4+4+4

Eğitim üzerine “Kesintili mi olsun , kesintisiz mi olsun”,  “4+4+4 mü, 1+8+4 mü 5+3+4 mü olsun” tartışmalarının alevlendiği son günlerde  büyük oğlum Dinçer’in “Baba bu konu senin alanına girmez mi? blogunda böyle bir yazı yazmak sana yakışır” hatırlarması üzerine bu konuda bir şeyler karalamak artık farz oldu diye düşünerek bu satırları yazmaya  karar verdim.

Aralarına artı işaretlerini koyarak bazı rakamların yanyana getirilmesi üzerine sürdürülen tartışmalar bana fanatik taraftarların futbol maçı öncesi yaptıkları hararetli tartışmaları hatırlatttı. “Fatih hoca bu takıma 4-2-4 ü oynatamıyor arkadaş” ya da “3-5-2  ile bu takım dünyada maç alamaz” şeklinde saatlerce süren tartışmalar bana gerçekçi olmayan boş laf yığını gibi gelmiştir hep. Bana göre oyuncuların sahada dizilişlerini ifade eden bu rakamlar kadar her bir oyuncunun kişisel futbol kalitesidir sonucu getiren. Yoksa aynı taktiği uygulayan ya da aynı dizilişe göre sahada top koşturan takımların benzer sonuçları alması gerekirdi. Örneğin Brezilya ile aynı taktiği uygulasanız da onlar dünya kupalarının değişmez finalistleri olurken bizim de tarihimizde hatırladığım kadarı ile tek bir üçüncülüğümüzle avunmamızı birazda kaderin ve tesadüflerin bir armağanı olarak kabul edebiliriz sanırım.

Aynı değerlendirmeyi 4+4+4 kesintili zorunlu eğitim için de yapmak mümkün. Önemli olan bence eğitimin kesintili ya da kesintisiz olmasından çok aralarına artı işareti konan ve her bir yılı ifade eden rakamların içlerinin nasıl doldurulacağı meselesidir. Konuya yine her zamanki geleneksel alışkanlığımız olan ön yargılı ve niyet okumacı bir yaklaşımla yaklaşanlar halen uygulanmakta olan sekiz yıllık zorunlu eğitimin 28 Şubat döneminin ürünü olduğunu ve imam hatiplerin önünü kesmek için düzenlendiğini belirtirken, şu anki 4+4+4 uygulamasını da imamhatiplerin önünü açma hamlesi olarak değerlendirmektedir. Tabi yasa önerisini hükümetin değil de  İmam Hatip Lisesi Mensuplar Derneği (ÖNDER) nin hazırlaması, AK Partinin bu öneriyi sahiplenmesi ve bunun  tam da dindar nesil yetiştirme misyonunun tartışıldığı günlere denk düşmesi de şüphesiz bu kuşkuyu güçlendirmektedir.

Oysa bir ülkenin eğitim sistemini derinden etkileyecek bu tür düzenlemelerin birilerinin önünü kesmek ya da birilerinin önünü açmak gibi küçük hesapların dışında tutulması gerekmektedir. Benimsenecek eğitim modellerinin felsefi, bilimsel, pedegojik temelleri çok iyi tespit edilmelidir. Yoksa özgürce düşünebilen,düşündüklerini özgürce açıklayabilen, yaratıcı ve eleştirel düşünceye sahip, bağımsız seçimler yapıp kararlar verebilen,evrensel demokrasi anlayışını benimsemiş insanlar yerine “Düşünen kafalara şeytan üşüşür.büyüklerimiz bizden iyi düşünür” deyiminde olduğu gibi biat kültürünü benimseyen bireyler yetiştiren bir sistem adı ne olursa olsun bireye de ülkeye de bir yarar sağlamayacaktır.

Yaklaşık 15-20 yıllık bir geçmişi olan kesintisiz zorunlu eğitimden önce de zorunlu olan kısmı beş yıl olan ve kesintili bir eğitim modelinin uygulandığını orta yaş grubunda olan herkes bilmektedir. Hatta daha gerilere gidecek olursak 60-70 yaş grubunda olanlar cumhuriyeti kuranların gerçekten çok iyi bir eğitim omurgası kurduklarını da hatırlayacaktır. O zamanlar 5 yıllık bir zorunlu eğitimi üç yıllık bir ortaokul eğitimi izlemekteydi. Beş yıllık zorunlu eğitimi ya da ardından üç yıllık bir orta okulu bitirenler şu anda hatırlayabildiğim kadarı ile İlköğretmen okulu, Ticaret lisesi,Sanat okulu, Ziraat okulu, İmam hatip okulu gibi meslek okullarına ya da şu andaki düz lise dediğimiz okullara giderdi. Tabi bu okullara gidişte bilimsel bir yönlendirmeden çok bu okullara ulaşabilme imkanı, kısa yoldan hayata atılma beklentisi, parasız yatılılık durumu gibi etkenler önemli oluyordu. Bu okullar içinde sadece liseyi bitirenlerin üniversiteye girme hakları vardı. Diğer meslek okullarını bitirenler sadece kendi kulvarlarında açılan İktisadi Ticari ilimler akademisi, Teknik Yüksek Öğretmen okulu,Eğitim Enstitüsü,Yüksek İslam Enstitüsü gibi yüksek okullara gidebiliyordu. Az sayıda da olsa lise fark derslerini bitirenlerin  üniversiteye girdiği oluyordu. O sıralarda üniversite giriş problemi de ve onun etrafında şekillenen dersane sektörü de oluşmamıştı.

Zaman içinde “ Ben onun verdiğinin beş fazlasını vereceğim” biçimindeki vaadlerle uygulanmaya başlanan popülist politikalardan eğitim kurumları ve eğitim sistemi de nasibini aldı. Gelinen son noktada ”Bütün ortaöğretim kurumlarını bitirenler üniversiteye girebilmeli” gibi kulağa çok da hoş gelen uygulama ülkenin gençlerine sağlanmış büyük bir hakmış gibi sunuldu. Oysa herkes biliyordu ki ünversiteye girmek ile sınava girmek çok farklı şeylerdi. Sınava giren iki milyona yakın öğrencinin belki yüzde beşi, onu gerçekten ülke ve dünya ölçeğinde eğitim alıyor,  geriye kalanlar ya hiç giremiyor ya da puanının  yettiği bir anadolu kasabasında yüksek ortaokul diyebileceğimiz bir yerle yetinmek zorunda kalıyordu. Sonuçta da istatistiklerde eğitimli işssizler ordusunun sayıları içine dahil oluyordu. Elbette daha önceki sistem mükemmel değildi. Birçok eksikleri yetersizlikleri vardı. Ancak onun ana omurgasını ve genel felsefesini zedelemeden eğitimi daha kaliteli hale getirecek, -kesintili ya da kesintisiz olması hiç farketmez- eğitim düzeyini ve süresini yükseltecek tedbirler alınabilirdi.

Benzer kaygılar 4+4+4 olarak öne sürülen sistem için de ileri sürülebilir. Yani ilk dört yıldan sonra başlayan yönlendirme ile birlikte 7-8 yıl mesleki eğitim alan bir öğrenciye: “Belki sen yanılmış olabilirsin, üniversite sınavlarına da bir gir de  artık gerçek ilgi ve yeteneğine uygun bir eğitimi al” demek o zamana kadar kendisinin aldığı eğitimin üzerine kalınca bir çizgi çekmek anlamına gelmiyor mu? Ayrıca üniversite sınavları ve sınavlar sonunda alınan puanlara göre yapılan tercihlerin ne derece sağlıklı olduğu da tartışma konusudur. Ben üniversiteye giriş konusunda yapılan tercihleri cebinde sınırlı parası olan birinin  lokantada yaptığı yemek tercihine benzetiyorum. Böyle bir kişi biz de olsak ilk yapacağımız şey menüde ihtiyacımız olan ya da sevdiğimiz yemeğin adına bakmadan önce karşılarındaki fiyatlara bakıp cebimizdeki para ile karşılaştırıp siparişi ona göre veririz. Bu da büyük ihtimalle çorba ve makarna türü bir şey olurdu. Böylesi alafranga başlayıp alaturkaya dönüşerek arabeksleşen bir eğitim uygulaması dünyanın hangi ülkesinde vardır doğrusu çok merak etmekteyim. Farklı kurumlarda farklı amaçlarla farklı eğitimler alarak 18 yaşına gelen bireylerin aynı sınava sokulması verilmiş bir hakmıdır yoksa bir teselli armağanı mıdır çok düşünülmeye değer bir konudur. Ama herkes bilirki eşit olmayan koşullarda uygulanan eşitlik hiç bir zaman eşitlik olamaz

Herkesi uzaktan yakından ilgilendiren böylesine ciddi bir konunun biraz oldu bittiye getirilmek istendiği gibi bir kuşkuya düşmemek elde değil. Bir taraftan herkesi ilgilendirdiği için çok katılımcı olunması gerektiği ileri sürülürken,bir yandan da kuşku ve tereddütleri dile getiren belkide en tuzu kuru sivil toplum örgütü TÜSİAD bile “Bu sizin işiniz değil, sizin dediğiniz değil halkın dediği olur” biçiminde Başbakanınmızdan fırçayı yedikten sonra katılımların sadece onaylama biçiminde olması gerektiğini anlamak için müneccim olmaya da gerek yok sanırım.

Sonuç olarak her türlü popülist anlayıştan uzak, kendi  değerlerinden ödün vermeden dünya ile bütünleşip, rekabet edebilecek bireylerin yetişmesini sağlayacak şekilde doldurulmalıdır sisteme tekabül eden senelerin içi. Önerilen ve tartışılan yeni sistemin çağdaşlaşma projesi mi, yoksa cahilleşme projesi mi olduğunu zaman gösterecektir. Herkes bilir ki cehaletlerin de en tehlikelisi tahsil ile gerçekleştirilmiş olanıdır.

TABLET

“Yemeklerden sonra tok karınla günde üç tane alacaksınız” diye doktorunuz tarafından önerilen veya eczacılar tarafından kalın ve koyu kalemlerle ilaç kutusunun üstüne yazılan cümlelerdeki anlamından farklı bu kez kullandığım başlığın konusu. Geçtiğimiz ayda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Fırsatları Araştırma, Teknolojiyi İyileştirme Hareketi  adıyla başlatılan ve kısa adı  FATİH projesi olan uygulama kapsamında törenle 17 ildeki 52 okula, 13 bin tablet bilgisayar ve 500 akıllı tahta dağıtıldı. Görsel ve yazılı basında uygulamanın olumlu yönlerini öne çıkaran yorumlar olduğu gibi, temkinli ve tereddütlü yorumlar da dikkati çekiyordu. Benim de zaman zaman konuk yazar olarak yazılarımın yayınlandığı, Malkara “SAYGIN” gazetesinin müdavim yazarlarından değerli dostum Yavuz Yalçın’ın da  geçtiğimiz günlerde aynı konuda ve aynı başlıkla bir yazısını okudum. Yavuz bey projenin önce olumlu yanlarını sıraladıktan sonra, kuşku duyduğu yönleri de son bir kaç cümle ile ifade etmişti.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben ne getireceği,ne götüreceği hesaplanmamış her yeniliğin hemen benimsenip uygulanmasının doğru olmadığına inananlardanım. Yani bu konuda  biraz daha temkinli ve tutucu biz çizgide görüyorum kendimi. Hepimiz biliyoruz ki bir heves ya da özenti ile başlayan bu tür uygulamaların olumsuz sonuçları bazen çok kısa bir süre sonra, bazen de uzun yılların ardından blançomuzun zarar hanesinde yer alabilmektedir.

Çocukluğumuzun köy yaşantısı içinde evimizin fırınında yapılan esmer köy ekmeğinin yerine kasabaya gidenlere ısmarladıklarımızın ilk sırasında yer alan beyaz ya da francala dediğimiz ekmeğe duyduğumuz özlem hala aklımdadır. Oysa bu gün benim esmer, kepekli köy ekmeğimin yararları saymakla bitmiyor. Yıllarca kolesterolün gerekçesi olarak gösterilen yumurtanın itibarı ise çok yakın bir zaman önce iade edildi.

Okullardaki geleneksel ders aracı olan siyah tahta ve beyaz tebeşir  çok ilkel bulunulup onlarla beyaz parlak metal yazı tahtası ile keçeli kalemlerin  adeta bir kampanya ile yer değiştirdiğini hepimiz hatırlarız. Ama parlak tahtaya yazı yazmanın şekil çizmenin zorluğu yanında kullanılan kalitesiz keçeli kalemlerin kanserojen madde içerdiğini öğrenmemiz uzun sürmedi. O zaman elbisemizi beyazlattığı için terkettiğimiz tebeşire biraz haksızlık ettiğimizin farkına vardık.

Okullarımıza bilinçsizce alınan bilgisayarların bir çoğu işlevleri, kalitesi,ve modeli iyi araştırılmadığı ya da “aman kullanılısa bozulur” endişesinden kısa bir süre sonunda teknolojik atıklar arasında yerini aldığı günleri de yaşadı bir çoğumuz

Üniversite sınavları, Anadolu lisesi sınavları, tek aşamalı mı olsun yoksa çift aşamalı mı olsun gel-gitleri….  Alfabenin bir çok harflerini kullanarak oluşturduğumuz YGS,SBS, STS, ÖSS.ÖYS.OKS….. rumuzlarının açılımını kavramakta zorlandığımız günler hafızalarımızda hala canlılığını korumaktadır.

O yüzden de ben değişime biraz kuşkulu yaklaşırım. Bilirim ki her değişim ya da yenilik gelişim ile sonuçlanmayabilir. Hele hele günü kurtarmak için yapılan değişimlerin faturası gelecek nesiller tarafından misliyle ödenmek durumundadır.

Bütün bulardan benim iflah olmaz bir “yenilik düşmanı” ya da “ istemezükçü” olduğum sonucu da çıkarılmamalı elbet. Anlatmak istediğim eğitim dahil her alanda yapılacak değişikliklerin ihtiyaç, muhteva, maliyet, sonuç gibi unsurlarının en iyi biçimde değerlendirilmesinden sonra tercihlerin bu doğrultuda gerçekleştirilmesidir.

Eğitim politikalarının en önemli ve belirleyici unsuru bana göre öğretmendir. Öncelikle bu unsurun kalitesini ve verimini yükselmek gerekmektedir. Mesleki yaşantımız sırasında hepimizin paylaştığı ”uygun bir programın,yeterli araç gerecin olmaması halinde dahi nitelikli bir öğretmenin kaliteli bir eğitim yapacağı gibi, en iyi program, en zengin araç gereç olsa bile bunları amaçlar doğrultusunda kullanabilecek vasıfta bilgili ve birikimli bir öğretmeniniz yoksa olumsuz sonuçlar almanız kaçınılmazdır” şeklindeki  değerlendirme hala geçerliliğini korumaktadır.

HEPİMİZ YEŞİLİZ

“Bir gün Temel veya İdris” diyerek başlayan birçok fıkrada karadeniz insanının hazırcevaplılığına, yaratıcılığına, zekasına ve mizah anlayışına tanık olmaktayız. Bazen o yöreye ve o kişilere ait olmasa bile oraya maledilmiştir bu mizh küpü hikayecikler. Ben de yine yazıma çok önceleri duyduğum bir karadeniz fıkrası ile başlamak istiyorum.

Temel’in yolu bir gün Amerika’ya düşer. Amerika’da o zamanlar ırk ayrımının en yoğun yaşandığı, herkesin eşit olduğu ama beyazların çok daha fazla eşit olduğu günler yani. İşte böyle bir ortamda bir otobüse seyahat etmek üzere binen Temel siyahlarla beyazları önde ve arkada oturmak üzerine kavgaya varan derecede tartışmakta olduğunu görür. Gördüğü bu ayırımcı tavır karşısında Temel önce “Durun beni dinleyin” diye yüksek sesle bağırdıktan sonra: “Ne demek önde oturmak, arkada oturmak, ne demek siyah beyaz ayırımı, hepimiz insanız, hepimiz eşitiz, illaki renkli olunacaksa burada ve bundan böyle hepimiz yeşiliz” biçiminde bir çıkış yapar.. Bu çıkış bütün yolcular tarafından alkışlanır. Sükuneti sağladıktan sonra Temel söylevini “Hepimiz yeşiliz anlaşıldı değil mi?”diye tamamladıktan sonra da  “Şimdi de koyu yeşiller arkada, açık yeşiller önde otursun bakayım.” diyerek aslında hiçbir şeyin değişmediğini veciz olarak da anlatmış olur

Bu girişin ya da fıkranın bana hatırlattığı şey zihniyetinizi değiştirmedikçe kuralları kanunları değiştirmenin pek işe yaramayacağı algılamasıdır. Bir çok insan mevcut sıkıntıların ardında yetersiz ve ihtiyaca cevap vermeyen yasaları görmektedir. Bunda mutlaka bir gerçek payı olsa bile  bana fazla inandırıcı gelmiyor. Yıllardır birçok kişi ülkemizin ve hatta kendilerinin başına  gelen bütün musibetlerin kaynağı olarak 1982 anayasasını görmekte, bu anayasanın üçte ikisi değiştiği halde hala çekilen sıkıntıları bununla açıklayıp yeni anayasanın vazgeçilmez bir çözüm olduğu konusuna herkesi inandırmaya çalışmaktadır. Ne yazık ki yeni anayasa hazırlıkları bu kadar  gündemde tutulmasına karşın bununla ilgili yapılan hazırlıklar toplumun birçok kesiminde yeterli karşılık bulamamaktadır. Hele sade vatandaşın hiç umurunda bile değildir. Bir ülkeye en iyi anayasayı getirseniz dahi  zihniyetler değişmediğinde, hiç anayası olmayan ülkeler kadar özgürlük ortamı sağlanamayabilir..

Bütün  sorumluluğu kanunlara ve kurumlara bağladığınızda  kuralların değişmesi halinde anlayışlar değişmediği sürece sonuç ülkemiz insanı için çok büyük bir hüsran olacaktır. Söz gelimi şu sıralarda özgürlüklerin kısıtlanması ve infaza dönüşen tutuklulukların yaşanması konusunda devlet güvenlik mahkemesi benzeri olan özel yetkili mahkemeler sorumlu gösterilmekte ve bunların lağvedilmesi dahi istenmektedir. Bence  önemli olan mahkemenin şu veya bu ad altında olmasından çok bağlı bulundukları sağlam hukuki zemin ile birlikte yargıç ve savcıların kafalarındaki oluşan –ya da oluşamayan- evrensel hukuk anlayışıdır. Yoksa ,aynı kişiler aynı kanun ve kurallarla Özel yetkili mahkemenin değil de, bilmem kaçıncı ağır ceza mahkememesinin görevlisi olsa yine hiç bir şey değişmeyecektir. Ben bunu bilir bunu söylerim o kadar.

“ALLAH’IN SOPASI YOK”

Başlık olarak aldığım “Allah’ın sopası yok”  ifadesi bir çoğumuzum çok iyi bildiği gibi özetle  bazı olay ve durumlardan  insanların ders çıkarması, özeleştri yaparak benzer yanlışları bir daha yapmaması, tüm insanlara karşı empatik bir tavır geliştirmesi gerektiğini anlatan bir deyimdir. Böylesi olay ve durumları her insan hayat serüveni içinde yaşamış veya kendisine yaşatılmıştır.

Bu deyimi bana hatırlatan da son günlerde yaşanan bir olay oldu. İstanbul Özel yetkili savcılığınca MİT müsteşarı Hakan Fidan ve emekli olmuş olan iki yardımcısı şüpheli sıfatı ile ifadeye çağrılıyordu. Ben bunun flaş bir haber biçiminde ve son dakika gelişmesi olarak aktarılması karşısında doğrusunu söylemek gerekirse pek fazla şaşırmadım. Çünkü son aylarda böylesi haberlere  o kadar alıştık ki bütün bunlar günlük hayatımızın sanki rutini haline gelmeye başlamıştı. Tabi herkes böyle düşünmemiş olacak ki her kesimden tepkiler de farklı oldu. Özellikle hükümet kanadında çok şaşırtıcı tepki ile birlikte bunun akabinde yoğun bir  ilişki zincirine tanık olduk. MİT müsteşarı, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet bakanı, arasında adeta bir mekik diplomosisi diyebileceğimiz bir  trafik yaşandı. Etkili ve yetkili kişiler arasında: “Olamaz, olmamalı, usule uygun değil, onun yargılama şekli farklı olmalı” gibi yorumların yanında, konu ile ilgili değerlendirmeyi“ Bu başbakanın yargılanması anlamına gelir” noktasına getiren yazar çizer takımı bile vardı.

Oysa  çok değil bir kaç hafta önce  aynı şekilde eski genel kurmay başkanı da benzer durumu yaşadığında ve yine mahkemelerin yetki tartışmaları dile getirildiğinde; “Konu yargıya intikal etmiştir, bırakalım da hukukun kendi mecrasında ilerlemesine izin verelim” şeklindeki değerlendirmelerle uygulama bir biçimde sahiplenilmişti. Adeta turnusol kağıdı işlevini gören iki olay karşısında ilkeli bir duruşu çok az kişi sergileyebildi. Bu konuda her zaman hükümet yanlısı tutumu ile tanıdığımız Nazlı Ilıcak’ın bile ilkeli bir tutum sergilemesi beni bile şaşırtmıştı. Hükümet cenahından ilk olay karşısında hiçbir tepki geliştirilmezken ikinci olayda 48  saat içinde kişiye özgü çozüm içeren yasa teklifi açıklanmıştı bile. Her ne kadar hukuki bir cümle gibi görünse de özünde” Bazı kurumlar ve kişiler  başbakan izin verirse yargılanır izin vermezsse yargılanmaz” şeklinde algılanabilecek bir düzenleme ile konu halledilecekti. Bu durum yargı bağımsızlığı ya da kuvvetler ayrılığı ile ne derece uyumlu herkesin takdirine kalmış bir konu. Olayın diğer insanları anlama, ve bir özeleştri yapma gerektirdiği düşüncesi ile yazımın başlığına bu yüzden” Allahın sopası yok” cümlesini koydum.

Olaylara  benim doğrularım senin doğruların olarak yaklaşmanın son derece sağlıksız yaklaşım olduğunu düşünenlerdenim. “Gördün mü eden bulur” mantığı ile de  hiç bir sorunu çözmek mümkün değildir. Yani iki yanlıştan bir doğru çıkmaz. Hukuku herkes için aynı samimiyetle etkin biçimde uygulanmasını istemek her yurttaşın beklentisi, yönetimlerin de görev ve sorumluluğudur.

Sözün özü rövanş adaleti,adil olmayan adalet ve geciken adalet, adalet değildir.

DİNDAR BİR NESİL YETİŞTİRMEK

Geçtiğimiz günlerde Sayın Başbakanımız  İl Başkanları ya da grup toplantısında Muhalefet partisi liderine ver yansın ederken muhafazakar demokrat parti olarak özetle dindar nesil yetiştirmek gibi bir misyonu olduğunu söyleyiverdi. Başkasından duymuş olsam “Abartmışsındır,Başbakan’ın mutfağı çok kalitelidir onun önüne böylesi bir metni okumak üzere hazırlamazlar” diye düşünürdüm. Fakat bizzat kendim dinleyince bir an kulaklarıma inanamadım. Tam da AKP’nin gizli ajandası var diyenleri haklı çıkaracak bir beyan hani. Sayın Başbakanımızın birden partililerin gazına gelerek biraz da trübünlere oynamak amacı ile yazılı metnin dışına çıkarak sürçü lisan etmiş olabileceği kuşkusuna kapıldım.

Gerçekten bir siyasi partinin özellikle iktidardaki bir siyasi partinin dindar nesil yetiştirmek gibi bir misyonu olabilir mi? Dindarlık tanımının içine kimler neyi sokmaz ki? Sonra nasıl, ne kadar,kime göre,  kimin gibi dindar  yetiştirilmek isteniyor. Bunun ölçüsü gramajı nedir? soruları hücum etti beynime. İran gibi mi,Irak gibi mi, Mısır gibi mi Suudi Arabistandaki gibimiydi anlatılmak yada yetiştirilmek istenen neslin fotoğrafı. Belki yüzlerce binlerce dindarlık tanımı vardı ve kastedilen hangisi idi? Aslında buna en çok şaşıran üzülen ve tepki vermesi gerekenlerin başında kendini gerçekten dindar hissedenler olmalı diye düşündüm. Çünkü gerçek dindarların dini tamamen Tanrı ile kendi arasında yaşayıp iktidarların payandası olarak kullanılmasından en çok onların rahatsızlık duyması gerekirdi.

İnsan yetiştirme sistemlerine baktığımızda ülkelerin çağın özelliklerine,toplumların ihtiyaçlarına göre bir nesil yetiştirme gayretleri hep olagelmiştir. Önceleri insanların temel gereksinmelerini karşılamak için iyi avcı  yetiştirmek, daha sonra iyi savaşçı yetiştirmek gibi amaçların ardından dindar insan yetiştirmenin de hedeflendiği sistemleri geçmişte yaşamıştır insan toplulukları. Tabi bunların yüzlerce sene önce terkedildiğini bugünün çağdaş dünyasında  özgürce düşünebilen,düşündüklerini özgürce açıklayabilen, yaratıcı ve eleştirel düşünceye sahip, bağımsız seçimler yapıp kararlar verebilen,evrensel demokrasi anlayışını benimsemiş insanların yetişmesini hedeflemektedir gelişmiş toplumlar. Zaten birey bu noktaya geldiğinde neye nasıl ve ne kadar inanacağına ya da ne kadar dindar olabileceğine kendi özgür iradesi ile karar verecektir. Ona birilerinin kendine göre dindarlık elbisesi giydirmesine de gerek kalmayacaktır. Yani yıllar önce Cumhuritet için talep edilen “fikri hür,vicdanı hür, irfanı hür” nesillerden de kastedilen tam olarak budur.

Sayın Başbakanımızın arada bir böyle gündem yaratacak beyanları en çok da onu destekleyen ve kendilerine liberal denen yazarları sıkıntıya sokuyor.  Mutlak destekçi yada yetmez ama evetçi   takımı çok zor durumda kalıyor. Tam olarak arkasındayız doğru soylemiştir de diyemiyorlar tam olarak karşı da çıkamıyorlar “İşin evveliyatını incelemek lazım, o niyetle değil de bu niyetle söylemiştir, aslında demek istediği öyle değildi”  gibi bir takım “çevirin kazı yanmasın” manevraları yapmak zorunda kaldıklarını görünce bir zamanlar önemli birinin  yine önemli bir kişi için söylediği “Allah onun durumuna kimseyi düşürmesin” duasını mırıldanıyorum.

Tabi bütün buların ardından klasik olarak ”Ne yani ateist bir nesil mi yetiştirelim  ?” ucuzculuğu ve kolaycılığı ile köşeye sıkıştırılma sorularına  muhatap olmak da istemem. Hiç kimsenin zaten böyle bir isteği de iddiası da olamaz. Dini de dindarlığı da Allah ile kul arasındaki o mübarek istikametteki vicdanlara terketmek en doğru olanı belki de. Ve bırakalım da  hiç gölge etmeden insanlar ne kadar ve nasıl dindar olacaklarına kendileri karar versinler. Cumhuriyetin aydınlanmacı felsefesi ile bu yol bir ölçüde zaten açılmıştı. Eğer bu gün bir Mısır, bir Irak, bir Libya gibi olmuyorsak bunu da her gün bir yerini hırpalamaya, aşındırmaya çalıştığımız cumhuriyete borçlu değil miyiz?

HEPİMİZ HRANT’IZ.. HEPİMİZ ERMENİYİZ.. DE..

19 Ocak 2012 tarihinde, 5 yıl önce öldürülen Agost gazetesi yazarı Hrant Dink hem anıldı, hem de 5 yılda sonuçlanan mahkeme kararı protesto edildi. Uzun süren yargılama sonucu, öldüren kişi ömür boyu hapse, birlikte yargılananlardan bir kaçı daha az bir cezaya çarptırılmıştı. Cumhurbaşkanından kültür bakanına, Bülent Arınç’tan sade vatandaşa herkes bu karar konusunda vicdanların rahat olmadığını belirtiyordu. Hatta yargılayan mahkemenin yargıcı da bu kervana katılınca durum daha garip ve karmaşık bir hale geldi.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben bu sonuca fazla şaşırmadım. Hatta bardağın dolu tarafından değerlendirdiğimde bir ölçüde tatmin olduğumu bile söyleyebilirim. Ülkemdeki adalet sisteminin işleyişine baktığımda kaçıncı dalgada olduğunu unuttuğumuz ve her bir dalgasının binlerce sayfa iddiaanamesi, arabalar dolusu klasörlerle ekleri olan ve bitmek üzere değil de sanki bitmemek üzere başlanmış Ergenekon yargılamalarını gördükçe, yıllarca süren mahkeme ve tutuklama maceralarını izledikçe, söz konusu Deniz Feneri olunca standartlar değişiverince, 10-15 yaşında kendi isteği ile tecavüze uğradığı gerekçesi ile kız çocukların tecavüzcülerinin cezalandırılmadıklarını okuyunca, dünyada en fazla gazeteci tutuklusuna sahip olduğumuzu, AİHM’de en çok yargılanan ve en fazla tazminat ödemeye mahküm olan ülke olduğumuzu hatırladıkça, bu kadar en,en…lerden sonra en azından Hrant Dink’in katilinin kısa bir süre içinde yakalanmış olması uzunca süren bir yargılama sonucu da olsa cezalandırılmış olmasından teselli bulduğumu söyleyebilirim. Yoksa geçmişimizde hiç de yabancısı olmadığımız en…lerimiz arasındaki fail-i meçhulller arasına da karışması işten bile değildi.

Tabi bu konu ile ilgili tepkilerin de anlayışla karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Bir insanın, her ne sebeble olursa olsun, hayatına son verilmesi lanetlenecek en büyük kötülüktür. Bırakınız masum ya da zanlı bir kişiyi, suçu sabit görülerek ölüme mahküm birinin infaza götürülmesi anında dahi katledilmesinin masum bir insanı katletmekten farklı olmadığını düşünenlerdenim. ”Zaten haketmişti, zaten asılacaktı” gibi bir açıklama inandırıcı olmaktan son derece uzaktır. Her ne kadar “Hepimiz Hrantız hepimiz Ermeniyiz” cümlesini kurup pankartını taşımamış isem de  bu acıyı yaşayanların yanında, yaşatanların da karşısında durulması gerektiğine inanananlardanım. Bu acıyı anlamak ya da tepkileri dile getirmek için sadece insan olmak da yetebilir.

Aslında ben bu konu ile de ilişkili olarak başka bir gözlem ve tespitlerimi paylaşmak isterim. Galiba bizim millet olarak öfkeleri, sevinçleri, kaygıları hep uçlarda ve abartılı olarak yaşamak gibi bir özelliğimiz var. Bunları yaşarken de benzer durumlarda başkalarından aynı yakınlığı bulamayınca  hayal kırıklıklarının yaşanması da kaçınılmaz oluyor.

Hafızalarımıza kısa süreliğine de olsa bir tarih yolculuğu yaptırdığımızda bir çoğumuz İttihat ve Terakki’nin önde gelen üçlüsü Talat, Cemal ve Enver Paşaların koskoca imparatorluğu hiç  yoktan Birinci Dünya Savaşı’na soktuklarını  ve ardından da yurdumun insanlarını tarifsiz acılarla başbaşa bırakarak ülkeyi terkettiklerini hatırlayacaktır. Talat Paşa’nın savaş sırasında  mütteffikimiz olan Almanya’ya sığındığı 1921 yılında bir Ermeni militanı tarafından katledildiğini, akabinde birkaç günlük bir yargılanmadan sonra katilin  beraat ettiği hususu da hafızalarda tazeliğini korumaktadır. 1973 yılından itibaren Asala terör örgütü tarafından şehit edilen kırka yakın Türk diplomatının failleri hakkında nasıl bir yargılama yapıldığından da bir çoğumuzun haberi bile yoktur. 1992 yılında Azerbeycan’ın Hocalı kasabasında 600’den fazla sivilin –ki bunların 83’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’ten fazlası yaşlıdır- katli sonucunda da nasıl bir yargılama yapıldığı konusunda da hiç bir bilgimiz bulunmamaktadır. İşin belki de en hazin tarafı bütün bunlar karşısında katledilen diplomatlarımız için  “Hepimiz Mehmet Baydar’ız, hepimiz Danış Tunalıgil’iz hepimiz Türk’üz… gibi yada Hepimiz Hocalı’lıyız, hepimiz Azeri’yiz gibi bir feryadı hadi onbinlerden geçtik fısıltı halinde bile muhataplarından duyduğumu hatırlamıyorum.

Bütün bunlardan sonra bazı insanlarda ”İnsanlar kanun önünde eşittir ama bazıları daha da eşittir.” ya da “Benim katillerim daha kalitelidir ne yapıyorlarsa doğru yapmışlardır, kabahat ölenlerdedir ve de ölümü haketmişlerdir” gibi bir anlayış hala egemen midir acaba diye düşünmeden edemiyorum. Tabi teorik olarak “Başkalarının yanlışı bizi bağlamamalı, onlar bu konuda bir söylem geliştiremediyse o onların ayıbı, biz geliştirmiş isek bu da bizim onurumuzdur” gibi ifadeler  kulağa hoş geliyor da sürekli tokat yediğimizde hep diğer yanağımızı çevirmek zorunda kalmak da doğrusunu soylemek gerekirse biraz ağırıma gidiyor. Kimbilir, az gelişmiş kişiliğimiz henüz daha böylesi evrensel bir algılaya hazır değil belki de..

Ha bu arada  garip bir raslantıyı da paylaşamadan yazımı sonlandırmak içimden gelmedi. Hatırlanacaktır, 2011 yılının son ayının son günlerinde Fransız parlamentosunda Ermeni soykırımının inkarını suç sayan yasa ile ilgili görüşmeler  sürdürülürken ve de bu toz duman arasında milletvekili emekli maaaşlarını  sekizbin liranın üzerine çıkaran kıyak ve kaymaklı bir yasa  meclisimizden geçivermişti. Daha sonra da bu yasa kamuoyundan büyük tepki görmesi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmişti. (Bununla ilgili  bir yazı yazmıştım.) Bu defa Hrank Dink suikastinin mahkeme kararının tartışıldığı günler öncesinde de veto edilen bu yasa kaymağından bir tabaka eksilterek -yani altıbin lira seviyelerine indirilerek- tekrar meclisten geçivermişti (Aynı şekilde bununla ilgili de blogumda bir yazım mevcuttur.) Bütün bu rastlantılardan bir komplo teorisi üretmek pek gerçekçi sayılmaz belki ama biz yine de yazımızı herkesi mutlu edecek olan “Hepimiz emekliyiz… Hepimiz milletvekiliyiz..” sloganı ile bitirelim.

HAYATA DAİR

Hayat bir piyangodur

her çekilişe hiç aksatmadan

biletini alırsın

günü geldiğinde

hiç bilet almayan

büyük ikramiyeyi aldığında

sen bir  amortiye hasret kalırsın.

 

Bir imtihan olur hayat kimi zaman

gözlerin kan çanağına döner,

geceni gündüzüne katarcasına

çalışırsın çalışırsın çalışırsın..

ve  sınav günü geldiğinde

sorular da bildiğin yerden çıkınca

tarifsiz bir umuda kapılırsın

sınava hiç girmeyenlerin

en yüksek notu alıp da

kendinin çaktığını görünce

şaşırıp kalırsın…..

 

Hayat

bir kumardır kimi kere

bir poker oyunu gibi yani

kağıtlar dağıtılıp da

elinde floş ya da kare ası görünce

bütün varlığnı ortaya atar,

bütün restleri görürsün

elin oğlu beş benzemezle

ortalığı silip süpürünce

kahrından ölürsün……     12.01.2012

“2011 YILININ SON DARBESİ” NİN ARTÇILARI

Blogumu (www.necmimola.com) takibedenler 2011 in son ayının son günlerinde bir geceyarısı operasyonu ile   milletvekili/emeklisi maaşlarını 8000 TL nın üzerine çıkaran yasal düzenleme ile ilgili duygu ve düşüncelerimi “2011 YILININ SON DARBESİ” başlıklı bir yazıda açıkladığımı hatırlayacaklardır. Akabinde kamu vicdanını çok rahatsız eden bu girişim Cumhurbaşkanı tarafından veto edilince kısmen de olsa bir rahatlama sağlanmıştı. Ancak daha sonra geçtiğimiz günlerde iktidar partisi bu konuda iyice gözünü karartmış olacak ki emekli milletvekili maaşlarını 6000 lira seviyelerine getiren bir yasal düzenleme yapma hazırlığına girdi. Ölümü gösterip ağır hastalığa razı etmek gibi bir şey yani. Bir ölçüde kendilerine hiçbir problem çıkarmadan birkaç dönem hizmet eden kişilerin bu sadakatinin karşılıksız kalmaması gerektiği düşüncesini de anlamak mümkün. Ancak bu ödemenin saçı bitmedik yetim hakkı olarak bilinen halktan, ya da kara delikleri bir türlü kapanmayan sosyal güvenlik havuzundan yapılacağı düşünüldüğünde işin rengi biraz değişiyor ne yazık ki…

Ayrıca emekli milletvekilliği ya da milletvekili emeklileri gibi bir kavramın yanlış kullanıldığı kanısındayım. Çünkü bana göre insanların geçimlerini sürdürmek için yapmak zorunda oldukları bir mesleğin adı olarak kabul etmiyorum bu işi. Meslek denince benim aklıma ister usta çırak ilişkisi ile, ister belli bir akademik eğitim sonucu elde edilen bilgi ve becerilerin üretim biçiminde somutlaşması aklıma geliyor. Böylece kişiyi ulusal ve evrensel düzeyde kendini tanımlayacak bir meşgale olarak karşımıza çıkıyor meslek. Bu anlamda terzi ,berber, overlokçu, hekim, avukat gibi iyi kötü bir mesleği var birçok kişinin.  Tabi insanlar bu mesleklerini yürütürken kendilerinin bazı partilerin listelerinden aday gösterilerek milletvekili olmaları ve bu yeni görevi yürütmeleri sırasında da yaptıkları işin ve sürdürdükleri yaşamın boyutuna göre iyice bir ücret almalarına da kimsenin itirazı olmaz. Ama geçici olan bu temsil görevi sona erdikten sonra da hala bunun imtiyaz ve avantajlarından fayadalanma talebini anlayabilmiş değilim.

Hem talep edenlerin, hem de gariban halkın bu konudaki hissettiklerini anlatmak için konuya bir örnek ile açıklık getirmek isterim. Ben ülke yönetimi ile bir apartman yönemini farklı ölçeklerle olmakla birlikte birbirine benzetirim. Toplantılara minimum katılım, katılanların herbirinin başka işle uğraşması, kimsenin kimseyi dinlememesi, sonunda  kabul edenler- etmeyenler seramonisi meclis toplantıları ile kat malikleri toplantısının benzer yönleridir. Apartman toplantısında kat malikleri apartmanı belli bir süre yönetecek kişileri yetkilendirir. Yani bizim milletvekillerini adımıza yetkilendirdiğimiz gibi. Apartman yöneticisi seçilenlerin hangi imtiyaz ve avantajlara sahip olacağı ilgili yasa ve maliklerin takdirine bağlıdır. Seçildikten sonra bazı zorunlu nedenlerle bu imtiyazlarını genişletmek istemelerini gönülsüz de olsa kabul etsek bile süresi sonunda sorumlulukları sona eren apartman yöneticilerinin “Hayır kat malikleri bundan sonra da bana bu avantajları vermeye, hatta arttırarak vermeye devam etmeli” talepleri ne kadar hakkaniyete uygun ise milletvekillerinin de birkaç yıl geçici olarak bu görevi yaptıktan sonra bu görevin avantajlarını ya da avantalarını talep etmesi o derece hakkaniyete uygundur bana göre. Fotoğraf aynen bu şekilde yani.

Bir de aynı günlerde medyada Meclisteki personel sayısının çok olmasından yakınan Meclis Başkanı  Cemil Çiçek’in “ 86 danışman var. 7 aydır kimseye birşey danışmadım.” beyanına ne buyrulur ?” Buyrun burdan yakın” mı dersiniz,” merd-i kıpti secaat arzederken sirkatıni söyler” mi dersiniz, “özrü kabahatından büyük” mü dersiniz bilmem. Ben en iyisi” tuz da kokmaya başlamış” demekle yetineyim. Tabi bunlar sadece bilebildiklerimiz bir de bilmediğimiz daha neler var diye düşünmeden edemiyor insan. Sanki o danışmanları oraya ben gönderdim. “Hamili kart yakinimdir” formulü on seneden beri hiç işlemedi de çare makamında olanlar yakınma türküsünü söylemekteler. Bunu dinleyen sade vatandaş bunlar daha kendi hanelerine düzen verememişler ki koskoca memlekete nasıl düzen verecekler diye düşünmez mi

Ben bütün bunları 2011 yılının  son depreminin artçıları olarak görüyorum. Kendim dahil sıradan yurttaştan Cumhurbaşkanına  kadar yine herkesi sorumlu tutuyorum. Eğer belli bir ilişkilendirme yapılacaksa ücretlerin Cumhurbaşkanı maaaşı ile değil, asgari ücret ve kişi başına düşen milli gelir gibi herkesin tatmin olacağı ölçülerin esas alınması gerektiğini hatta yeni anayasa da da bunun ölçütlerinin  kayıt altına alınmasını arzuluyorum.

Neyse galiba kafayı ben bu tür şeylere fazla taktım . Şeytan bir tarftan da “sana ne senin üstüne vazifemi elin üç keçisi beş koyunu alan memnun satan memnun” diyor Ayrıca bugünün meselesi değil ki hep bunlar.  Tevfik Fikret bile 36 satırlık “ Han,ı Yağma” şiirini

“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin

Doyunca, tıksırınca,çatlayıncaya kadar yiyin!”  dizeleri ile süslerken de herhalde farklı duygular yaşamıyordu.

Yoksa “azıcık aşım kaygısız başım” diyerek hayata “YENİ”den mi başlasak?

ARADA BİR İSTANBUL / RAHMİ KOÇ MÜZESİ

İstanbul’da yaşadığım ve görev yaptığım süre içinde  yolum bir şekilde  Bakırköy- Mecidiyeköy istikametine yöneldiğinde  Ayvansaray ve Halıcıoğlu durakları arasındaki Haliç köprüsünü geçerken Haliç’in bazan bulanık bazen de maviye çalan rengini keyifle seyretmişimdir. Bu arada da hemen kıyıdaki bir denizaltı ve uçaktan ibaret kısmını görebildiğim Rahmi Koç Müzesini gezmeyi de hep içimden geçirmişimdir. Bu düşünce bir yandan da beni yıllar öncesine çocuklarımla onların  kazandıkları bir okulun sınavının,  ya da başarı ile tamamlanan bir eğitim yılı sonunda bize  getirdikleri  karnenin bir armağanı olarak birlikte yaptığımız gezileri hatırlattı. O sıralarda bu geziler  bende  çocuğuna aldığı oyuncakla doya doya önce kendisi oynayan babanın zevkine benzer bir duyguyu yaşatıyordu. Kısacası çok fazla yapamadığımız bu geziler benim hayatımın en unutulmaz dakikaları arasında yer almaktadır.

Eski yıllardaki o sıcak duyguları hatırlayarak tabi şu anda çok uzaklarda olan çocuklarımızın mazideki anılarını taşıyor olarak eşimle birlikte  bu müzeyi gezmeye karar verdik. Bizim için en uygun olduğu için metrobüsü kullanarak İncirli’den Halıcıoğlu’na kadar bir yolculuk yaptık önce. Tabi her iki durağa kadar olan mesafe de bizim günlük yürüyüş limitimiz içinde olduğu için fazla yorulmadık. Müzenin Pazartesi dışında  saat 10.00 ile 17.00 saatleri arasında her gün açık olduğu, giriş ücretinin 12.50 TL,öğretmenlere ücretsiz, öğrencilere ve gruplara indirimli olduğu bilgisini hemen paylaşmakta yarar var.

Müza karşıdan fazla büyük olmayan ve de albenisi de bulunmayan bir yapı izlenimi verse de gezmeye başlandığında umduğumuzdan daha fazlasını gördüğümüzü söyleyebilirim. 1994 yılında hizmete giren müzedeki eşya ve eserlerin 30.000 metrekareye yakın bir alanda sergilendiğini görünce burada daha fazla zaman geçirmek durumunda kalacağımızın da farkına vardık. Rahmi Koç Müzecilik Vakfı tarafından alınarak onarılıp hizmete sunulan binaların geçmişlerinin Bizans ve Osmanlılar zamanına kadar dayandığını da hemen belirtmeliyim.

Burada ülkemizde ve yurt dışında gezdiğimiz müzelerin benzer yanları da benzer olmayan yanlarınını da barındıran özgün bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Müzede denizaltıdan uçaklara,bisikletten gramofona binlerce ilginç obje son derece titiz bir düzenleme ile ziyaretçilere sunulmuş bulunmaktadır. Bazı model ve makinaların hemen yanındaki “Çalıştırmak için butona basınız” talimatına uyarak modelin ya da aygıtın çalışmasını görünce burasını özellikle çocukların ve öğrencilerin her yönden gelişimlerine katkıda bulunmak,hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını geliştirmek için ziyaret etmelerinin adeta bir zaruret olduğuna inandığımı söyleyebilirim. Eğer sizlerin de ilköğretim çağında çocuğunuzla mutlu birkaç saat geçirmek isterseniz burasını bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirebilirsiniz.Bu olmasa da yalnız ya da sevdiklerinizle  gelmeniz halinde de kendinizi kazançlı sayabilirsiniz.

BİZ BİZE BENZERİZ (2)

Geçtiğimiz günlerde Şırnak Uludere’de 35 masum vatandaşımızın hayatlarını kaybetmesi ile ilgili polemikler sürerken sayın Başbakanımız  yaptığı grup toplantısında parlementodaki bir partiyi kastederek- ki bunun BDP olduğu herkesçe malum- “Silahlı efendileriniz ipinizi gevşetmediği sürece siz tuvalete bile gidemezsiniz…” değerlendirmesini yaptı.

Ben bu değerlendirmenin doğruluğu ve yanlışlığı üzerinde durmayacağım. Eğer bu değerlendirme doğru ise silahlı efendilere bağlı çalışarak suç işleyen kişilerle ile ilgili herhangi bir şey yapılmaması, yok eğer yanlış ise birilerine hiç yoktan suç isnat edilmesi  öncelikle söyleyeni altından kolay kalkamayacağı bir sorumluluğun altına sokar diye düşünüyorum.

Ama benim asıl dikkatimi çeken işin başka bir yönü oldu. Yani şu ipler gevşetilmeden ya da izin alınmadan bir yerlere gidememe benzetmesi. Hatırlarsınız kısa bir süre önce şike yasasının gündemde olduğu günlerde konunun içinden gelen bir kişi olabileceği düşüncesi ile çiçeği burnunda milletvekilimiz Hakan Şükür’ün görüşüne başvurulduğunda çok iyi bir tenbihlenmiş olacak ki; ”Bunu büyüklerimiz, bakanlarımız bilir” şeklinde son derece veciz(!) bir yanıt verdiğini hepimiz hatırlarız.  Daha sonra yasanın Cumhurbaşkanından geri dönmesinin ardından partinin ağır toplarından Bülent Arınç “Bir daha bu yasayı meclise getirmeye cesaret edecek milletvekli zor çıkar” çıkışı ile nerdeyse meydan okumuştu. Bu beyanının daha mürekkebi kurumadan, yukarıdan “bu yasa noktasına virgülüne bile dokunmadan geçecek” buyruğu alınınca adeta ağzına biber sürülerek cezalandırılmış bir çocuğun feryadı ve pişmanlığı içinde kalakalmıştı.

 

Fanatik derecesinde olmamakla birlikte kendim de Galatasaray taraftarı olmama rağmen Hakan Şükür’ün futbol yeteneğinin biraz fazla abartıldığı kanaatındeyim. Ama saha içinde ve saha dışında başarılı olduğu muhakkak. Bu başarının sırrı da bana göre uygun zamanda uygun yerde bulunmuş olması. Bazen kendisinin topa vurarak değil, topun Hakan Şükür’e çarparak gol olduğu pozisyonlar hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Aynı şekilde sosyal ve siyasi açıdan uygun yerde bulunmanın avantajı ile hükümetlerin arpalığı olan TRT de kaymaklı bir yer edinmesi konusu da basında çok konuşuldu. Milletvekili  seçildikten sonra muhtemelen maaş yetmeyince yine benzer bir yayın organınından yine kaymaklı bir teklif alıyor. Bazılarınca ise bu talebin Hakan Şükür’den geldiği ileri sürülüyor. Bu devirde iktidar partisi ile kim kötü olmak ister , yada kim iyi geçinmek istemez ki?  Hakan Şükür ‘de yine durumu Sayın Başbakan’a sorup onun olurunu aldıktan sonra bu işi kabul ediyor. Bir milletvekilinin ne yapıp ne yapmayacağı Anayasanın 82. maddesi başta olmak üzere mevzuatta belirtilmesine  rağmen böyle bir arayışa girmeden karar başkasına sorarak veriliyorsa vay bu ülkedeki demokrasinin haline…

Demem o ki bir yerlerden izin almak veya birilerinin vesayeti ile iş yapmak konusunda hiç kimsenin sicili o kadar temiz değil ve ayrıca kimsenin kimseye söyleyecek fazla bir şeyi de yok diye düşünüyorum. “Tencere dibin kara…seninki benden kara  “misali yani