Eğitim üzerine “Kesintili mi olsun , kesintisiz mi olsun”, “4+4+4 mü, 1+8+4 mü 5+3+4 mü olsun” tartışmalarının alevlendiği son günlerde büyük oğlum Dinçer’in “Baba bu konu senin alanına girmez mi? blogunda böyle bir yazı yazmak sana yakışır” hatırlarması üzerine bu konuda bir şeyler karalamak artık farz oldu diye düşünerek bu satırları yazmaya karar verdim.
Aralarına artı işaretlerini koyarak bazı rakamların yanyana getirilmesi üzerine sürdürülen tartışmalar bana fanatik taraftarların futbol maçı öncesi yaptıkları hararetli tartışmaları hatırlatttı. “Fatih hoca bu takıma 4-2-4 ü oynatamıyor arkadaş” ya da “3-5-2 ile bu takım dünyada maç alamaz” şeklinde saatlerce süren tartışmalar bana gerçekçi olmayan boş laf yığını gibi gelmiştir hep. Bana göre oyuncuların sahada dizilişlerini ifade eden bu rakamlar kadar her bir oyuncunun kişisel futbol kalitesidir sonucu getiren. Yoksa aynı taktiği uygulayan ya da aynı dizilişe göre sahada top koşturan takımların benzer sonuçları alması gerekirdi. Örneğin Brezilya ile aynı taktiği uygulasanız da onlar dünya kupalarının değişmez finalistleri olurken bizim de tarihimizde hatırladığım kadarı ile tek bir üçüncülüğümüzle avunmamızı birazda kaderin ve tesadüflerin bir armağanı olarak kabul edebiliriz sanırım.
Aynı değerlendirmeyi 4+4+4 kesintili zorunlu eğitim için de yapmak mümkün. Önemli olan bence eğitimin kesintili ya da kesintisiz olmasından çok aralarına artı işareti konan ve her bir yılı ifade eden rakamların içlerinin nasıl doldurulacağı meselesidir. Konuya yine her zamanki geleneksel alışkanlığımız olan ön yargılı ve niyet okumacı bir yaklaşımla yaklaşanlar halen uygulanmakta olan sekiz yıllık zorunlu eğitimin 28 Şubat döneminin ürünü olduğunu ve imam hatiplerin önünü kesmek için düzenlendiğini belirtirken, şu anki 4+4+4 uygulamasını da imamhatiplerin önünü açma hamlesi olarak değerlendirmektedir. Tabi yasa önerisini hükümetin değil de İmam Hatip Lisesi Mensuplar Derneği (ÖNDER) nin hazırlaması, AK Partinin bu öneriyi sahiplenmesi ve bunun tam da dindar nesil yetiştirme misyonunun tartışıldığı günlere denk düşmesi de şüphesiz bu kuşkuyu güçlendirmektedir.
Oysa bir ülkenin eğitim sistemini derinden etkileyecek bu tür düzenlemelerin birilerinin önünü kesmek ya da birilerinin önünü açmak gibi küçük hesapların dışında tutulması gerekmektedir. Benimsenecek eğitim modellerinin felsefi, bilimsel, pedegojik temelleri çok iyi tespit edilmelidir. Yoksa özgürce düşünebilen,düşündüklerini özgürce açıklayabilen, yaratıcı ve eleştirel düşünceye sahip, bağımsız seçimler yapıp kararlar verebilen,evrensel demokrasi anlayışını benimsemiş insanlar yerine “Düşünen kafalara şeytan üşüşür.büyüklerimiz bizden iyi düşünür” deyiminde olduğu gibi biat kültürünü benimseyen bireyler yetiştiren bir sistem adı ne olursa olsun bireye de ülkeye de bir yarar sağlamayacaktır.
Yaklaşık 15-20 yıllık bir geçmişi olan kesintisiz zorunlu eğitimden önce de zorunlu olan kısmı beş yıl olan ve kesintili bir eğitim modelinin uygulandığını orta yaş grubunda olan herkes bilmektedir. Hatta daha gerilere gidecek olursak 60-70 yaş grubunda olanlar cumhuriyeti kuranların gerçekten çok iyi bir eğitim omurgası kurduklarını da hatırlayacaktır. O zamanlar 5 yıllık bir zorunlu eğitimi üç yıllık bir ortaokul eğitimi izlemekteydi. Beş yıllık zorunlu eğitimi ya da ardından üç yıllık bir orta okulu bitirenler şu anda hatırlayabildiğim kadarı ile İlköğretmen okulu, Ticaret lisesi,Sanat okulu, Ziraat okulu, İmam hatip okulu gibi meslek okullarına ya da şu andaki düz lise dediğimiz okullara giderdi. Tabi bu okullara gidişte bilimsel bir yönlendirmeden çok bu okullara ulaşabilme imkanı, kısa yoldan hayata atılma beklentisi, parasız yatılılık durumu gibi etkenler önemli oluyordu. Bu okullar içinde sadece liseyi bitirenlerin üniversiteye girme hakları vardı. Diğer meslek okullarını bitirenler sadece kendi kulvarlarında açılan İktisadi Ticari ilimler akademisi, Teknik Yüksek Öğretmen okulu,Eğitim Enstitüsü,Yüksek İslam Enstitüsü gibi yüksek okullara gidebiliyordu. Az sayıda da olsa lise fark derslerini bitirenlerin üniversiteye girdiği oluyordu. O sıralarda üniversite giriş problemi de ve onun etrafında şekillenen dersane sektörü de oluşmamıştı.
Zaman içinde “ Ben onun verdiğinin beş fazlasını vereceğim” biçimindeki vaadlerle uygulanmaya başlanan popülist politikalardan eğitim kurumları ve eğitim sistemi de nasibini aldı. Gelinen son noktada ”Bütün ortaöğretim kurumlarını bitirenler üniversiteye girebilmeli” gibi kulağa çok da hoş gelen uygulama ülkenin gençlerine sağlanmış büyük bir hakmış gibi sunuldu. Oysa herkes biliyordu ki ünversiteye girmek ile sınava girmek çok farklı şeylerdi. Sınava giren iki milyona yakın öğrencinin belki yüzde beşi, onu gerçekten ülke ve dünya ölçeğinde eğitim alıyor, geriye kalanlar ya hiç giremiyor ya da puanının yettiği bir anadolu kasabasında yüksek ortaokul diyebileceğimiz bir yerle yetinmek zorunda kalıyordu. Sonuçta da istatistiklerde eğitimli işssizler ordusunun sayıları içine dahil oluyordu. Elbette daha önceki sistem mükemmel değildi. Birçok eksikleri yetersizlikleri vardı. Ancak onun ana omurgasını ve genel felsefesini zedelemeden eğitimi daha kaliteli hale getirecek, -kesintili ya da kesintisiz olması hiç farketmez- eğitim düzeyini ve süresini yükseltecek tedbirler alınabilirdi.
Benzer kaygılar 4+4+4 olarak öne sürülen sistem için de ileri sürülebilir. Yani ilk dört yıldan sonra başlayan yönlendirme ile birlikte 7-8 yıl mesleki eğitim alan bir öğrenciye: “Belki sen yanılmış olabilirsin, üniversite sınavlarına da bir gir de artık gerçek ilgi ve yeteneğine uygun bir eğitimi al” demek o zamana kadar kendisinin aldığı eğitimin üzerine kalınca bir çizgi çekmek anlamına gelmiyor mu? Ayrıca üniversite sınavları ve sınavlar sonunda alınan puanlara göre yapılan tercihlerin ne derece sağlıklı olduğu da tartışma konusudur. Ben üniversiteye giriş konusunda yapılan tercihleri cebinde sınırlı parası olan birinin lokantada yaptığı yemek tercihine benzetiyorum. Böyle bir kişi biz de olsak ilk yapacağımız şey menüde ihtiyacımız olan ya da sevdiğimiz yemeğin adına bakmadan önce karşılarındaki fiyatlara bakıp cebimizdeki para ile karşılaştırıp siparişi ona göre veririz. Bu da büyük ihtimalle çorba ve makarna türü bir şey olurdu. Böylesi alafranga başlayıp alaturkaya dönüşerek arabeksleşen bir eğitim uygulaması dünyanın hangi ülkesinde vardır doğrusu çok merak etmekteyim. Farklı kurumlarda farklı amaçlarla farklı eğitimler alarak 18 yaşına gelen bireylerin aynı sınava sokulması verilmiş bir hakmıdır yoksa bir teselli armağanı mıdır çok düşünülmeye değer bir konudur. Ama herkes bilirki eşit olmayan koşullarda uygulanan eşitlik hiç bir zaman eşitlik olamaz
Herkesi uzaktan yakından ilgilendiren böylesine ciddi bir konunun biraz oldu bittiye getirilmek istendiği gibi bir kuşkuya düşmemek elde değil. Bir taraftan herkesi ilgilendirdiği için çok katılımcı olunması gerektiği ileri sürülürken,bir yandan da kuşku ve tereddütleri dile getiren belkide en tuzu kuru sivil toplum örgütü TÜSİAD bile “Bu sizin işiniz değil, sizin dediğiniz değil halkın dediği olur” biçiminde Başbakanınmızdan fırçayı yedikten sonra katılımların sadece onaylama biçiminde olması gerektiğini anlamak için müneccim olmaya da gerek yok sanırım.
Sonuç olarak her türlü popülist anlayıştan uzak, kendi değerlerinden ödün vermeden dünya ile bütünleşip, rekabet edebilecek bireylerin yetişmesini sağlayacak şekilde doldurulmalıdır sisteme tekabül eden senelerin içi. Önerilen ve tartışılan yeni sistemin çağdaşlaşma projesi mi, yoksa cahilleşme projesi mi olduğunu zaman gösterecektir. Herkes bilir ki cehaletlerin de en tehlikelisi tahsil ile gerçekleştirilmiş olanıdır.