MUHTAR BİLE OLAMAZ……

Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın başlattığı yeni bir gelenek sanırım hiç kimsenin dikkatinden kaçmamıştır. On iki yıllık Başbakanlık döneminde yaptırdığı muhteşem sarayında polislerden iş adamlarına, esnaflardan muhtarlara  çeşitli meslek grupları ile yaptığı bütün toplantılar televizyonlardan da canlı olarak verilmektedir. Yakında sıra apartman yöneticilerine gelirse şaşmam. Sayın Cumhurbaşkanı bu toplantılarda havadan sudan biraz konuştuktan sonra sözü paralel yapıya ve arkasından başkanlık sistemine getirmekte bunun için de yaklaşan seçimlerde isim zikretmeden şark kurnazlığı diyebileceğimiz bir zihniyetle malum partiye  400  milletvekili istemektedir.

Bu toplantılardan muhtarlar ile ilgili olanı birkaç kez tekrar edildiği için medyada daha geniş yer aldı. Bu toplantılarda da Cumhurbaşkanı zamanın muktedirleri tarafından kendisi için söylenen  “muhtar bile olamaz” sözcüğünü hatırlatıp sözü “Ama bakın ben cumhurbaşkanı bile oldum” demeye getirmektedir. Bu durum bana halk arasında çok söylenen bir fıkrayı hatırlattı. Hani adam çocuğunda gördüğü bazı özelliklerden dolayı ona sık sık “Sen adam olmazsın” der dururmuş. Nihayetinde çocuk büyümüş tahsilini tamamlamış vali olmuş ve babasını makamına çağırarak “Baba sen bana adam olmazsın diyordun ama bak ben vali oldum.” demiş . Babası da  kastettiği şeyin farklı olduğunu hissettirircesine “Ben sana vali olamazsın demedim adam olamazsın dedim.” cevabını vermiş. Konuya bu açıdan baktığımızda “Muhtar bile olamaz” cümlesinin yanlış değil, olsa olsa eksik bir cümle olduğu söylenebilir. Söyleyen kişiye de sorulsa ”Ben cumhurbaşkanı olamaz demedim muhtar olamaz dedim” biçimindeki açıklaması ile cümleyi daha anlaşılır hale getirecektir.

Seçimlerde oy kullananlar hatırlayacaktır. Belediye başkanından milletvekiline, il encümeninden belediye encümenine tüm seçilenler genelde bir siyasi parti şemsiyesi altında oy pusulasında yer almakta iken muhtarlar hiçbir siyasi parti kimliğini kullanmadan beyaz bir kağıt parçasındaki isimleri ile bu yarışa girmektedir. Seçildikten sonra da cumhurbaşkanı gibi tarafsız kalacaklarına dair anayasal ve yasal bir yemin etmemelerine rağmen hizmetlerini ayrıştırmadan, ötekileştirmeden,  nefret dilinden çok sevgi ve samimiyet dilini kullanarak yürüttüklerine tanık oldum çoğu kez. Ha tabi onların bir siyasi görüşü yok mu elbette var. Ama en azından bunu işine karıştırmamayı en iyi yapanların muhtarlar olduğunu düşünmekteyim ben.

Bir de merak ettiğim bir şey insanların muhteşem saraya davet konusunda ne hisssettikleridir. “Keşke ben de çağrılsam” diye mi, yoksa “İnşallah beni çağırmazlar” diye mi düşünürler. Kolay değil yani orada susmak, dinlemek ve alkışlamak dışında bir seçeneğiniz yok. Söz gelimi muhtarlar ile yapılan toplantıda muhtarın biri söz alıp “Sayın Cumhurbaşkanım davetiniz bizi çok mutlu ve bahtiyar etti. Ömrümüzde görmediğimiz güzellikleri gördük. Adını bile duymadığımız yemekleri yedik. Sağ olun eksik olmayın Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Ama merak ettiğim bazı şeyler de var. Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Ben boğazımdan şimdiye kadar haram lokma geçirmemeye özen gösterdim. Bize kimin kesesinden ziyafet çekiliyor? Burada konu mankeni ya da dolgu maddesi olarak kullanılmak ağırıma gidiyor. Türkiyede elli binden fazla muhtar var. Bu davet ve ikram hepsine yapılacak mı? Bir de bize formaliteden muhtar bilgi formu, talep formu gibi şeyler doldurtuyorsunuz. Bunca işinizin arasında bunlarla uğraşacağınızı tahmin etmiyorum. En iyi ihtimalle hiyerarşik olarak İçişleri bakanlığı, valilikler ve kaymakamlıklara gönderilecek . Bu tür toplantıları zaten biz sizin bir uzantınız olan mülki amirlerimizle düzenli olarak yapıyoruz. Burada sizin örtülü bile diyemeyeceğimiz seçim kampanyanızın ve başkanlık ihtirasınızın bir parçası olmaktan öteye bir fonksiyonumuz yok gibi geliyor bana…” şeklinde konuşmaya başlayıverse  ne olur acaba?

Neyse muhtarlardan girdik ama sözü de fazla uzattık galiba. İyisi mi Atatürk’ün sanatçılar için söylediği sözü muhtarlara uyarlayarak yazımızı sonlandıralım. “Efendiler… Hepiniz Milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz; Fakat Muhtar olamazsınız…..!”

YARIM ASIR SONRA YENİDEN EDİRNE (2)

Gecemizi Öğretmen evinde geçirdikten sonra ikinci gündeki ilk ziyaret yerimiz Müze oldu. Edirne Müzesinin 1925 yılında Atatürkün emriyle kurulmuş olması buraya olan ilgimizi  daha da arttıdı. Etnografya ve arkeoloji bölümü müzenin ana binasında, Türk İslam eserleri ise Selimiye Camiinin eskiden medrese olan bölümünde bulunmaktadır. Bu iki bölüm arasında da Osmanlı mezar taşlarından oluşan bir alan da ziyarete açılmıştır.

Müzenin arkeoloji bölümünde Roma, Helenistik ve Osmanlı dönemlerine ait lahitler, heykeller, mezar taşları, sütun başlıkları gibi eserler sergilenmektedir. Bunların dışında Anadolu uygarlıklarına ait toprak ve cam eşyalar,takılar ve sikkeler de görülebilecek eşyalar arasındadır. Müzenin etnografya kısmında da Osmanlı dönemine ait halı,kilim, ev ve ahşap süslemeleri gibi görselliklere rastlamak mümkündür. Selimiye camii bitişiğindeki Türk İslam eserleri Müzesinde hat odası, kesici silahlar odası, kıyafet odası, sünnet odası, dokumacı odası, çini odası gibi bölümlerde Türk İslam tarihine ve yaşamına ışık tutan eserler yer almaktadır.

Müze ziyaretini tamamladıktan sonra kısa bir yürüyüşle yapılış tarihi 1880 li yıllara dayanan Sveti Georgi Bulgar Ortodoks Kilisesine ulaştık. Edirne’de Bulgar ya da Ortodoks cemaat pek olmadığı, ayrıca katolik ve protestanlara ait kilise olmadığı için az sayıdaki bu insanların da ibadet için burasını kullandıkları bilgisine ulaştık. Kilise ziyaretini kısaca tamamladıktan sonra istikametimizi “Sultan II. Bayezıd Külliyesi Sağlık Müzesi”ne çevirdik.

1488 yılında Sultan II. Beyazıd tarafından hizmete açılan çok kubbeli binalar topluluğu  biçimindeki yapı bütünlüğü içinde hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, hamam ve köprü gibi çok sayıda birim bulunmaktadır. Geçmişte hastaların, müzik, su sesi ve güzel kokularla tedavi edildikleri bu mekanlar 1997 yılından bu yana Trakya Üniversitesi tarafından sağlık müzesi olarak düzenlenmiş ve hizmete açılmıştır. Müzede hekimliğin geçmişi ve gelişimi ile ilgili bölümler ilgi ile izlenebilir. 2004 ve 2007 yıllarında Uluslar arası ödül sahibi de olan müze Selimiye Camiinden sonra en çok ziyeret edilen mekan olarak da dikkati çekmektedir.

Sağlık Müzesi ziyaretinin ardından bir sinagog ziyareti yaparak Edirne’de geçmişte yaşayan tüm dinlerin ibadet yerlerini görmüş olacaktık. Edirne büyük Sinagogu Avrupanın üçüncü büyük sinagogu olarak bilinmektedir. 1907’de II. Abdülhamit tarafından yaptırılan ibadethane zaman içinde harap olmuş ve kullanılamaz hale gelimiş ancak dört yıl süren bir restorasyon sonunda 2015’te tekrar ibadete açılmıştır. Edindiğimiz bilgiye göre Edirne’de halen bir musevi ailesi bulunduğu, ibadet için ya da özel günlerde dışarıdan cemaat geldiği bilgisi bize verildi.

Sinagog ziyaretinden sonra yaklaşmakta olan dönüş saatine kadar olan süre içinde benim 51 yıl önce kayıt olduğum ve yatılı olarak üç yıl acı-tatlı günlerimin geçtiği okulumu gezdik. (O zaman Edirne Erkek İlköğretmen Okulu olan bina şimdi I.Murat Lisesi olarak hizmet veriyor.) Bizler gibi yaşlanmış olan binanın etrafını, bahçesini, koridorlarını gezerken yıllar öncesinin hatıraları canlandı içimde. O zamanlar öğretmen odasının yanına düşen dersliğime girip aynı sıralara oturdum. (tabi o zamanın üçlü sıraları yerine şimdi tekli sıralar vardı.)Hüzünle karışık bir tuhaflık kapladı içimi. Okul kantininde tıpkı o yıllardaki gibi simit ve çayımızı içtikten sonra okuldan ayrıldık. Saat 17.00 itibarı ile de  Edirne otogarından şehre veda ettik.

YARIM ASIR SONRA YENİDEN EDİRNE (1)

Edirne ile ilk tanışmam 1964 yılında 14 yaşında  oldu. Çocuk mu, ergen mi, genç mi olduğumu tam anayamadığım bu yaşta ortaokulu bitirmiş ve İlköğretmen okulunda okumak üzere bu serhat şehrine gelmiştim. Üç yılımı geçirdiğim bu şehre günü birlik kısa bir iki ziyareti saymazsak yarım asırdan fazla bir hasretlik çekiyordum. Sevgili eşim Nuray da öteden beri beni okuduğun şehre götürmüyorsun diye sitem ediyordu. Şu anda Almanyada yaşamakta olan okul arkadaşımız Mehmet Tunçel’in eşi Mariana’nın da misafirimiz olarak aynı arzuyu duyması  bu işin artık sırasının geldiği kanaatını bizde uyandırdı.

30 Mart günü üç saat süren bir yolculuktan sonra saat 14.00 de Edirrne’ye ulaştık. Öğretmen evine eşyamızı bıraktıktan sonra hiç vakit kaybetmeden yakından uzağa prensibine uyarak hemen bitişikteki 1576 yılında Sinan tarafından yaptırılmış olan Defterdar Mustafa Paşa Camiini gezerek ilk açılışı yaptık. Devamında tıpkı elli yıl önceki yürüdüğüm caddeyi takiben  Eski Camiye ulaştık. Fetret devrinde Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1414 yılında tamamlanan bu cami duvarlarındaki küfi yazıları ile dikkatleri çekmektedir. Ayrıca bu camideki Kabe taşı (Rüknü Yemani) ziyaretiçilerin diğer bir tercihidir.

Eski camiden sonraki ziyaret noktamız  Üç Şerefeli Camii oldu. Sultan II.Murat tarafından1437 yılında inşasına başlanan ve on yılda tamamlanan bu caminin bundan sonra yapılacak camilere öncülük edecek mimari özelliklere sahip olduğu ifade edilmektedir. En önemli özelliklerinden biri de her biri farklı boyut ve mimarilere sahip  dört minaresi olmasıdır. Camiye adını veren üç şerefeli minare 81 metre ile o güne değin yapılan minarelerin en yükseği olarak kabul edilmektedir. Bu minarenin her bir şerefesine ayrı yollardan çıkılması uygulamasının ilk kez burada gerçekleştirildiğine tanık olunmuştur. Dikine yivlerle süslü bir diğer minaresinden dolayı buraya bazılarınca Burmalı Cami de denmektedir.

Cami ziyaretlerine biraz ara vererek kendimizi Saraçlar Caddesinden aşağı bıraktık. Eski Edirne evleri arasında yürürken hemen yanımızdaki faytonu görünce birden nostaljik bir söğütlük turu yapmak geldi içimizden. Tunca ve Meriç köprülerinden ve zaman zaman taşan su akıntılarından da geçerek öğrenciliğimizin en tatlı anılarının geçtiği Söğütlük mevkiine ulaştık. Aslında niyetimiz yine eskisi gibi buradaki ormanda biraz yürüyüp daha sonra çay bahçelerinin, kafeteryaların ya da lokantaların birinde oturup nehir kıyısında hem dinlenmek hem de bu güzel coğrafyanın keyfini çıkarmaktı. Fakat zamansız gelmiş olacağız ki televizyonlardan  izlediğimiz su taşkınlığının etkisinin hala sürdüğünü, bir çok tesisin sel suları içinde olduğunu görünce içimizi garip bir hüzün kapladı ve fazla kalmadan ve bu arzumuzu başka bir zaman dilimine erteleyerek birkaç resim çekmekle yetinip oradan ayrıldık.

Söğütlük dönüşü günün bitmesine hayli vakit kaldığını görünce finali Selimiye Camiini ziyaret ederek gerçekleştirelim dedik. Osmanlı padişahı II.Selim tarafından yaptırılan ve inşasına 1568 yılında başlanan cami 1574 yılında ibadete açılmış. Mimar Sinanın “Ustalık eserim” dediği bu cami Osmanlı mimarisinin önemli yapıtları arasında sayılmaktadır. Caminin şehrin en hakim yerine konuşlanması her yönden görkemli bir görüntü vermesini sağlamaktadır. Kubbe yapısında Sinan daha önce hiç denenmemiş teknikler kullanmıştır. Kubbeye yakın olan ve her birinde de üç şerefe bulunan minareler camiye gökyüzüne doğru uzanan ayrı bir görkem kazandırmaktadır. 380 santimetre çapında ve 71 metre uzunluğunda olan bu minarelerin bazı kaynaklarca alemler dahil 85 metre uzunluğunda olduğu belirtilmektedir. Üç şerefeli de olduğu gibi bu caminin cümle kapısının iki yanındaki minarelerin şerefelerinin  her birine ayrı yoldan gidilmesi mimari özelliği  mevcut bulunmaktadır.

Selimiye gibi muhteşem bir mimari eserin ziyaretini tamamladıktan sonra günün sonuna geldiğimizi fark ettik. Günün yorgunluğunu ve midemizin açlığını gidermek üzere-hemen yolda bir vatandaşa sorarak- Edirne’nin meşhur çiğer tavasını denemek için uygun bir mekan bulduk. Aydın Ciğer Tava adlı mekanın gerçekten çok rağbet gördüğünü yer bulmakta zorlandığımızdan anladık. Fiyatının da oldukça makul olduğunu söyleyebilirim. Edirneye yolu düşenlere tavsiye ederiz.