ARADA BİR İSTANBUL / BOĞAZ TURU

İstanbul ve boğaz her zaman birbiri ile bütünleşmiş ve birbirini hatırlatan iki sözcük olarak yer alır hep zihinlerde. Boğazı gezip görmeden İstanbul’u tanımak ve anlamak neredeyse imkansız gibidir. Ömrümün yarısından fazlasını İstanbul’da yaşamış biri için ise boğaz belki giderek sıradanlaşan bir görüntü haline geliyor.

En son boğaz gezisini sanıyorum 7-8 yıl kadar önce Kadıköy’de oturduğumuz sırada eşim Nuray ile birlikte gerçekleştirmiştik. Boğaz turu için bindiğimiz adına tekne, motor, gemi,vapur sözcüklerinden hangisi ile tarif edeceğimizi bilemediğimiz araca bindiğimizde neredeyse  kulakları sağır edercesine yüksek volümlü ve son derece bozuk cihazlar aracılığı ile aktarılan müzikten   adeta kulaklarımız sağır olmuştu. Eve geldiğimizde bile müziğin dayanılmaz kalıntılarının kulaklarımızda izi vardı. Keyif almak için çıkılan bir tur herhalde ancak böyle bir gürültü ile zulüm haline getirilebilirdi.

Okul arkadaşım Nuri Erkmen ve eşi Hüsniye hanım yine bir boğaz gezisi yapmayı önerince  “İnşallah 7-8  yıl önceki gürültü işkencesi tekrarlanmaz” düşüncesi ile bir boğaz turu daha yapmaya karar verdik. Osmaniye’den kalkıp ve evimizin yanından geçen Halk otobüsü Eminönü’ndeki bizi tur motorlarının hemen yanına kadar götürdü. Şubat ayının12. günü olmasına karşın hava çok soğuk sayılmazdı. Saat 11.00 den başlayarak hemen hemen birer saat ara ile yapılan turların ilk seferini yapan araca bindik. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Araçta    müzik yine olmasına rağmen rahatsız edici boyutta değildi.

Soldan işleyen deniz trafiği güzergahı izlenerek Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının yanından süzülerek ilerleyen tur motorumuzdan   kendi kaderine terkedilmiş içinde belki düne ait bin bir anı yaşanan Savanora yatını ve şu sıralar taraftarlarını pek mutlu edemeyen Galatasaray takımının adasını selamladık. Sanki oyuncak arabalar halinde akıp giden araç araçlara zemin oluşturan köprülerin altından geçtik. Rumeli Hisarının muhteşem görüntüsünü de izledikten sonra hemen onun ilerisindeki ikinci köprü dediğimiz Fatih Sultan Mehmet köprüsünün altından bir U dönüşü yapan teknemiz bu kez boğazın karşı kıyılarındaki güzelliklerle bizi baş başa bıraktı.

Dönüş istikametinde restore edilmek üzere giydirilmiş Kuleli Askeri Lisesini, Beylerbeyi sarayını görme fırsatı bulduk. Şu anda hatırlayamadığım birçok keyif verici görüntüyü de yaşadıktan sonra motorun Üsküdar’a yanaşmasını fırsat bilerek rutinin dışına çıkıverdik ani bir kararla.

Her ne kadar Marmaray inşaatı dolayısıyla Üsküdar meydanının görüntüsü biraz  çirkinleşmiş olsa da bu sahilde bir gezinti yapma isteğinden bizi alıkoyamadı. Mihrimah sultan camisi ile kız kulesi arasındaki mesafede bir gezinti yaptıktan sonra tekrar vapura binerek geziye başladığımız noktaya geldiğimizde saatler 14.00 gösteriyordu ve karnımız da iyice acıkmıştı. Hemen oracıkta “Kalyatai-i Barbaros” teknesinin üzerinde ızgaraya konup pişirilip satılan üç tarafı denizlerle çevrili ülkemin balıklarından değil de muhtemelen Norveç Uskumrusu olabileceğini tahmin ettiğim ve oldukça da lezzetli bulduğumuz balıklardan yedik. Evlerimize gitmek üzere   hemen yandaki otobüs durağına yöneldik.

İstanbul, boğaz, arkadaşlar ve gezi, gerçekten her şey çok güzeldi. Belki de biz güzeli bakmak ve güzeli görmek üzere yola çıkmıştık. Oysa “Ucube” aramak için çok uzaklara gitmeye de gerek yoktu. “Gökkafes” ten başlamak üzere o doğal doku ile uyuşmayan yapıları, kenardan kenardan başlayıp yeşili yok ederek oluşturulan betonlaşmayı makinemin objektifi gördü ama ben hiç görmek istemedim o gün. Çünkü bu ucubeler “Kaldırın yıkın buradan” demekle yok olacak özellikte değildi. Gariban bir sanatçının eseri de değildi. Bunlara yıkın diyeceklerin gözleri önünde, belki de onların katkısı ile ortaya çıkmıştı bunlar. Dedim ya biz onları hiç görmedik, biz hep güzel şeyleri gördük o gün.