneklerle tabettiğim fotoğraflar olması hasebi ile onlarla daha farklı bir münasebetim vardır.

İşte yine bir gün böyle duygular içinde fotoğraflar arasında yolculuğum sürerken kendimi birden 1966 sonbaharında buldum. Aradan tam 57 yıl geçmesine rağmen anılar tüm tazeliği ile zihnimde canlandı. Edirne’de öğretmen okulu son sınıfındayız. Sınıfça yapmış olduğumuz bir İstanbul gezisi ile ilgili idi bu fotoğraflar. Resim öğretmenimiz Tayyip beyin objektifi ile daha kalıcı hale gelen bu gezi beni adeta büyülemişti. Eskilerin deyimi ile İstanbul’un İstanbul olduğu zamanlardı o yıllar. Yani iki milyon civarında insanın yaşadığı bir şehir. Talanın, rantın, yağmanın tam olarak esiri olmamıştı henüz bu kent.

Devamı için tıklayın “BAYRAK YARIŞI”

AHLAKLI OLMAK YA DA OL(A)MAMAK

Kişisel ve toplumsal yaşamımızda insanların yapay ya da doğal olarak kümeleştiklerine, gruplaştıklarına tanık olmaktayız. İnsanlar da duruma göre bazen istekli bazen de zoraki bu grupların içinde, dışında ya da karşısında yer alabilmektedir. Bu gruplar zamanın ve ortamın şartlarına göre siyasi, etnik, dini vb. özellikler göstermektedirler. İnsanoğlu da içinde veya karşısında olduğu grupla ilgili çoğu şartlanmışlık ve önyargılardan oluşan tutumlar sergilemektedir. Bunca yıllık gözlemlerime, tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki bu tür kümeleşmeler-hele hele son yıllarda- bana hiç çekici ve inandırıcı gelmiyor. Şöyle göğsümü gere gere dört başı mamur destekleyeceğim bağlanacağım bir yapılanmayı ne yazık ki pek göremez oldum. Hep ehveni şer ile yetinmek durumunda hissediyorum kendimi. Söylemlerine bakınca adeta tapılacak kadar kendine hayran bırakan yapılanmaların biraz üzerini kazıyınca, biraz samimiyet testine tutunca hayal kırıklığı kaçınılmaz oluyor.

Bütün bunların sonunda ben de kendi grubumu kendim yapmaya karar verdim. İnsanları ve kümelenmeleri de bu doğrultuda test etmeye başladım. Ben artık insanları da grupları da iki kategoride düşünüyor ve değerlendiriyorum. Ahlaklı olanlar ve -hadi ahlaksız olanlar demeyelim- yeterince ahlaklı olamayanlar şeklinde sınıflandırma yapıyorum. Hemen eklemeliyim ki ahlak kavramını birçok kişinin düşündüğü gibi uçkur ve bel altı konuları ile sınırlı saymıyorum. Ben ahlaklı olmak deyince adaletli olmak, saygılı olmak, sevgi dolu olmak, merhametli olmak, vicdanlı olmak, şefkatli olmak, özü sözü bir olmak, barışçıl olmak, empatik olmak gibi insani olan bütün vasıflara sahip olmayı anlıyorum. Bütün bunları taşıyor ve yaşamında içselleştirmiş insan hangi grupta ya da yelpazede yer alırsa alsın bana göre en makbul ve muteber insandır. Bütün bunların yoksunluğu içinde olanları da diğer gruba dahil ediyorum.

Devamı için tıklayın “AHLAKLI OLMAK YA DA OL(A)MAMAK”