“Onların doları varsa bizim halkımız, Allah’ımız var” Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan bu cümleyi dövizin çılgınca yükselmesi üzerine kurdu. Bunun etrafına medyada çok gayri ciddi bulup eleştirenler de oldu, bu cümleye çok derin anlamlar yükleyerek ve analizler yaparak destek çıkanlar da oldu. Bu sözlerin ne niyetle söylendiği ya da toplumda bir karşılığı olacak mı zaman gösterecek. Bu cümle bana çok bilindik masal, fıkra ve hikâye karışımı yazıyı hatırlattı. Farklı kaynaklarda konusunun öznesi yerine göre imam veya papaz olarak yer aldığına da rastladım. İzninizle önce bu hikâyeyi okurlarımla paylaşmak isterim.
Yeryüzünün bir köşesindeki bir köyü/kasabayı sel basmış. Zaman ilerledikçe sel suları evlere de girmeye başlamış. Bunun üzerinde oradaki halk nesi var nesi yok alelacele toparlanıp oradan uzaklaşmaya başlayarak, mallarını ve canlarını kurtarma telaşı içine girmişler. Giderken köyün camisinin (ya da kilisenin) yanından geçerken imama da (ya da papaza) nesi var nesi yok toplayıp kendilerine katılmalarını söylemişler. Fakat imam kendisinin Allah’ın evinde olduğunu, bırakamayacağını, ömrünü buraya harcadığını, Allah’ın da kendisini kurtaracağını, dolayısı ile de gelemeyeceğini söylemiş. Giderek yükselen sel suları bizim din görevlisini caminin çatısına kadar çıkmaya zorlamış. O sırada bir botla yanına yanaşan bir komşusunun yardım talebini de yine aynı gerekçe ile reddetmiş. Sel suları yükseldikçe bu defa imam minarenin en yüksek şerefesine çıkmak zorunda kalmış. Bu sırada uzaktan durumu gören bir helikopter yardım için yanına yaklaşmış. Tanrının kendisini muhakkak kurtaracağına inanan imam bu teklifi de kabul etmemiş, tabi neticede hakkın rahmetine kavuşmuş. Masal bu ya öteki dünyada büyük hesaplaşma başlayınca bizimki tanrıya “Ben senin için ömrümü harcadım. Her günüm ibadetle ve insanları senin yoluna davet etmekle geçti. Büyük sel felaketinde beni kurtaracağına çok inanmıştım ama sen kurtarmadın” diyerek hayal kırıklığını ifade etmiş. Bunun üzerine Tanrı “Hey benim saf kulum sana köylüyü, botu, helikopteri kim gönderdi sanıyorsun?” demiş.
Yani demem o ki bizim dolar hikâyesi bu günün, bu haftanın ya da bu ayın meselesi değil elbet. Sanırım bunu en iyi bilenlerin başında Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan geliyor. Yoksa önünde bir buçuk yıl dikensiz gül bahçesi olsaydı erken seçime gitmek zorunda kalınmazdı. Durumun bu noktaya geleceği birçok kişi tarafından aylar hatta yıllar önce defalarca söylendi, yazıldı, çizildi. Ama insanoğlunun garip bir huyu var, hep duymak istediklerinin söylenmesini ister. Bu ise en kolayı… Yandaş medyaya kapağı attın mı ver mehteri, ver gazı, üst akıl, komplo, herkes bize düşman… Diyerek bir elin yağda bir elin balda yaşayıp gidersin. Bu devirde -hatta her devirde- zor olan muhalif olmak… Sözlerin gerçek bile olsa söyleyen, yazan için risk taşır. Hedef gösterilmek, linç edilmek, aylarca tutuklu kalarak yargılanmayı beklemek var işin içinde. Ama yiğidi öldürüp hakkını da vermek gerekir arada bir de olsa.
Mesela; “Suriye işine fazla bulaşmayalım. Yurtta sulh cihanda sulh, komşularla karşılıklı çıkar ve barış içinde olma” gibi öneriler hiç dikkate alınmayıp, hatta bu önerileri yapanları düşman kampta gösterirken, oyun kurucu olma, dünya lideri olma gazının bizi getirdiği durumun bu günlere gelmekte hiç payı yok mu dersiniz?
Mesela; bu otoyollar, köprüler, hastaneler güzel de araç garantileri, yolcu garantileri, hasta garantileri biraz abartılı olmuyor mu? Bin odalı saraylar, kaçıncısının yapıldığını ve ne işe yaradığını bilmediğimiz muhtarlar buluşması, üç yüz odalı yazlıklar, alışveriş merkezleri çok katlı binalar ve nihayetinde Sayın Cumhurbaşkanının da şikâyetçi olduğu betonlaşma bu günlerin habercisi değil miydi?
Mesela; “Bu Fetö denen adama fazla güvenmeyin. Bunların gizli planları var. Ne yapacakları belli olmaz. Aman bunlara orduyu, yargıyı, emniyeti teslim etmeyin.” telkinlerine kulak asılsaydı, her şeyin başı olan yargı tarafsızlığı, güvenirliliği tartışır hale gelir miydi?
Mesela; 4+4+4 gibi kafalarda dindar ve kindar nesil yetiştirme kavramından başka bir iz bırakmayan, ne getirdiği ve ne götürdüğü hala anlaşılamayan bir eğitim modeli yerine bütün paydaşların ve çağdaş dünya gerçeklerinin dikkate alındığı, bu arada isteyen öğrencinin istediği derinlikte dini bilgisini de alacağı bütünleştirici model üzerinde uzlaşılamaz mıydı?
Mesela; özellikle tarımda kendine yeten bir Türkiye’den, hayvanı, samanı dahi ithal eden bir ülke haline geldikten sonra, dış ticaret ve cari açıklardan nasıl kurtulur? Bu günlerin hazırlayıcıları arasına bunları da ekleyebiliriz.
Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Ama araba devrildikten sonra yol göstermiş durumunda olmak da istemem hani. Kısacası mesele rahip meselesi değil. Bu olsa olsa meseleye sadece tüy dikmiştir. Rahip salınsa bir türlü, salınmasa bir türlü. Sakal bıyık meselesi yani. Buradan onurlu bir çıkış olur mu? Bu konu üzerinde biraz kafa yormam gerekecek. Bir yol ve yöntem geliştirebilirsem önümüzdeki günlerin yazı konusu olarak düşünebilirim.