AH BU ÖZEL GÜNLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN YA DA NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR

“Öyle dudak büküp hor gözle bakma / Bırak küçük dağlar yerinde dursun / Çoktan unuturdum ben seni, çoktan / Ah bu şarkıların gözü kör olsun” diye başlayan ve sözleri Şahin Çandır’a bestesi Avni Anıl’a ait bu kürdilihicazkar şarkıyı bilmeyenimiz yoktur sanırım. 1989 yıllarında duymaya başladığımız bu şarkı Muazzez Abacı’dan Emel Sayın’a, Zeki Müren’den Candan Erçetin’e birçok sanatçı tarafından seslendirilmiştir. Ben daha çok Zeki Müren’den dinlemeyi severim. İlk bakışta bu satırlar şarkılara karşı bir düşmanlığı, bedduayı çağrıştırıyor gibi görünse de bunun arkasındaki yaşanmışlıkları da düşündüğünüzde durumun böyle olmadığını anlayabiliriz. Şarkıların etkisinde kalarak âşık olmak, özlemek, söyleyememek, unutamamak, kavuşamamak gibi bir dolu karmaşık duygunun sonucu isyandan çok bir sitem dile getirilmiş. Birçok yerde insanlar sevgilerini “Seni kör olasıca” ya da “Kör olmayasıca” diye dile getirir. Onun için bizlerin dünyasında şarkıların çok özel bir yeri vardır. Adeta onlarla yatar onlarla kalkarız.

Bu kadarlık bir girişten sonra gelelim bundan esinlenerek benim koyduğum başlık üzerine yazıya. İnsanlar hayatın akışı içinde birçok alanda gözlemlerde bulunur. Bunlardan birisi kendi dışındaki işleyişlerle ilgili dış gözlemler, diğeri de kendi içine yaptığı yolculukla ilgili gözlemlerdir. Dış gözlemler pek sır olmayan herkesin malumu. İç gözlemlere gelince burada sırlar dünyası başlıyor. Bırakın başkalarını, kendiniz nerelere kadar ne biliyorsunuz ya da neleri görebiliyorsunuz orası hala bir muamma.

Ben hayatın doğal ve rutin akışı içinden dışına çıkınca -ki bunun illaki bir felaket ya da olumsuz bir gelişme olması gerekmiyor- bir kaygı, belirsizlik, kararsızlık, gerginlik gibi duyguların etkisi altında hissediyorum kendimi. Pek tuhaf gelecektir belki ama özel gün ve haftalarda da hissediyorum bazen bunu. “Efendim bu günler egemen ve sömürücü sınıfın emekçi yığınları tüketime sevk etmek ve daha da sömürmek için icat ettiği tuzaklardan başka bir şey değildir” gibi bir yorum yaparak işin içinden çıkmak belki en kolayı. Ama ben bu ara televizyonlarda yayınlanmakta olan “Kırmızı Oda” dizisinden de esinlenerek rotayı başka istikametlere çevirmek istiyorum.

İzlemeyenler için açıklamak gerekirse, bu dizide her hafta psikiyatri kliniğine bazı insanlar yaşadıkları problemler ile ilgili başvuruda bulunuyor. Daha çok dinleme ağırlıklı olarak ilerleyen bu süreçte tüm vakaların hepsinin temelinde çocukluğunda yaşanan ya da yaşanamayan bir şeylerin etkisi ile bağlantılar kuruluyor. Bu yöntemi kullanarak bende 65 yıl kadar gerilere ilkokula başladığım günlere ışınladım kendimi.

Göçmen olarak geldiğimiz ve 20 yıldan fazla bir zamandan beri yaşamakta olduğumuz köyden tekrar bir göç hareketinin başlamakta olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. “Burada okul yok ne zaman açılacağı da belli değil. Ne olacak bu çocukların hali?” gibi kaygı ve belirsizlikler bu kararda etkili oluyor. Daha sonra bunu uygulamak için dedem, babam ve diğerleri neler yaptılar bilemiyorum. Ama benim hatırladığım bir sonbahar sabahı yeni yerleştiğimiz yerde henüz tamamlanmamış, çamur sıvaları yarım bir odaya serilmiş bir yataktan alelacele uyandırılışım. Üstüme siyah bir önlük, boğazıma beyaz bir yaka takılışı, içinde bir kalem ve defter bulunan vernik kokusu hala burnumda tüten tahta bir çanta ile kendimi okulun bahçesinde buluşum. Nasıl geldim beni kim getirdi hiç hatırlamıyorum. Muhtemeldir ki benden iki sınıf ileride olan amcamla birlikte göndermişlerdir diye düşünüyorum.

Herkes için olduğu gibi benim için de o gün çok özel bir gündü. Köyde en fazla birkaç çocukla devam eden toplumsal hayattan sonra kendimi mahşeri bir kalabalık içinde bulmuştum. Gerçi yeni yaşam yerimiz de büyük sayılmazdı. Nahiye dediğimiz ve bir iki yıl sonra da kaza olacak -şimdilerde ilçe diyoruz- kasabada sadece iki ilkokul, bir ortaokul vardı. O günün gözüyle bana şaşırtıcı gelen kalabalık öğrenci grubu da olsa olsa 200-250 kişi kadar olmalıydı. O sabah benim içinde bulunduğum durumu sevinç, mutluluk, korku, endişe, şaşkınlık gibi sözcüklerin hangisi ile tanımlayabilirim bilemiyorum. Sevinç ve mutluluk yoktu orası kesin ama bu iki duygudan başka her şey vardı o sabah benim küçük yüreğimde.

Birden nerelerden geldiğini anlayamadığım bir zil sesi ile koşuşturmacalarda bir duraklama oldu. Geçmiş yıllardan gelenler okulun önünde toplanmaya başladılar. Bizi de öğretmenimiz Enise Hanım topladı. Derken bazı açıklama emir ve talimatların ardından toplanan büyük kalabalık şimdiye kadar benim hiç duymadığım bir haykırışı hep birlikte söylemeye başladılar. Daha sonra bunun İstiklal marşı olduğunu öğrenecektim. Ardından sıra ile zemini ahşap ve mazot kokan dersliklerimize girdik.

O çocukluk yıllarımdan zihnimde kalan bir başka önemli olay da zil çalma seremonisi idi. O zamanlar her okul demirbaşına kayıtlı, manuel olarak çalınan ve Hababam Sınıfı’ndaki Hafize ananın elindeki gibi bir zil vardı. Bizim okulda da bu iş Emiş Anneye verilmişti. Emiş anne okulumuzun -o günlerde hademe denen-hizmetlisi idi. Uzun yıllar orada çalıştı. O tarihlerde o okulda okuyanlar öğretmenlerden çok Emiş anneyi hatırlayacaktır. Emiş Anne koridorda oturduğu sandalyesinin tam karşısındaki duvar saatine bakarak zil çalma vakti geldiğinde zili eline alıp dışarıya çıkmak için kapıya yöneldiğinde belki birçoğu pusuda bekleyen öğrenciler “Bana ver Emiş Anne, n’olur bana ver” diyerek etrafını sarardı. O da artık en önden gelene mi yoksa kendisinin istediğine mi bilemeyeceğim öğrencilerden birine zili verirdi. Zili eline alan öğrenci artık bu imtiyazını olabildiğince uzun kullanmak için bütün hünerini gösterirdi. Okulun kapısından bile çalınsa her yerden duyulmasına rağmen o öğrenci tüm bahçeyi turlardı. O zamanlarda okul bahçeleri çok genişti. Daha sonraki yıllarda gittiğimde o bahçenin bir ucuna Hükümet Konağı, Ziraat Bankası yapılmış olmasına rağmen kalan kısmın bile hayli büyük olduğunu gördüm. İşte bu büyük bahçenin her köşesine, okul tuvaletlerine, (Okulumuzda tuvaletler bahçenin bir köşesinde idi.) kadar giderek zili çalar, nihayetinde zili Emiş anneye teslim ederdi. Bu derse bir iki dakika geç kalsa bile zil çalmak gibi özel bir iş geçerli mazeret olarak görülürdü. Ne yazık ki ben bu özel imtiyazın sahibi olamadım. Ama öğretmenlik yıllarımda öğrencilerin eşit olarak bu imtiyazı kullanması için elimden gelen gayreti gösterdim.

Ders yılı başlarının bir başka handikabı da okul hazırlığı ile ilgili alışverişlerdi. Özellikle ilk haftada öğretmenler tarafından verilen içinde alınacak defterin kaç ortalı olması, alınacak kitabın hangi yazarın olması, boyaların hangi çeşit ve kaç adet olduğunu belirten uzun bir liste yapılır ve öğrencilere verilirdi. Aileleri de kara kara düşüncelere sevk eden bu liste ile kasabanın tek kırtasiyecisi Necdet abinin dükkanının yolu tutulurdu. O günlerde Necdet abiye “Şu listedekileri hazırlayabilir misin?” diyebilecek pek babayiğit de yoktu bizim civarda. Ya da vardı da biz onların arasında değildik. İşin hazin tarafı alınanların birçoğu kullanılmaz defterlerin de hemen hepsi yarım kalırdı. O bakımdan çalışma yıllarımda yaptığımız okul ziyaretlerinde öğretmenlere böyle listeleri verirken dikkatli olmalarını önerir “Geçmiş yıldan kalan herhangi bir defter olabilir, üst sınıfa geçmiş kardeşlerinizin, arkadaşlarınızın kitaplarından da yararlanabilirsiniz” gibi kolaylaştırıcı önerilerde bulunmalarını salık verirdim.

Öğrencilik hayatımda başarılı bir öğrenci sayılırdım. Ama parlak bir öğrenci miydim, orası tartışılır. Çünkü ikisi farklı şeyler. Okulları sınıf tekrarı yapmadan bitirmek, sınavlarda geçer not almak nispeten de olsa başarının ölçüsü sayılabilir. Okul hayatında zorlandığım, gerildiğim sorular da olmadı değil. Hemen aklınıza matematik mi, fen mi diye gelmesin. Onları bir şekilde başarıyorduk. Benim zorlandığım sorular daha çok ucu bir şekilde özel durumlara veya zamanlara ait sorulardı. “Yılbaşını nasıl geçirdiniz? Tatilinizi nasıl geçirdiniz? Doğum gününde neler yaptınız” türünden sorular bilgiden çok yaşanmışlıkları ilgilendirdiği için hem doğruyu söylemek hem beğenilmek, hem de bütün bunların sonucu iyi not almak çok uzlaşmaz durumlardı.

Doğum günleri, yılbaşı, tatil gibi kavramlar okul hayatı başladıktan sonra girdi dünyamıza. Biz yaştaki insanların birçoğunun doğum gününde pastasını üflerken bir resmine pek rastlanmaz. Zaten ben dahil birçok çocuğunun doğum tarihi kimlikteki tarihi ile aynı değildir. Şimdilerdeki gibi doğumdan, hatta doğum öncesinden başlayarak her günü, her dakikayı görüntüleme olanağımız da yoktu. İlkokulun bitiminde diploma resimlerini çekmek için okula gelen fotoğrafçıya bir grup fotoğrafı çekilirse ne ala. Tatil çok daha farklı şeylerin karşılığı olan bir şeydi bizim dünyamızda. Yaşayanlar çok iyi bilecektir kırsal kökenli bir ailede yaşıyorsanız yedi yaşındakine de yetmiş yaşındakine de uygun iş ve meşguliyet her zaman vardır. Orak biçmek, harman yapmak, çapalama yapmak, koyun, kuzu gütmek, getir götür işleri, bostan beklemek ilk akla gelenler. Bir şekilde boş kalan bir zaman aralığı olduğundaki en yakındaki -ki o zamanlar böyle boş arsalar bulunuyordu- arazide annelerimize yalvar yakar çaputlardan yaptırdığımız toplarla oynardık. Yaşanmışlık sermayesi bu kadarla sınırlı olan bir çocuk için tatili nasıl geçirdin, yılbaşını nasıl geçirdin soruları elbette ki en zor sorulardı. Nasıl zor olmasın ki, hem doğruyu söylemek hem öğretmenin beğenisini kazanmak hem de arkadaşları arasında alay konusu olmamak gibi durumları uzlaştırmak kolay mı?

İlgimi çeken, zihinlerdeki algısı ile yansıtılan ve yansıyan algısı arasında çok farklılıklar gördüğüm biraz da yapay bulduğum günlerden biri de sevgililer günüdür. “Karşı mısın?” sorusunun muhatabı olmadan açık yüreklilikle bu konudaki düşüncelerimi söylemek isterim. 16 yaşındaki yeni yetmelerin sevgili olma durumları ile kırk yıllık evli insanların sevgili olma durumlarının aynı sözcüğe sığmayacağı kanaatindeyim. Bazen bu konuları eşim ile aramızda konuşurken o “Ne yani insan hem evli hem sevgili olamaz mı?” diye sorar. Teorik olarak olur. Hatta sevgili kelimesine sığmayacak, bu sözcüğün yetersiz kalacağı bir sevgi hazinesinin sahibi de olabilir. Benim anlatmak istediğim başka bir şey. Şöyle caddeye çıkıp sıradan yüz tane evli çifte “Afedersiniz beyefendi -ya da hanımefendi- yanınızdaki sevgiliniz mi?” diye sorsanız en az 99 tanesi belki de tamamı “Ne münasebet o benim … yıllık eşim” diyecektir. Yani hem eşim aynı zamanda da sevgilim diyene pek rastlanmaz. Bir ara televizyonda izlemiştim, elinde mikrofon sunucu birine -galiba futbolcuydu- “Sevgililer gününde sevgilinize hediye almayı düşünüyor musun” diye sorunca o hiç düşünmeden “Yok ben evliyim” cevabını vermişti. Bir çok çevrede tarafından da “Adam -ya da kadın- şu kadar yıllık evli bir de sevgilisi varmış” gibi evliliklerin diğer kişisi olarak da ifade ederler sevgiliyi. Bütün bunlara rağmen o gün geldiğinde herkes üzerine düşen görevi, rolü en iyi şekilde yerine getirme yarışına girer. Bence Sevgili kavramı eski, yeni, terkedilmiş, kavuşamamış gibi alt çeşitleri olan ve bütün zamanları kapsayan bir kavram olmaktan çok insanların yaşamındaki bir evreyi kapsamaktadır. Birlikteliklerin söz, nişan, nikah, düğün, evlenme dönemlerinin arasında bir yerde konumlandırabiliriz belki. Daha kapsayıcı olması bakımından sevgililer yerine sevgi günü daha uygun düşebilir belki.

Uzun yıllar öncesinde bir arkadaşımla sohbet ederken “En sevmediğim şey nedir biliyor musun? Düğün bir Bayram iki” demişti. O zamanlar biraz tuhafıma gitmişti. Öteden beri bizlere en mutlu ve sevinçli şey olarak gösterilen durumun böyle tanımlanmasına şaşırmıştım açıkçası. Fakat sonraları bu alanda gözlemlerim artmaya, bazı kitapları okumaya başlayınca kısmen de olsa hak verdim kendisine.

Nihal Kaya “İyi Toplum Yoktur” kitabında sünnet ve evlenme merasimlerinin çok derince tahlilini yapıyor. (Daha önce aynı yazarın “İyi Aile Yoktur” kitabı ile ilgili değerlendirmelerimi bloğumda paylaşmıştım. Bu kitap onun tamamlayıcısı niteliğinde. İkisinin birlikte okunmasında yarar var diye düşünüyorum.) Gerek “Erkek olma” gibi anlam yüklenen sünnet törenlerinde, gerekse evlilik törenlerinde özne olması gereken asıl kişilerin nesne haline getirildiğini, kız isteme ve verme biçimindeki seremoninin insanları eşyalaştırıp küçük düşürdüğüne dikkat çekerken, yapılacak törenin şekli, yaşanacak yer, alınacak eşyaların dahi asıl kişilerin dışında belirlendiği noktasından hareketle yeni evleneceklerin törenin sadece nesnesi değil, aynı zamanda bu merasimin mağduru ve kurbanı olduğunu belirtmektedir. Ayrıca insanların törensiz evlenme özgürlüğüne karşı çıkanların kendi evlilik törenlerinden de zevk almamış, o törendeki edilgin rollerini kabul etmiş insanlar olduğunu da ileri sürmektedir.

Aziz Nesin’in bir kitabında okumuştum galiba hikâyeyi. Evli bir çift uzak bir akrabalarına bayram ziyaretine çıkarlar. Epey zamandır yoldadırlar ki birisi; “Dayı, dayı diyorsun da nereden çıktı şimdi bu ziyaret. Adamı doğru dürüst tanımıyoruz bile. Bu sıcakta iki saattir yollardayız. Doğru dürüst adresi bile bilmiyoruz.” şeklinde söylenmeye başlayınca diğeri “Tamam hayatım, ben de çok meraklı değilim. Annem gidin yoksa yarın öbür gün laf söz eder deyince onu kıramadım. İnşallah evde yokturlar. Kapıya not bırakır çıkarız” diye durumu kurtarmaya çalışmaktadır. Eve yaklaştıklarında bu defa müstakbel ev sahibi bunları görünce “Yahu tam yazlığa gidecektik. Dış kapının dış mandalı bu akrabalar da nereden çıktı şimdi. Kapıyı açmasak da kart bırakıp giderler mi acaba?” diye günün mana ve ehemmiyetine uygun düşmeyen söylemlerini sürdürür. Birden neşe ve mutluluk kaynağı olması gereken bir durum mecburiyet ve angarya haline gelmiştir. Ama yine de buluşma sağlandığında bayramlık güleç maskeler takılacak, “Ne iyi ettiniz de geldiniz” ile başlayan muhabbet “Bunu saymayız bayramdan sonra da muhakkak bekleriz” ile sonlanacaktır.

“Hanım bayram geliyor. Biz neyse de çocuklara bir şeyler almak lazım. Gelen giden de olur ne yapacağız bilmem. İki ay önceki geçen bayramda aldıklarımızı ödemedim daha. Bu defa başka dükkândan alalım bari…”

“Duydun mu yazlık komşumuzun baldızının kocası … gününde karısına her yıl hediyeler alırmış. Bu yıl da tek taş bir yüzük almış. Benim neyim eksik? Kaç yıldır saçımı süpürge etim benim kıymetim hiç yok. Sabahtan beri bekliyorum İlçe belediyeleri Büyükşehir belediyeleri bile mesaj gönderdi beyefendide hala tık yok. Yok öyle 365 günün sultanı hikayelerine de bıktım artık…”

“Geçen doğum günümde de uyduruktan bir saat aldınız. Bu yıl en az bir tablet isterim ona göre…”

“Şemsettin Bey davetiye mi göndermiş. Daha yeni geldik yazlığa, bu düğün de nereden çıktı. Onlar bize gelmişti, hatta çeyrek takmıştı galiba. Hay Allah, gitmesek olmaz değil mi? Bir çeyrek için beş çeyreklik masraf çıkacak şimdi. Aynı tarihte burada da davet var ayakları ile birisi ile göndersek çeyreği olmaz mı acaba?”

“Ne demek giymek istemiyor sünnet elbisesini. Dünya kadar para verdik ona. Elbisesini de pelerinini de giyecek, tacını da takacak. Asasını da eline alacak. Konvoya da çıkacağız daha…”

“Düğün istemiyorlarmış, arkadaşlar arasında yapacaklarmış. Bizim de bir çevremiz itibarımız var. Herkesi çatlatacak bir düğün olacak bu köyde” gibi cümleler de var olagelmiştir özel günlerimizin özel anlarımızın arka planında.

Bütün bunların sonunda en iyisi deli olmak mı ne? “Deliye her gün bayram” deyimi öyle sıradan sığ bir söz olmasa gerek. Ne giyeyim ne alayım, ne söyleyeyim. Ne derler ne demezlerin dışına taşarak yüreğinin doğal akışına kapılmak da bir başka örnek, bir başka reçete belki de.

Tümüyle bu yapılanlara karşı bir tutum da insanı büyük bir boşluğun içine düşürebilir. Elbette toplumsal yapıyı güçlü kılmak, bazı konular ve kavramlar üzerindeki farkındalıkları arttırmak için bu nevi yapılanmalara ihtiyaç vardır. Hayatın doğal akışı içinde sahici duyguların eşliğinde ve çocuksu masumiyet içinde, abartmadan her yönü ile içselleştirilmiş olarak yapılmasının ne mahzuru olabilir ki? Tıpkı şairin “Tek bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dediği gibi yani…

Tagged: Tags

2 Thoughts to “AH BU ÖZEL GÜNLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN YA DA NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR

  1. Sevgili arkadaşım; “Kırmızı Oda” için 5-6 sezon sürecek yüzlerce konu bulmuşsun.
    Emiş annenin elindeki zili alamama, çaput topla doyasıya oynamama, görüp yaşadıklarını yazamama, yaş günü, sevgililer günü, sünnet, düğün, … bayramlar ve onların yaşattığı travmalar…
    Anlaşılan tüm bunlar da sonunda insana: “Deliye her gün bayram” dedirtmiş.
    Eline sağlık.

  2. Teşekkürler Emin arkadaş. “Kitap işine fazla abanma biraz özgün olmaya devam et” dedin. Ben de senin sözünü dinledim ama karman çorman bir şey çıktı. Farkında olmadan epey de uzun oldu galiba. Ne yapalım “Adım Hıdır elimden gelen budur” misali işte. Selamlar cümleten….

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *