DEDE – TORUN

Dün takvimler 26 Temmuz 2020 tarihini gösteriyordu. Ve sevgili torunumuz Ada’nın ikinci yaş gününü kutladık. Evet o şimdi 2 yaşında dedesi olarak ben de 70 yaşındayım. Hesapladım da babam 50 yaşında dede olmuş, dedem ise 42 yaşında. Demek uzayan insan ömrüne paralel olarak bu vasıflar da ileri yaşlara doğru kayıyor. Rahmetli babam 85 yaşında aramızdan ayrıldı. Çok fazla konuşkan biri olmamasına rağmen ömrünün son günlerinde “Çok şey gördük çooook, biz bu günleri de görecek miydik?” cümlelerini sıkça kullanırdı. Kastettiği uzun yıllar damı akan, bacası tüten toprak evler ile, kasabadaki kombili, doğalgazlı evin konforu arasındaki çağ farkı idi. Bu herkes için basit ve doğal bir şey olsa bile onun hayallerinin ötesinde bir durumdu. Bu ortamın sağlanmasında bizlerin katkısını da üçüncü kişilere sıklıkla söylediği ”Allah insana mal mülk vermesin hayırlı evlat versin” cümleleri ile ifade ediyordu.

Bende 70 yaşında biri olarak yavaş yavaş “Çok şey gördük çooook” moduna girmeye başladım galiba. Gördüklerim ve yaşadıklarımı çeşitli olay, durum ve objeler vasıtasıyla çevreme özellikle de torunlarıma yazılarımda anlatmayı deneyeceğim. Olur mu, ne kadar olur, onu zaman gösterecek. Bu yaş günü sebebiyle de dede torun ilişkilerinin bizim yaşamımıza dokunan bölümlerini irdeleyeceğim. Ben bunu üç evre olarak gözlemledim.

Devamı için tıklayın “DEDE – TORUN”

HONG KONG GÜNLERİ 2 / “ADA”LI GÜNLER

Hong Kong’a ilk gelişimiz 2017 Şubat ayındaydı. Şangay’da oturmakta olan büyük oğlumuz Dinçer ile küçük oğlumuz Gençer’in organizasyonu ile gerçekleşen bu seyahatin ilk ayağı olan Hong Kong ve daha sonraki Şangay ayağı ile ilgili izlenimlerimi bloğumun ilgili bölümlerinde yazmıştım. (bakınız…..) Bu seyahatten birkaç ay sonra Dinçer’in eşi Müge kızımızın işi dolayısı ile Şangay’dan Hong Kong’a yerleşmeleri gerçekleşti. Bu defa bizleri Hong Kong’taki evlerinde ağırlamak için davet etmeye başladılar. Biz de artık uzun yolculukların yorucu olmaya başladığını, Hong Kong’u da gördüğümüzü söylediğimizde “büyük konuşmayın gelirsiniz” gibilerden bir şeyler söylüyorlardı. Daha sonra ağızlarından baklayı çıkardılar ve kendilerinin ana baba, bizlerin de dede ve babaanne olma müjdesini verdiler. Tabi böyle olunca akan sular durdu ve biz de büyük bir memnuniyetle gidebileceğimizi söyledik. 19 Temmuz’a alınmış olan biletlerimizin gününün gelmesini sabırsızlıkla beklemeye başladık. Beklenen gün gelince beraberimizde Müge kızımızın kardeşi ve teyze adayı Tuğçe ile beraber Hong Kong’a ulaştık. Havaalanında bizi karşılayan oğlumuz ile beraber evlerine doğru yola çıktık.

26 Temmuz’da doğumun yapılacağı hastaneye gittik. Bir tepenin üzerinde bulunan hastaneye sabah 7’de ulaştık. Belli hazırlıklardan sonra kızımız saat 8.45 gibi doğumhaneye yürüyerek alındı (burada adet böyleymiş). Biz de sabırsızlıkla beklemeye başladık. Saat 9.30 sularında büyük mucize gerçekleşti. Önce pembe kundak içinde Molaların en genci Ada kızımız (daha önce kararlaştırıldığı gibi adını Ada koyacaktık. Büyük büyük dedesinden öğrendiğim kulaklarına ezan ve kamet okunması biçimindeki usul ile bunu da ben gerçekleştirdim.) getirildi ve bir cam bölmenin arkasında diğer doğmuş bebeklerin arasında 15/A (oda numarası) numara ile yerini aldı. Biraz sonra da anne odasına getirildi. O ne muhteşem bir şeydi. Duyguların tarifsiz, sözcüklerin yetersiz olduğu bir andı. Kaşından, gözünden, burnundan, saçından insanın bütün özelliklerini taşıyan bu yavruyu seyretmeye doyamıyor insan. Bebek ve annesi 4-5 gün kadar hastanede (Burada sezaryenle doğumlarda bu kadar yatırıyorlarmış) kaldıktan sonra evlerine geldiler. Ev gerçekten renklenmiş ve şenlenmişti. Annesi, babası, teyzesi, babaannesi adeta etrafında fır dönüyordu. Doğrusu ben bu koşturmaya onlar kadar etkin bir şekilde katılamıyor, gerektikçe getir götür işlerini yapıyordum.

Güzel Ada’mızın ilerleyen günlerde büyümesini adım adım izliyorduk. 40. gününde dışarı çıkararak dış dünya ile tanıştırdık. Biraz gezintiden sonra Starbucks’ta bizim kahve içmemize nezaret etti. Evde artık herkese kendi lisanını belletmeye başlamıştı. “Eeehhh, eeehhhh”lerle başlayıp “ığııngaaa, ığııngaaa”larla süren giderek yoğunluğunu ve bestesini arttıran sesi ile yerine göre karnımı doyurun, altımı temizleyin, gazımı çıkartın, kucakta olmak istiyorum mesajlarını vermeye başlamıştı. Bu arada çocuk gelişimi ile ilgili bilinen birçok kırmızı çizgiyi de aşacağının işaretini veriyordu.

Bugüne kadar bizim için sıradan üç harfli coğrafi bir terim olarak hiç ilgimizi çekmeyen “ADA” sözcüğü tarifsiz anlamlar ve içerik kazanmaya başlamıştı. Bu sözcüğü okuduğumuzda veya duyduğumuzda onun minik ağzı, burnu, sürekli hareket halindeki yumuk yumuk elleri geliveriyor gözümüzün önüne. Daha önce sıradan bir şarkı olarak dinlediğimiz “Ada bu yıl sensiz içime hiç sinmedi”, “Adalardan bir yar gelir bizlere”, “Ada sahillerinde bekliyorum”, “Şen adalar mavi boğaz” gibi şarkılar daha anlamlı ve daha etkileyici olmaya başlamıştı. Çevrede gördüğümüz her olay, durum ve kişi ile Adayı muhakkak bağlantılandırır olmuştuk. Yani günümüzde birazda politik arenada kullanılan tabirle bize her şey onu hatırlatıyor olmuştu.

Bu arada iki aya yakın olan beraberliğimizin ayrılık günleri de yaklaşmaya başladı. Bütün ayrılıklar bende tuhaf ve tarifsiz bir duygu karmaşası yaratır. Yurt dışındaki çocuklarımı ziyaret sonrası dönüşte de benzer duyguları hep yaşardım. Ama sonra da bizden uzak da olsa onların ne yaptıklarını ne durumda ve nasıl bir yaşam sürdürdüğü konusunda olumlu tespitleri hatırlar ve kendimi rahatlatırdım. Bu durumda aynı yöntemi kullanmakla beraber daha fazla merak, daha fazla özlem ilaveli duygu kokteyli içinde buldum kendimi. Acaba şimdi ne yapıyor, ne kadar büyüdü, insanları tanımaya başladı mı, söylediği ilk sözcük ne oldu, bir daha onu ne zaman görebiliriz, bizi tekrar gördüğünde tepkisi ne olur gibi onlarca soruyu beraberimizde götürecektik. Ama ne olursa olsun Ada bizim dünyamızda anlamlı ve sevgi dolu yerini almaya devam edecek. İyi ki varsın, iyi ki doğdun dünyamıza…