BABAMIN HİKAYESİ/ VE TEKİRDAĞ-HAYRABOLU’DAYIZ

Rahmetli amcam Fikret Mola’nın notlarından yolculuğumuz devam ediyor.

“Tekirdağ limanındaki iskele çok eskimiş ve ahşaptı bazı tahtaları da çürümüş, kırılmış ve kopmuştu. Gemi yanaştıkça gacur gucur sallanıyordu. İskele üzerinde güçlükle yürünüyordu. İskelenin etrafı kumsal ve plajdı. Arabalar iskele üzerine, hayvanlar denize bırakılıyordu. Kumsalda bekleşen insanlarda denizden kıyıya gelen hayvanlarını yakalayıp besleyip suyunu veriyorlardı. Daha sonra bizi eşyalarımızka birlikte Rüstempaşa camiine yerleştirdiler. Orada bir hafta kadar kaldık. Romanyadan getirdiğimiz gazocağı ile analarımız ninelerimiz un ve kuru yufkaları kullanarak bize azık hazırlıyorlardı. Bu dram içinde ise biz çok mutluyduk. Kardeşim İsmet ve diğer çocuklarla elimizde bayraklar  “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” diyerek koşturup duruyorduk.Rüstem paşa camiinin sağ yanından iskeleye yokuş aşağı inen bir yol vardı. O yolun etrafında göçmenler için Romanyadan getirilmiş keresteler yığılmıştı.. O sokaktan sahile kumsala iniliyordu. Cami önünde zaman zaman seyyar satıcılara rastlanıyordu. Gazoz satan bir satıcıdan anama yalvararak kaptığım yüz para( 2,5 kuruş) ile bir gazoz aldık ve kardeşim İsmetle paylaşarak içtiğim gazoz hayatımın ilk ve en lezzetli içeçeği idi.

Rüstem paşa camiinde geçici ikametimizin devam ettiği günlerde Ebazel  amcam, Ali Amcam ile Kamber ve Beytullah dayımla birlikte Tekirdağ’ın caddelerinde geziyorduk. Bu gezintilerde babam beni de yanına alırdı. Daha önce çarşı esnafının çoğunluğu  Rum ve Yahudi azınlıklarından oluştuğundan ve onların bir çoğu da göç ettiğinden bir çok dükkan boş ve perişandı. Bağcılık ve şarapçılık yapan ve sonra evini terkeden bir Rumun evine yerleşen bir Türkün eşeğinin başını ahşap evin ikinci katının camından uzatıp anırdığını görünce  hepimiz çok güldük. Tekirdağ içindeki gezintilerimiz sırasında  daha çok babam konuşuyordu. Kendisi medrese mezunu olduğu için bir çok konuda bilgisi vardı. Rüstem paşa camiinden yokuş yukarı çıkarken”Bakın şu tabelada Namık Kemalin evi diyor  Bu zat padişaha meydan okumuş bir vatan ve hürriyet şairidir” dedi. Az ileride de Tekirdağ valiliği vilayet binası vardı. Önünde bir Atatürk heykeli vardı etrafını da otlar sarmıştı.  Yanı başına da bir eşek bağlanmıştı..Babam yeni yerler görme  ve insanlarla iletişime geçme konusunda cesaret sahibi idi.  O önde biz arkada beyaz alımlı vilayet binasına doğru yöneldik. Kapıdaki kişiye göçmen kafilesinden olup Vali beyi görmek istediğimiz söyledik. Adam biz arkasına takarak valinin kapısına kadar götürdü ve orada başka birine durumu anlattı. O kişi de vali beyin odasına girip bir şeyler söyledikten sonra vali bizi buyur etti ve içerideki sandalyelere oturttu. Hoş beşten sonra  -grubun en mürekkep yalamışı babam olduğu için daha çok o konuşuyordu- ” Biz  Romanya’nın Deliorman bölgesi, Silistre vilayeti, Tutrakan kazası, Akkadınlar(Dulova) nahiyesi, Kerimler köyündenTürkiyeye, ana yurdumuza yerleşmek üzere gelmiş bulunuyoruz.” Dedi vali sen ne iş yaparsın diye sorunca babam “ Ben Silistrede medresede okudum. Köyümüzde imamlık ve din öğretmenliği yaptım. Eski ve yeni yazıyı bilirim oradaki okullarda  tarih, coğrafya, hesap ,hendese ,musiki, gibi dersler de okuduk” diye bu günün tabiri ile bir çeşit sözlü CV sini sundu. Vali “O zaman sana burada ev verip hemen öğretmenliğe başlatayım” dedi. Kanber dayım “Ben dülgerim , ustayım bina yaparım” dedi.Vali ona da “Tamam ustaya da çok ihtiyacımız var sana da ev vereyim” dedi. Beytullah dayım “Ben demirci ustasıyım”, Ebazel amca “Ben de araba imalatı ustasıyım”, Ali amcam da “ben gocukçuyum” dedi. Bunun üzerine vali “Hepiniz bizim arayıp da bulamadığımız insanlarsınız. Molla Mehmet’i öğretmen olarak başlatırım, hepinize de ev ve dükkan veririm, isterseniz arazi de veririm Tekirdağ’a yerleşirsiniz” dedi Vali beyin teklifine karşılık  babam amcalarım ve dayımlar biz aile büyüklerimizle de görüşelim size yarın haber veririz dediler.

Rüstempaşa camiinde çok uzun ve tartışmalı bir gece yaşandı. Böyle bir başlangıcın herkesi birbirinden koparacağı endişesi vardı. Tekirdağ merkezinde bunca olanağa rağmen kalma konusunda fikir birliğine varılmadı. Ertesi gün valiye burada yerleşmeyeceğimize dair kararlarını bildirmişler. Vali de onları Hayrabolu ilçesine sevk etmiş”

“Rüstempaşa camiindeki zorunlu ikametimiz sanırım 8-10 gün sürdü. Valinin sevk işlemini yaptığının ertesi günü  amcalarımız ve dayılarımız kendi imkan ve arabaları ile  eşyalarını da yükleyerek Hayrabolu’ya yola çıktılar. Bizim eşyalarımız vardı ama arabamız ve onu çekecek hayvanımız yoktu. Babam annem ve kardeşim İsmetle biz ailecek eşyalarımızı kiraladığımız bir eşek arabasına yükleyerek yola çıktık. Yola çıktık derken o zamanlar bu günkü anlamda yola raslamak ne mümkün. Köyden, köye araba izlerinden tarlalıklardan ulaşım sağlanıyordu.  Tekirdağ’dan hareket ettikten birkaç saat sonra Tavanlı bayırı denen yerde sağanak yağmura yakalandık.Her taraf çamur deryasına döndü. Kardeşim İsmet ve benim dışımızdakiler arabayı ittikleri halde zor yol alıyorduk. Eşyaların ve insanların ıslanmadık bir noktası kalmamıştı. Akşam karanlığında osmanlı köyüne ulaştık. 50-55 kilometrelik Hayrabolu yolculuğu pek de iyi başlamamıştı. Bir de hayraboludan ötesi 25-30 kilometrelik iskan edildiğimiz köye olan yolculuğumuz vardı. Neyse Osmanlı köyünde ortalık iyice kararmıştı.Köydeki bir ağanın misafir odasına sığındık üstümüzü başımızı kuruttuk.Bizi taşıyan eşek arabasının sahibi Hasan amca da  ağanın ahırında ve ahır odasında eşekleri ile birlikte kaldı. O gece ağanın misafiri olduk. Ağa bize “Bu eşek arabası ile siz iki günde Hayrabolu’ya varamazsınız başka bir çare düşünün” deyince Hasan amcayı oradan geri gönderdik. O zaman o köyde telefon olmadığı için Anam ve kardeşim İsmet, Ağanın evinde beklerken  biz babamla 10-15 kilometre iledeki Banarlı nahiyesine telefon etmek için gitmeye karar verdik.2-3 saatlik bir yolculuktan sonra Bananarlı nahiyesinin jandarma karakoluna ulaştık.(O zaman telefon sadece jandarma karakolunda bulunuyordu.) Karakol onbaşısı bizi daha önce yola çıkmış olan ve Hayraboluya ulaşmış olan Ebazel amcamla konuşturdu.Biz  amcamla arabası ile gelip alması konusunda anlaştık. Biz orada 4-5 saat bekledik ve amcam önce Banarlıya geldi  bizi aldı. Babam Jandarma onbaşısına “Size de çok ağırlık olduk çok teşekkür ederiz,sağ olunuz” dedi Onbaşı da ona “ Sizler Kemal paşanın ve bizlerin onurlu misafirlerisiniz,size hizmet etmek görevimizdir” diyerek bizi uğurladı.Amcamla birlikte oradan anamın ve kardeşim ile birlikte eşyalaraımızın bulunduğu Osmanlı köyüne geldik.Oradan eşyalarımızı amcamın at arabasına yükleyip Hayrabolu yolunu tuttuk fazla bir sıkıntı yaşamadan bu kasabaya ulaştık.

Hayraboluya geldiğimizin ertesi günü iskan memurluğundaki işler halledildi. İkinci gün yerleşeceğimiz Muzuruplu köyünden öküz arabası ile gelen köylülerin arabasına eşyalarımız yüklendi.her tarafı ağaçtan olan ve oldukça kaba bu taşıma araçlarını ilk o zaman gördüm.hayvancıklar bu arabaları güçlükle çekiyor ve tekerleklerden kendine özgü gıcırtılar çıkarıyorlardı. Arabayı zorlukla çeken öküzleri hızlandırmek için ucuna bir çivi takılmış sopa ile dürtüyorlardı. Çivinin acısı ile biraz hızlanan hayvan bir müddet sonra tekrar yavaşlıyordu. Öğleden sonraya rastlayan saatlerde  Dambaslar köyünden (Nahiye merkezi) geçerek akşam saatlerinde yüksekçe bir noktaya geldik.Köyümüz şu karşıda gördüğünüz  topraklarda dediler. Karşımızda içinden küçük bir dere geçen düzlük vardı. 15 dakika kadar daha yürüdükten sonra  15-20 toprak yapının bulunduğu yerleşim yerine yani bundan sonra vatan diyerek yerleşeceğimiz topraklara ulaşmıştk.

BABAMIN HİKAYESİ/ İSTİKAMET ANA VATAN/ İSTANBUL

Nasıl bir duygudur herhalde sadece yaşayanlar bilir. Yüzyıllarca vatan bellediğiniz havasını soluduğunuz, ekmeğini yediğiniz topraklarda birden yabancı gibi olmak, öz sahibiyken birden eğreti ve misafir hem de istenmeyen misafir durumuna düşmek. Güvendiğiniz bütün kapıların yüzüne kapanması, kırk yıllık kadim dost ve komşularınızın birden bakışlarının değişmesi hasım,düşman haline dönüşmesi ,birinci sınıf insanken yönetiyorken, bütün yetkiler elinizde iken, birden üçüncü sınıf insan ve yönetilmek durumunda kalan insanlar haline gelmek, sokakta, mahkemelerde, karakollarda, itilmek, kakılmak, hep kaybeden tarafta olmak. “Siz artık buralarda en haklı durumlarda bile haksız çıkarsınız en iyisi siz ait olduğunuz yere gidin.  Türkiye diye bir devlet kuruldu. Orada Gazi  diye biri var sizi çağırıyormuş. Rahat etmek istiyorsanız oraya gidin” şeklindeki acı gerçeğin her gün açıkça yüzünüze haykırılması ve nihayetinde de Türk halkının en çok bildiği ve yaptığı göçme işi bizim ailemiz için de kaçınılmaz oluyor.

 

Göç ya da muhacirlik olayı ile ilgili babamlardan dedemlerden birçok hikaye dinledik. Bu konuda yine amcamın notlarından hareket ederek anlatımımı sürdüreceğim.

“1934 yılı sonbaharı tahminen Ekim ayı idi. Babam ve amcam evimizi tarlalarımızı satılacak ne varsa satıp ne kadar ederse altın alarak bunu da Kadriye ninemin belindeki kuşağa sarmışlardı. Biz komşularımızla ve mahalle arkadaşlarımızla sarılarak vedalaştık. Gitmenin mi kalmanın mı zor olduğunun hiç bilinmediği bir durumdu. Kardeşim İsmet ve amca kızı Seyyare Türkiyeye gitme sevinci içinde uçuyorduk.(Silistre vilayeti,Tutrakan kazası Akkadınlar(Dulova) nahiyesi, Kerimler köyü)  Köyden dedeler bölüğü adıyle anılan altı hane olarak sabahın çok erken saatlerinde yola çıktık. At ve öküz arabalarına yüklediğimiz eşyalarımızla birlikte bazen yaya, bazen arabalara binerek, bazen de arabaları iterek Gemiye binceğimiz Köstence Limanına doğru yola çıktık. Köstenceye akşamın geç saatlerinde ulaştık Birkaç köyden gelen diğer göçmen kafileleri ile birlikte 2-3 gün içinde gemiye yerleştik. Hayvanlar,insanlar eşyalar ve arabalarla dolan gemi denize açıldı. Gece yarısı bir fırtına başladı geminin her yanı çatırdamaya başlayınca hiç deniz görmemiş ve gemide fırtına yaşamamış insanların paniği tarifsizdi. Kimisi kuran açmış okuyor, kimi fısıltılarla bildiği duaları okuyor, kimi boş gözlerle öylesine bakıyordu. Kusanlar,hastalananlar bir yanda çığlıklar ve bağırtılar diğer yanda birbirine karışıyordu.Bir yıl gibi uzun süren iki gecelik bir yolculuktan sonra  gemi nihayet İstanbula ulaştı. Sirkeci rıhtımına yanaştığında herkes rahat bir nefes aldı, O gece gemide kaldık. Ertesi günü  insanlar ve hayvanlar gemiden boşaltıldı. Hemen yan taraftaki Eminönü kumsal / plajında herkes eşyasını toplamaya,hayvanını beslemeye başladı. Hayvanlar gemide açlıktan geminin tahta aksamlarını kemirmişti.

Birkaç gün yataklarımız ve eşyalarımızla Sirkeci garında kaldık.Kızılayın verdiği az miktardaki kumanyaya ilaveten beraberimizde getirdiğimiz kuru yufkalardan yapılan gözleme ler hatırladığım beslenme anılarıdır. Birkaç gün Sirkeci Garında kaldıktan sonra tekrar eşyalarımız,hayvanlarımız arabalarımız Tekirdağ ve Çanakkale istikametine gitmek üzere Adnan isimli bir vapura yüklendi. Akşam saatlerinde hareket eden bu vapur da Tekirdağ’a ancak ertesi gün varabildi.”

BABAMIN HİKAYESİ/GİRİŞ YA DA BAŞLANGIÇ

Bundan önceki “ O çocuklarımın dedesiydi” yazısını 25 Ekim 20015 de ebediyete göçmüş olan babamın ardından yazmıştım. Bu tarih 85 yıllık bir hayatın noktalandığı anı işaret eden bir yazı idi. Sonra düşündüm de bu sonun öncesi, başlangıcı yok muydu? Bu düşünceler de beni amansız bir sorgulama kıskacına soktu. Her biri içinde  dakikaların, saatlerin, günlerin ,haftaların, ayların olduğu bu ömür ve ondan önceki ömürler hakkında ne biliyorduk ? İşin daha garibi bu niçin şimdi aklıma geliyor ve niçin bu farkındalığı şimdilerde yaşıyordum. Türkler için şifahi bir millet denmesinin nedeni de bu olsa gerek. Dedelerimizden, atalarımızdan bu ve bir çok konuda dinlediklerimin niçin atmosferde bir lakırdı olarak kalmasına izin verdim. Daha fazlasını sorulması gereken zamanda sormam ve öğrenilmesi gereken zaman da öğrenmem gerekmez miydi?

Bilmem herkeste oluyor mu ama bende çok oluyor. Ömrümüzün ilerleyen yıllarında geriye doğru baktığımda insanlarla ilişkilerimde “Keşke şunu da sorsaymışım,şunu da öğrenseymişim yada onlardan dinlediklerimi niye yazıya geçmemişim” gibi  muhasebelerim oluyor. Herhalde vasat olan ile vasat olmayanın farkı da bu olsa gerek. Zamana ve zamanın ruhuna hakim olan hayata hakim olur dersek fazla abartmış olmayız sanırım.

Ama yine de bir yerlerden başlamak yani geç yapmak hiç yapmamaktan iyidir diyerek birkaç yazı dizisi ile gidebildiğim kadar gerilere giderek babamın hikayesini yazmaya çalışacağım.Tabi aslında bu bir kişinin hikayesi olmaktan çok çevresi ile ve de aynı zamanda bir devirin hikayesi olmuş olacak.

Bunu yazarken geçmişe dönük olarak kendi hatırladıklarım,babamdan,dedelerimden duyduklarım ve çokçası da bu konuda 88 yaşında iken 2 Ağustos 2016 da vefat eden amcamın tuttuğu notlardan yararlanmış olacağım. Birisinin yarım yamalak, bölük pörçük de bir başlangıç yapması hiç yapmamaktan iyidir. En azından bizden sonra bizim çocuklarımız da-şayet devam etmek isterlerse- hikayelerinin nereden başladığını ve kendilerinin de nereden başlaması ve devam etmesi gerektiğini bilmiş olurlar…

Hikayeye yukarıda da bahsettiğim gibi amcamın (Fikret Mola) tuttuğu notlardan hareket ederek başlayacağım. Zira ondan 2 yaş küçük olan babam İsmet Mola ile birlikte büyüdüklerinden hikaye bir yerde de onun hikayesi sayılabilir. Amcam notlarında şöyle diyor ” Köyümüzde iki bakkal vardı.(Şu an Bulgaristan topraklarında olan köyünü kastediyor) Birisi Ermeni vatandaş, diğeri de babamın da dayısı olan Ahmet ağa idi. Köyün tamamı türk ve Müslüman olduğundan olsa gerek Ermeni olan bakkal bir süre sonra kapandı. Tek kalan Ahmet ağa bakkal işini daha da genişletti. 1934 sonbaharında babamla birlikte bazı alışverişlerimizi yapmak üzere dayımızın dükkanına gittik. Biraz hoşbeşten sonra babam Ahmet ağaya “Dayı biz malı mülkü satıp bir ay sonra  Türkiye’ye göç edeceğiz. Diğer gidenlerle birlikte anavatanımıza kavuşmak istiyoruz” dedi. Uzunca bir süre buğulu gözlerle suskun kaldılar. Tam dükkandan çıkarken Ahmet ağa babama “Molla Mehmet oğlum O hüccet kağıdını bari bana yolla, siz ana vatana gidiyorsunuz ben bu durumda gidemem. Biz kafir arasında kalacağız,soyumuz sopumuz kaybolmasın” dedi. Eve gelince babam evimizde bulunan büyük bir kuran-ı kerim içinden yeşile çalan renkteki büyücek bir kağıdı rulo yaparak benimle Ahmet ağa/ dayıya gönderdi.

Babamın dediğine göre 1500 lü yıllarda(muhtemelen Kanuni zamanında) Konya ve Karaman civarından çeşitli sebeplerle bazı ailelerin ve aşiretlerin göç ettirilmesi ile ilgili padişah fermanında Kır ağalı İbrahim,Kır ağalı Mestan ve Kırağalı İsmail olarak adları geçiyormuş göçe tabi tutulanlar. Yine babamın anlattığına göre bizim sülale de Kırağalı İbrahim soyundan  geliyormuş.

Daha sonra 1960 lı yıllarda Bedriye Halamın eşi Abdullah Çorbacıoğlunun oğlu Polis memuru Zeki Çorbacıoğlunun Levent taraflardaki evinde bir düğün vesilesi ile toplanmış ve yine memleket hatıralarını anlatırken oradakilerden birisi ”Fikret dayı ben Kerimler köyünden Ahmet Aganın torunuyum Mühendisim ve Zeytinburnunda inşaatçılık yapıyorum O hüccet kağıdı da bende”  dedi ve bana kartvizitini verdi. Ben de kartı ceketimin cebine koydum. Sonra  ne oldu?.  nasıl oldu?  Onu bir türlü bulamadım. Ben o sıralarda Muratlı’da öğretmenlik yapıyordum. 1972-1973 lü yıllarda Zeytinburnu’nda öğtretmenlik yaptığım yıllarda çeşitli defalar aradığım halde o kişiyi bulamadım”

Amcamın bahsettiği Hüccet kağıdının aslı neydi? Yoksa aslı Hicret kağıdı ya da başka bir şey miydi? Şu anda nerelerde ve kimlerin elinde? Belki bu yazıyı tesadüfen okuyan ve bu serüvenin bir parçası olan birileri bu konuda bizi bilgilendirir. Nihayetinde vardığımız gerçek şu ki nüfus yapısını değiştirmek, hakimiyeti pekiştirmek, islam dinini kabul edenlerin sayısını çoğaltmak  ya da belki padişahın başına bela olacak kişileri sürgün etmek gibi nedenlerle ana yurtlarından uzak diyarlara gitmek zorunda kalan insanların yüzyıllar  sonra ait oldukları topraklara geri dönmesinin hikayesi de diyebiliriz bu maceraya.