HER ŞEYİN BİR ANLAMI, ANISI VE HAFIZASI VAR (4)

Küçük bir yerleşim yeri olan kasabamızda hafızamda yer eden üç yapı vardı. Bunlar hükümet konağı, tren istasyonu binası ve postane binası idi. İnanlı çeşmesini de bunlara ilave edebiliriz. Her biri Cumhuriyet ile yaşıt hatta ondan da eskilere dayanan geçmişe sahip bu yapıların kendine özgü mimarisi ve insanı etkileyen, büyüleyen bir yönü vardı. Tren istasyonunu farklı kılan bir durum ise Türkiye’de içinden demiryolu geçerek yerleşim yerini tam ortadan ikiye bölen üç ilçeden birinde olmasıdır. Bunlardan biri de benim İlçem Muratlı’dır. Diğer yerleşim yerlerinin de Ankara’nın Polatlı ilçesi ve Mardin’in Nusaybin İlçesi olduğu söylenir.

Fransızlar tarafından yapılan Postane binasının geçmişi de 1800lü yıllara dayanıyor. Bu yapının kendisi kadar bizlerin hayatına dokunan ve orada yaşayan herkesin “Postacı Ahmet” olarak bildiği kişi de yer etti hep zihnimizde. Kasabadaki eşraftan ve bürokratlardan daha fazla tanınırlığı vardı kendisinin. Sırtına çapraz bağlanmış deri çantası olduğu halde bisikleti ile bir yandan görevini sürdürürken diğer yandan da kasabanın tüm insanlarının dış dünya ile bağlantısını gerçekleştiriyordu. Çantasındaki postayı zihnine de yerleştiriyordu bizim postacımız. Mektup sahibine yolda rastlarsa hemen duruyor çantasından çıkardığı zarfı kendisine veriyordu. Bazen bizler “Ahmet abi bize bir şey yok mu?” diye sorduğumuzda olumsuz cevap yerine “Bugün size selam var” diye esprisini patlatıyordu.

Postacı Ahmet’in işi sadece mektupları dağıtmakla da bitmiyordu. Postaneye yolunuz düştüğünde onu bazen pul verirken, bazen telgraf makinesinin başında tık tıklarla mesajları iletirken de görebiliyorduk. O adeta bir marka idi bizim için. Okullarda “Bak postacı geliyor” şarkısı öğretilirken, söylenirken hep onun güleç yüzü ve bisikleti ile yolculuğunu hatırlıyordum. Öyle ki “İstanbul’da Sultanahmet/ Muratlı’da Postacı Ahmet/ Sana bir ………..sam/ ……………..sın zor zahmet” şeklindeki biraz argo biraz müstehcen tekerlemede bile yer alıyordu Postacı Ahmet.

Anam anlatırdı. Memleketin birinde gurur ve kibir abidesi biri kendisini “Hacı Molla Memiş Efendi” olarak tanıtırmış. Bu adam her şeyini çok iyi bilen bir kişinin yanında yine aynı tanımı yapınca adam dayanamamış ve” Yahu senin hacıya falan gittiğin yok, o yüzden hacılığı geç. Ne uhrevi ne dünyevi bir ilim tahsil etmediğin de ortada. O bakımdan Mollalığı da geç. Efendilikle alakalı olmadığını ise cümle alem biliyor. Sen kupkuru bir Memiş’sin o kadar” demiş.

Her ne kadar tabelalarda PTT olarak geçiyorsa da telefon ve telgrafla bir alakası olmadığı düşünüldüğünde kupkuru bir P kaldı geçmiş günlerden bu yana bu kurumdan. Benim kasabamın güzel postanesinin yangında harabeye döndüğünü öğrendiğimde de içim çok acımıştı. 1800lü yıllardan kalan bu bina İstanbul’daki büyük postane neyse o idi benim için, restore edilmesi ve müze yapılması ile ilgili talepler sonuç verdi mi hiç bilmiyorum.

Bu yazımda T’lerden biri olan telefon ile ilgili olarak damardan bir giriş yapmak istiyorum. 1875’li yıllarda Alexander Graham Bell tarafından icat edildiğini biliyoruz. O günden bu yana da hızla gelişim gösterdi.

Bizim zamanımızda cep telefonunun esamesi okunmadığı gibi sabit telefon ulaşılması, sahip olunması son derece güç bir iletişim aracı idi. Taksi plakası gibi sınırlı sayıda olduğundan yıllar öncesinden başvuru yapılması gerekiyordu. Öyle ki İstanbul’un bazı semtlerinde telefon nakli bir daire fiyatı ile eşdeğerdi. Küçük yerlerde de santrallerin kapasiteleri arttırıldığında yıllar öncesinden başvuru yapanlardan sırası gelenler bu lükse sahip olabiliyordu. Önce manyetolu, sonra çevirmeli, daha sonra da tuşlu olan bu makinaların evinizde yer alması çok özel bir imtiyaz ve ayrıcalık idi. Telefonu evine bağlanmış olanlar sohbet sırasında “Akşam telefonun çalmasından uyuyamadım” ya da “Ankara’ya telefonu altı saatte bağlayamadılar” gibi bir girişle telefonun bağlandığı hissettirir, arkadan hayırlı olsun nasıl oldu bu iş muhabbeti ile konunun derinliklerine inilirdi. Evinde telefonu olmayanlar görüşmelerini postaneden gerçekleştirirdi. Normal, acele ve yıldırım olmak üzere üç kategoride kayıt yaptırılır, bekleme süresi bazen 5-6 saati bulurdu. Bu kadar beklemeden sonra şansın yaver giderse bağlantı sağlanır ve girdiğin kabinde parazitler arasında güç bela bir görüşme sağlanırdı. Bazen de ümitsiz bekleyiş gece yarılarına kadar sürdüğünde iptal etmek zorunda kalınırdı. Biz eşim Nuray ile görev yaptığımız şehirlerin postanelerinde bu durumları bizzat yaşadık.

Seksenli yıllardan sonra bu konuda oldukça radikal adımlar atıldı. Daha önceki yıllarda yaptığımız başvurular gerçekleşip Muratlı’daki evimize (0282 361 25 47) telefon bağlandığı gibi İstanbul’daki (0212 542 04 33) evimize de 10-15 gün içinde telefon bağlanmıştı. Zaman içinde giderek önce il içi sonra da il dışı ve milletlerarası görüşmeler otomatik gerçekleştirilmeye başladı. Hatta o zamanlar konuşulan telefon hattı ile internet bağlantısı olmadığından internet bağlantısı için ayrı bir hat daha almıştık.

İstanbul’daki evimize telefon bağlanması bizde de de bayram havası yarattı. Birileri ile görüşmek için, ya da birilerinin bizi aramasını sabırsızlıkla bekliyorduk. Önceleri çalan telefona bakmak için çocuklarım birbiriyle yarışırken sonraları herkes diğerine telefona bakması için buyruk vermeye başladı.

Sabit telefondan cep telefonuna geçiş çok uzun sürmedi. Önceleri bunlara da sahip olmak oldukça zordu. “Cep telefonu bile var” şeklindeki bir tariften “Cep telefonu bile yok” şeklindeki bir değerlendirmeye ne kadar zamanda geçtik hiç farkında değilim. Bizim de bu akımdan etkilenmememiz elbette mümkün değildi. Bir de büyük 99 depremini yaşayınca evin dışında bir haberleşme aracı edinmek şart oldu. Günlerce yaptığımız ön çalışmadan sonra Mecidiyeköy’den ailemiz için Ericsson marka ve ucunda küçük bir anteni olan telefonu aldık. Zaman hızla akıp gidiyordu. Ailenin telefonu yerine bireylerin telefonlarının da olması artık kaçınılmazdı. Ve nitekim öyle de oldu. Eskileri bizim kullanmamız şeklinde bir uygulama ile çocuklarımız kendi telefonlarını aldılar. Zamanın ve teknolojinin hızına yetişmek ne mümkün. Derken akıllı telefonlar çıkınca çocuklarımızın sayesinde biz de bu gelişime ayak uydurmak zorunda kaldık. Çok yakında tüm insanların zihninde “Acaba insanlar cep telefonsuz nasıl yaşıyordu” sorusu cevapsız kalmaya mahkum kalacak gibi görünüyor.

O yıllardan bu yana bizi yakınlarımızla, sevdiklerimizle, özlediklerimizle buluşturan bu aletleri kıyıp atamadım. Her birinin ayrı bir anlamı, hafızası olan bu irili ufaklı yol arkadaşlarının her biri ile ayrı ayrı konuştum helallik istedim. İlk sabit telefonumuz, ilk cep telefonumuz başta olmak üzere hepsi ile zaman tünelinde bir yolculuk yaptım, hepsine teşekkür ettim.

Tagged: Tags

3 Thoughts to “HER ŞEYİN BİR ANLAMI, ANISI VE HAFIZASI VAR (4)

  1. Tekerlemenin boş yerlerini şimdilik okuyucunun hayal gücüne bırakıyorım.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *