ATATÜRK, CUMHURİYET VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Cumhuriyetimizin 98. kuruluş yıldönümünü geçtiğimiz ay kutladık. İki yıl sonra da bir asırlık geçmişi olacak bu mutluluğun. Çocukluğumuzda “Cumhuriyet yönetimlerinden önce padişahlık ve krallık yönetimleri varmış. Kral ya da padişah ülkeyi keyfine göre yönetirmiş. Astığı astık kestiği kestikmiş. Ama cumhuriyet gelince insanlar kendi yöneticilerini kendileri seçmeye başlamışlar. Beğenmedikleri yöneticileri bir daha seçmeyerek iyi yöneticileri seçme hakkını elde etmişler” şeklinde basit olarak tarif edilirdi bu durum. Çocukluk düşüncesi ve masumiyeti ile inandığımız bu tarifin daha sonraki yıllarda o kadar da basit olmadığını öğrenecektik. Cumhuriyet konusu ile ilgili terminolojinin içine girdikçe de zihnimiz daha da karışacak nihayetinde yapılacak ve öğrenilecek çok daha fazla şeyin olduğunu kabullenecektik.

Benim öteden beri bu tarifler içinde en çok hoşuma gideni “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” şeklindeki anlatımdır. Gerçekten ben ve benim gibi kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde hayata gözlerini açan birçok çocuk parasız yatılılık ve bursluluk gibi desteklerle tarikatların ve cemaatlerin insafına terk edilmeden bir yerlere gelmesini cumhuriyete borçludur. Dahası Aziz Sancar’ın Mardin’in Savur Kasabasında başlayan ve Nobel ödülüne kadar uzayan yolculuğunun temelinde de Kasımpaşa’dan çıkan bir vatandaş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına giden yolunda da cumhuriyetin küçümsenmeyecek payı olduğunu düşünüyorum.

Şüphesiz Cumhuriyet ile Atatürk birbirinden ayrı düşünülemez. Cumhuriyetin en zor ve çetrefilli ilk on beş yılında onun izleri vardır. Atatürk’ün damgasını taşıyan Cumhuriyet ve o sürece kadar yaşanmış olan mücadele yılları ne yazık ki birçokları tarafından yeterince anlaşılmış değildir. Daha da kötüsü günümüzde yaşanan birçok olumsuzluğun, başarısızlığın beceriksizliğin, ufuksuzluğun faturası hemen o döneme ve dolayısıyla Atatürk’e rahatça çıkarılabilmektedir. Hiç kimse Atatürk’ün “Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yüceltecek sizlersiniz” sözünün gereği ne derece yerine getirildiği hususunda kendini sorgulama ihtiyacı dahi duymamaktadır.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin bir kurumu olan Diyanet işleri başkanlığı ve onun başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’ü zorunlu olmadıkça telaffuz etmekte zorlandığı hep eleştiriliyor. Ben bu tür eleştirileri doğrusunu söylemek gerekirse gereksiz buluyorum. Bir duygu, bir düşünce eğer içten ve hissedilerek yapılırsa kıymetlidir. Zorlamayla ya da kerhen kurulan cümle hiç kurulmasa daha iyi olur. Babasından duydukları üzerinden bir devri karalamak için anlattıkları basında yer aldı. Jandarma korkusundan insanların kuran öğrenemediklerini, okuyamadıklarını ayrıntılı olarak anlatıyordu. Bunların ne kadarı gerçek ne kadarı bir algı oluşturma gayreti tartışılır. Ali Erbaş’ın 1921 doğumlu babasından duyduklarındansa, 1908 doğumlu benim dedemin anlattıklarını ben daha gerçekçi ve aydınlatıcı bulmaktayım. O sese biraz kulak verelim isterseniz.

“1934 yılında göçmen olarak geldiğimiz köyde dini geçmişimi öğrenen köylüler kendilerine imam olmamı istediler. Uzun yıllar hem bu köyde hem de çevre köylerde imamlık yaptım. Kendi köyümüzde topraktan yapılmış bir yapıyı cami olarak kullanmaya başladık. Bir köşesine de derme çatma ahşap bir yükselti yaparak ezan okunacak yer oluşturduk. Vakit namazlarını 8-10 kişi ile teravih, bayram ve cuma namazlarını daha kalabalık gruplar halinde kılıyorduk. Bir yandan da her yaştan arzu edenlere kuran okumasını da öğretiyordum. Bu arada cuma namazı ile ilgili ilginç bir durumu da açıklamalıyım. İlk geldiğimde köylüler birkaç saat yürüme mesafesindeki nahiyeye cuma namazlarını kılmak için gidiyorlardı. Kendilerine artık burada cemaat oluştuğu için gitmeye gerek olmadığını söylediysem de “Orada kılmak lazımmış, hem o caminin beratı varmış” gibi gerekçeler ileri sürerek alışılmış yanlışlarını sürdürdüler. Onlara cemaatin oluştuğu her yerde kılınabileceği gerçeğini anlatmam zor olacağından başka bir yolu denedim. Kaymakamlığa giderek durumu anlattım ve ondan başında büyük daktilo harfleri ile BERAT yazan altında da ‘…köyünde imamlık yapmakta olan Mehmet Mola’nın müracaatı tetkik edilmiş ve söz konusu köyde cuma namazı kılınmasında kaymakamlığımızca bir sakınca bulunmadığı… İş bu belge müracaatçının isteği üzerine kendisine verilmiştir.’ şeklinde bir yazı ve altında da kaymakamın imzası ve mühür olan belgeyi alıp köye geldim. Çoğu okur yazar bile olmayan köylüler daktilo ile yazılmış ve kaymakamın imzası ve mührü de bulunan yazıyı görünce ikna oldular ve o tarihten sonra cuma namazlarını da köyümüzde kılmaya başladığımız gibi köyde ve civar köylerde berat almış olan kişi olarak epey sükse yaptım.”

Tüm bunları anlatırken bir kere bile jandarma baskısından söz ettiğini hatırlamıyorum. Hatta muhtemeldir ki nahiyedeki karakolda görevli jandarma onbaşısı ya da personeli bile cumaya gitmiş olabilir. Yani demem o ki sistematik bir baskı olsa ülkenin her yerinde yaşanmış olması gerekirdi. İsmet Paşa’nın asker kaçağı olduğu iddiası gibi o yıllara ait anlatılanların birçoğu gerçek dışı ya da çok abartılı hale getirilmiş durumlar. Şurası bir gerçektir ki Ali Erbaş’ın görevden ayrıldığından üç gün sonra adını kimse hatırlamayacaktır ama Atatürk ve Cumhuriyet 100 yıllar da geçse hafızalardaki tazeliğini hep koruyacaktır.

Ha bu arada elbette ki her şey dört dörtlük olduğu iddia edilemez. Bir ara askeri hastanede hasta ziyaretine giden insanların, ya da askeri tesislerde yapılan düğünlerdeki davetlilerin saçı, başı, sakalı ile uğraşıldığı saçmalıklarda yaşandı. Bu bana göre sistemin kendisi ile ilgili olmaktan çok yetkililerin işgüzarlığının da ötesinde egolarından ve dar kafalı olmalarından kaynaklanan bir durum.

Yüz yıl öncesinin şartlarında bir avuç vatansever tarafından başlatılan mücadele ve onun etrafında kenetlenen bir halkın destanıdır Cumhuriyet. Bugünün koşulları ve perspektifinden bakıldığında birçok eksikleri olduğu da aşikardır. Onun içinde Atatürk onu sadece yaşatmayı değil aynı zamanda da yüceltmeyi öğütlemiştir. Yüceltme dediğiniz şey de cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılması ihtiyacıdır. Atatürk sağlığında bunu bir iki kez denedi ise de (Serbest fırka Terakkiperver Cumhuriyet fırkası denemeleri) istenilen sonuç alınamadı. Bize ya da arkasından gelen siyasilere düşen görev habire ilk 10-15 yılda yapılanları sorgulamak yerine seksen yıldan beri yüceltme adına ne yapıldığıdır. Onuncu yıl marşı kadar zihinlerde kalmış bir marş bile yok ortada. 50. yıl marşını kaç kişi hatırlar bilmem. Belki 100.yıl için de bir marş yazılacak. Gönül ister ki 100. yılda yazılacak ve söylenecek bu marş zihinlerden hiç silinmesin cumhuriyeti fikrinin yaşamasının ve yüceltilmesinin işareti olsun.

İnsanımızın bir başka özelliği de geçmişteki bazı kayıtlara gereğinden fazla önem atfetmesidir. Cumhuriyet karşıtlarınca bu durumlar “Eski anayasalarda laiklik yoktu. Devletin dini de İslam yazıyordu daha sonra yapılan değişikliklerle devlet dinsiz hale getirildi” söylemleri ile başlayıp, “Camileri ahır yaptılar, camileri genelev yaptılar” zırvasına kadar bile uzanabiliyor.

Bir diğer kesim de 1921 Anayasasına ve özellikle de onun 11. maddesine gereğinden fazla vurgu yapmakta. Her ne kadar birçok yerde Anayasa diye bahsedilmesine rağmen bu metin teknik olarak 23 maddelik bir teşkilatlanma yasası (Teşkilat-ı esasiye kanunu) olduğu daha çok kabul görmektedir. Çünkü o yıllarda cumhuriyet dahi kurulmadığı için meşruti hükümetin Anayasasının (Kanuni esasi) da hala yürürlükte olduğunu ileri sürenler de vardır. En çok bel bağlanan 11. maddenin orijinal şekli de “Vilâyet, mahallî umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer’i, adlî ve askerî umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükümetin umumi tekâlifi ve menafi birden ziyade vilâyata şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vazedilecek kavanin mucibınce Evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafıa ve Muaveneti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dâhilindedir.” şeklindedir. Bu ifadenin daha sonraki anayasalarda yer almaması özellikle Kürt kesimi bir kayıp olarak değerlendirmekte hatta işi aldatılmışlık duygusunda kadar götürmektedir. Şurası iyi bilinmelidir ki bu madde bir kazanım ise bütün toplum için kazanım, yoksunluk ise tüm toplum için bir yoksunluk durumudur. Neticede 1921 anayasası olarak üzerinde konuşulan metin eksileri, eksiklikleri artılarından fazla olan bir metindir bana göre. Özellikle de demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliğini içermesi en eksik yanını teşkil etmektedir.

Bu 11. madde üzerinde bu kadar umut ve beklenti yığını varken ister misiniz Cumhur ittifakı aylar önce başladığı ama şimdilerde unutulan anayasa değişikliğine bu maddeyi virgülüne dokunmadan eklesin. Buna mukabil ilk dört maddede biraz rötuş yaparsa buna HDP nasıl yaklaşır bilemiyorum. Kim bilir belki referanduma bile gerek kalmadan hayata geçer. Hatırlanırsa sarı öküzün ilk teslim edildiği, gömleğin ilk yanlış düğmesinin iliklendiği, mezardan kalkanların bile oylamaya davet edildiği 2010 referandumuna o günün BDP’si -oylamayı boykot ederek- zımnen de olsa destek vermişti.

Neyse şaka bir yana geçmişi bilmek elbette iyi bir şey. Ama geleceği inşa ederken 100 yıl önceki muğlak metinlere fazla ümit bağlamanın doğru olmadığına inanıyorum. Ona bakarsanız onlarca yıl sonra bizim şu anda birçok yerinden şikayetçi olduğumuz anayasanın 34. maddesini okuyan birisi (Madde 34 – Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir…) ne kadar fazla kazanımları varmış diye düşünebilir. Keza 138. maddesini okuyan birisi de (Madde 138 – Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz…) ne kadar adil bir yargılama sistemleri varmış kanaatine varabilir. Yazılanlar ile yaşananlar arasındaki makas bu kadar açık olduğu sürece gerçek bir toplumsal düzene kavuşmamız da zorlaşacaktır.

Sonuç olarak yapılan hatalardan ders çıkararak cumhuriyeti demokrasi ile buluşturma ve yüceltme ile ilgili herkes samimi gayretini göstermek durumundadır. Aileden, okuldan siyasi partilerin kendilerinden başlayacak olan bu demokratikleşme süreci dalga dalga tüm insanlarımızın barış, refah ve huzur içinde yaşamalarına hizmet edecektir.

Tagged: Tags

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *