BİR KRİZİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ(2)

“BİR KRİZİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ(1)” yazısının üzerinden daha 24 saat geçmeden abdala malum olurmuş misali aklıma gelen başıma geldi.”Sümeyye Erdoğan O geceyi anlattı” başlığı ile verilen haberde bu defa hanım kızımız facebookta yayınladığı mektupta güya konuya açıklık gösteriyor. Demek kalp kalbe karşı imiş ki benim önceki yazımın sonundaki öngörüme paralel olarak konuyu döndürüp dolaştırıp türbana/ başörtüsüne bağlayıveriyor.

Keşke o mektubu yazmasaydı? Bazı durumları anlatmak için bizim kültürümüzde çok uygun deyimler vardır.Yani kelimenin tam anlamı ile ”cukk” oturur hani. Söz konusu olay için hangi birini saysam bilmem ki? “Özrü kabahatinden büyük” mü desem, “İşkilli  mi  desem, “Yavuz hırsız ev sahibinden baskın çıkar” mı desem yoksa hiç birini demeyip  “Yağmur yağacak diyorsun o halde sen bana ördek dedin” hikayesini mi anlatsam hiç bilemiyorum.

Kızımıza göre meğerse sorun kendisinin tiyatroda oyunu izlerken sakız çiğnemesinden kaynaklanıyormuş. Sakız çiğnemişse  ne olmuşmuş sanki? Bu ne cüretmiş,burası neresiymiş, hangi çağdaymışız. Hem de protokoldeki birine oyunu keserek sakız çiğneme hareketi nasıl sorgulanabilirmiş. Bu ne şımarıklık,bu ne cahillik bu ne faşistlik ve medeniyetten nasipsizlikmiş Bu çağda tiyatroda sakız çiğnemenin neresi saygısızlıkmış, biraz şöyle dünyaya bir bakılmalıymış diyerek hem duruma açıklık getiriyor hem de son düşürücü yumruğu vurmaya hazırlanan bir boksör gibi sendeletmeye çalıyor gibi bir durum seziliyor sanki mektupta.

Bir de görünenlerin ve söylenenlerin dışındakileri de bilme ve görme yeteneği olan kızımız sanatçının kafasının içini de bir çırpıda okumuş ve söylediklerinden söylemediklerini ayna gibi ortaya çıkarıvermiş. Aslında sanatçının gerçek düşüncesi ve niyeti başörtülülerin orada bulunmasını istememesi imiş ,bunlar sadece başörtülüyü değil sakallıyı köylüyü de tiyatroda istemezlermiş,

Tabi kızımızın tiyatro anlayışı ve deneyimi ne kadardır bilmeyiz. Ferhan Şensoy veya Cem Yılmaz gibi sanatçıların oyunlarını izleyenler  oyuncuların seyircilerle nasıl diyaloglara girdiğini, izleyicilerle ne durumlar yaşandığını çok iyi bilirler. Ama hiç birinin  cumbur cemaat tiyatroyu terk etmek aklına bile gelmemiştir. Haa  halk çocuğu olmakla başbakan çocuğu olmanın  farkı da bu olsa gerek.

Nasıl ki yazılmayan kitaplar suç unsuru olmaya başladı ise söylenmeyen ve  açıklanmayan düşüncelerin de suç olduğu döneme giriyoruz herhalde. Niyet okuma yöntemi ile yapılan bu düşünce okuma sonucu yakında gerçekleştirilecek bilmem kaçıncı dalga operasyonla adı geçen sanatçı ….. terör örgütü üyesi olmak yada yardım ve yataklık etmekten  Silivri’yi boylamazsa(!) bile devlet sanatçısı olduğu için artık bunun hesabı bir şekilde görülür herhalde.

Bütün bunların temelinde sanıyorum ki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” ya da “Ben kimin çocuğuyum farkında mısın?”kültürü yatıyor. Başbakanın kızı değil de Tayyip Erdoğan’ın kızı olduğunu hatırlayana kadar bu böyle sürer gider. Yaşıtları gibi belediye arabasına atlayıp sıradan insanlar gibi olma erdemine sahip olduğunda ise ortada hiç bir problem kalmaz.

Bu arada babaların yaklaşımı da önemli tabi“Bu benim kızıma nasıl yapılır? tez kellesi vurula” söylemi de bir yaklaşımdır.”Milletvekili olabilirsiniz,başbakan olabilirsiniz,hatta cumhurbaşkanı da olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız” söylemi de bir yaklaşımdır.Her yaklaşımın sonucu da sizin ne kadar çağdaş olduğunuzu belirler.

Başörtüsünün tamamen bireysel bir tercih olduğunu, başörtüsü kullanmanın hiç kimseye bir  ayrıcalık ,üstünlük ve dokunulmazlık sağlamadığını herkesin bilmesi gerekir. Bunu günlük çekişme ve kaprislerimizin de dışında tutmalıyız. Başörtüsü/türban takmadan da iyi ve inanmış bir insan olunacağı gibi başörtü takılarak da günahkar  olunabileceğini birilerinin hatırlaması gerekmez mi?

Ha bir de sanatçının veya sanatçıların hiç günahları ve sorumlulukları yok mu? Toplumdaki yozlaşmadan kalitesizlikten onların da üzerine düşen pay elbette var. Ama bu da ilerde bir başka yazımın konusu olacak gibi görünüyor. Bizi izlemeye devam edin…..

BİR KRİZİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ(1)

10 Nisan sabahı internet gazetelerinde sörf yaparken “Sümeyye Krizi” başlığı taşıyan haber dikkatimi çekti.Tıklayıp ayrıntısına girince değerli başbakanımızın kızı Sümeyye hanım Ankara’da devlet tiyatrosunun bir oyununu izlemekteyken oyuncuların müstehcenlik içeren hareketler yaptığı, ya da oyunculardan biriyle Sümeyye Erdoğan’ın göz göze gelmesi; oyuncunun bu sırada, ‘ne haber’ anlamıyla yapılan göz işareti yapması nedeni ile salonu terk etmesi üzerine 150 kişilik bir polis grubunun da salonu terk ettiği haberinin detaylarını okudum.

Aynı gün yine gazetelerin birinde ”Dünya bu Başbakanı konuşuyor” başlığı ile verilen haberin ayrıntılarında İngiltere Başbakanı David Carmeron ve eşi Samantha’nın İspanyada 3 yıldızlı ve plastik sandalyeli bir otelde paralarını da kendileri ödeyerek hafta sonu tatili yaptıkları haberine yer veriliyordu.

Bu bana bir kaç yıl önce küçük oğlumun çalıştığı Hollanda’ya gittiğimde gördüklerimi hatırlattı. Hollanda’da yine bir tanıdık bizi La Hey/ Den Hag(Şehrin ismini doğru yazamamış olabilirim) şehrini gezdirirken parlamento binasını da görme fırsatını buldum. Benim düşünceme göre seçmenler, delegeler, iş takipçileri derken orası ana baba  günü olmalıydı. Ancak son derece sakin bir ortam olduğunu görünce şaşırmıştım. Bir de dışarıdaki motorsiklet ve bisikletlerin bazılarının da parlamenterlere ait olduğunu öğrenince şaşkınlığım daha da arttı. Sonra hatırladım ve anladım ki orası bir krallıktı ve bizimki ise cumhuriyetti. Demek ki krallıkta yönetenler yurttaş gibi, cumhuriyette ise yönetenler kral gibi yaşıyordu.

Tabi bunların hepsini alt alta koyup daha derinliğine bir düşünceye daldığımda “Biz niye böyleyiz” girdabında buldum kendimi. Ülkemizde belki de şark kültürünün bir parçası  insanlar belli yerlere gelince sadece kendileri değil etrafındakilerle birlikte o makamın ve saltanatın bir parçası oluveriyor. Başbakanın eşi, başbakanın kızı olmak gibi yeni meslekler yeni statüler ve pozisyonlar  oluşuveriyor. Buna uygun yeni  protokoller belirleniyor. Bu durum da herkesi mutlu ediyor sanırım. Bir ara rahmetli Ecevit bu hovardalığa bir son vermek için yabancı marka da olsa yerli üretim renaulta binmeyi denedi ama pek de itibar görmedi. Bir çokları da bu durumu “Kendine hayrı olmayanın Ülkeye ne hayrı olur ki” diyerek eleştirmişti.

Oysa çağdaş dünyada her birey kendi bilgi,birikim ve becerisi ile var olmayı denemek durumundadır. Birisine dayanarak ya da birisinin gölgesinde var olmanın ne kadar sığ ve kısa ömürlü olacağını ne zaman fark edeceğiz acaba? “Ben çok önemli bir kişinin eşiyim ya da çocuğuyum o halde saygı görmeliyim” anlayışı bu çağa uygun bir anlayış olmasa gerek.

Başa dönecek olursak Sümeyye hanım kızımızın bu müstehcenlik sebebi ile de olsa,kendisine işaret yapıldığı nedeni ile de olsa salonu terk etmesinin mantıklı bir gerekçesini bulmakta insan gerçekten zorlanıyor. Bir oyunu, bir filmi ya da bir sanatçıyı izlerken bazen benimde beğenmediğim olmuştur. Bu gibi durumlarda kendime şu kriteri uygularım ”Sen beğenmediğin bu oyun ve oyuncu gibi bir eser üretebilir misin?” sorusunu kendime sorarım. “Hayır beceremem” diyorsam benden daha fazlasını üretene karşı sabretmeyi öğrenmem gerektiğini düşünerek oyunun sonuna kadar bekleme cezasını kendime veririm.

Kendine işaret edilmesini  salonu terk etme sebebi saymaya ne demeli hiç bilemiyorum. Yani salonda yüzlerce kişi var ve yapılan işaretin sana yapıldığını düşündüren ne olabilir ki? “Burada sadece ben varım. Zaten diğerleri niçin muhatap alınsın ki?” şeklindeki bir değerlendirmenin sonucu olsa gerek bu da.

Bir de salonu terk ederken onunla beraber polis oldukları söylenen 150 kişinin salonu terk etmesine ne demeli?  Polis olduğu söylenen kişiler Sümeyye hanım kızımızı korumak ve kollamak üzere oradaysa vay bu memleketin haline…Diyelim ki onlar da sadece masumane birer bilet alıp tiyatroyu izlemeye geldilerse bir kişinin daha sebebi bile doğru dürüst anlaşılmayan tepkisine bir sürü psikolojisi içinde katılmalarını ise açıklayacak cümle bulmakta gerçekten zorlanıyorum.

Belki de daha çok konuyu sosyolojik ve  psikolojik boyutuyla değerlendirmek en doğrusu. Babasının kızı ne de olsa “Van münit” deyip puan toplama gayreti olmasın sakın demekten de alamıyor insan kendini. Ya da gündem oluşturma veya gündemde kalmanın farklı bir yöntemi ile mi karşı karşıyayız acaba? Ne diyelim hayırlısı olsun. Yine de şükür edelim ki “Beni başörtülü/türbanlı olduğum için salondan attılar” demedi en azından.

ARADA BİR İSTANBUL / GÜZEL BİR BAHAR BULUŞMASI

Güftesi Hayri Mumcu’ya, bestesi Gültekin Çeki’ye ait rast makamındaki “Unutulmuş birer birer, eski dostlar eski dostlar” şarkısını daha fazla dillendirdiğimiz şu sıralarda “Aman unutulmasın o eski günler“ istek ve endişesini taşıyan bir grup arkadaş 6 Nisan akşamı için bir buluşma önerdiklerinde memnuniyetle kabul ettim. ”Günü ve saati gelince hemen arabama atlayıp gittim” demem gerekirdi. Ancak beni yakından tanıyanlar toplu taşıma araçlarını tercih edeceğimi tabii ki bileceklerdir. Metrobüse binerek son durak olan Avcılar’da indim. Üst geçitten karşıya geçip merdivenlerden inerken merdivenlerin hemen başında sağlı solu 2şer 3er metre ara ile sıralanmış 20-25 yaşlarında üniversite öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim gençler “BOYUN EĞME” büyük başlığı altında “Memlekete sahip çıkmadınız, bari çocuklarınızın geleceğine sahip çıkın” alt başlığı ile son günlerde şifreleme iddiaları ile gündeme gelen YGS sınavına ilişkin bildiri dağıtıyordu.

gece1

Birden 35-40 yıl öncesinde yaşanalar aklıma geldi. Gençliğin duyarlılıkları, idealleri, heyecanları; özgürlüğe, adalete ve eşitliğe hasretleri ile farklı olduğunu hatırladım. Akşam karanlığında oraya onları hiçbir zorlama olamadan o düşünce ve idealler getirmişti. Gözlerinde çok özel ve önemli bir görevi yapmanın pırıltısı vardı gençlerin. Belki okullarındaki derslerine karşı bu derece tutkun değillerdi. Yoksa akşamın bu karanlığında karşılığı coplanmak, ıslanmak, biber gazı yemek olan bu bedeli gönüllü olarak kabullenmek nasıl açıklanabilirdi? Gençlerin birçok düşüncesine katılmasak bile onları anlayabilmeyi acaba denemiş miydik hiç? Yoksa tarih yine tekerrür mü ediyordu?

gece2

Bu düşüncelerle kendimi sahile doğru bıraktım. Akşamın karanlığı ile Marmara’nın gri mavi karışımı rengi birbirine karışırken Avcılar Öğretmen Evi’nde buldum kendimi. Resepsiyondan arkadaşlarımızın ikinci katta toplandığı bilgisini aldım. Hava henüz karardığı için ben erken gelmiş olabileceğim gibi bir tahmin yürütmüştüm. Ama tahminimin tam aksi bir manzara ile karşılaştım. 25-30 kişilik davetli grubunun neredeyse tamamı U şeklindeki düzende yerlerini almış, hatta bir çoğu ilk kadehlerini çoktan yudumlamış gibi görünüyordu. Ben de kısa bir selamlaşmadan sonra uygun bir yere konuşlanarak çemberin eksik halkasını tamamlamış oldum.

gece3

Gerek halen görevde olan ve gerekse emekliye ayrılan bu gruptaki arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu ile birlikte çalışma fırsatım olmuştu. Her birinin benim gönlümde çok özel yeri olduğunu ve onları tanımanın benim için çok büyük şans ve kazanç olduğunu itiraf etmeliyim. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar bu günden,  hatıralardan, gelecekten velhasıl bize ait olan her şeyden bahsettik. Arada Ahmet Gümüş, Yücel Kara, Hasan Mutlu gibi arkadaşlarımızın isimlerinin önüne “Rahmetli” sözcüğünü ekleyerek hatırlamak içimizi burktu. Ama ne yazık ki dönüşü olmayan bu tek yönlü yolculuğa kimin ne zaman çıkacağı hiç belli olmuyordu.

gece4

Güzel gecemizde normal programda müzik olmamasına rağmen düzenleyen arkadaşlarımızın gayreti ile bizim için bir istisna düşünülmüş, mekanın sanatçısı katılanların zevklerine uygun parçaları seslendirerek geceye ayrı bir keyif katılmasını sağlamıştı. En güzeli de Necati Vatan arkadaşımızın elektronik ve dijital dünyanın katkısı olmadan bağlaması ve natürel sesi ile Anadolu’nun dilini yüreğimizde hissettirmesiydi.

Bu buluşmanın gerçekleşmesinde emeği geçen emekli arkadaşımız Zilfer Dizman ile muvazzaf arkadaşımız Necati Vatan’a teşekkür etmeliyim. Ayrıca yakın ilgi ve hizmetleri için Avcılar Öğretmen Evi çalışanlarını da bu teşekküre ortak etmekte yarar var. Darısı bir dahaki buluşmalara…

ARADA BİR İSTANBUL / MARMARA FORUM AVM AÇILDI

Veli efendi hipodromunun hemen çapraz karşısına gelen büyük arazi üzerinde bundan birkaç yıl önce hafriyat çalışmaları başladığında ne olacağını hep merak ediyorduk. Günlerce süren bu çalışmalardan sonra  bir ara sanki bir bekleme dönemi yaşandı. Bu sıralarda burada ne olacağına dair bir sürü de söylenti yayılmıştı. Ancak daha sonra hummalı bir inşaat faaliyeti başladığında burada Marmara Forum AVM  açılacağını da öğrenmiş olduk. İnşaat ilerledikçe ortaya çıkan yapı büyüklüğü ile adeta hafızamızın da hayallerimizin de sınırlarını zorlamaya başlamıştı.

Nihayet 31 Mart 2011 tarihinde   bilbordlardaki ilanlarda açılacağını öğrenince geriye sayma işlemi başlamış oldu. Hakikaten bu devasa iş merkezi belirtilen tarihte açıldı. Tabi herkes o gün oraya akın etmiştir umarım. Ben ise bu gibi durumlarda orada yaşanan izdihamı düşünerek böyle yerlere birkaç gün sonra yani el ayak çekilince gitmeyi  tercih ederim. Açılıştan 4-5 gün kadar sonra evimizin hemen yakınında olması sebebiyle  yürüyerek  5-10 dakikalık bir yolculuktan sonra AVM ne ulaştım.

İster yaya gelin, ister araçla gelin girişten içeri adımınız atıp biraz ilerleyip güvenlik kontrolünden de geçince kendinizi giriş  kata gitmek üzere yürüyen bandın başında buluyorsunuz. Diğer katlara yürüyen merdivenle çıkılırken ilk çıkışın bantla olmasını market alışverişi için kullanılan arabalar için olduğunu düşünüyorsunuz. Yürüyen banda binip ilk kata çıktığınızda saydam asansörlerin hemen arkasında katın yarısından fazla bir alanını kaplamış bulunan CarrefourSA Hipermarketi karşınıza çıkıyor. Bunun sağlı, sollu etrafında da mobilyadan beyaz eşyaya, elektronikten, parfümeriye çeşitli iş yerlerinin konuşlandığını görüyorsunuz.

Yürüyen merdivenlerle birinci ve ikinci katlara çıktığınızda bu katlarda daha çok sayıda gezip görülecek ve bütçeniz de elveriyorsa alış veriş yapılacak yer olduğunu fark edeceksiniz. C&A, ZARA, MARK&SPENCER, H&M, gibi küresel pazarda yer alan bir çok isme rastlayacağınız gibi az sayıda da olsa  Boyner, YKM. Faik Sönmez gibi tanıdık yerli markalara da rastlamanız mümkün. Bazı mağazalar her iki katta yerleştikleri için işyeri içinde gezinti yaparken katlar arasıda geçiş yapma imkanınız oluyor.

Bütün alışveriş merkezlerinde olduğu gibi herkesin itibar ettiği  eğlence ve beslenme bölgesinin üçüncü ve en üst katta oluşturulduğunu görebilirsiniz. Dünyada ve ülkemizde yaygın olan fast food zinciri markaların yanında  yerli isim ve lezzetleriyle onlarla aslanlar gibi rekabet eden,lahmacun döner, cağ kebabı,tandır ve cızbız köftecilerimizin bu bölüme ayrı bir renk kattığını fark ediyorsunuz. Faaliyete geçmemiş bölümler arasında bu katta yer alması düşünülen sinema salonlarının henüz hizmete girmediğini de hemen belirtmek isteriz. Bu katta  ayrıca genişçe bir alanın teras olarak oluşturulduğunu görmeniz de mümkün. Tahrip edilen doğaya karşı belki de diyet borcunu ödeme amacı ile de olsa bu alanın yeşillendirilmesine yönelik çalışmaların da sevindirici olduğunu söyleyebiliriz.

Yeni açılan bu mekanın tüm özeliklerini ve güzelliklerini bir sayfalık yazıya sığdırmak elbette ki mümkün değil. Buraya biraz vakit ayırarak bizzat görmenin en uygunu olacağını belirterek yazıyı sonlandırmakta yarar var. Ayrıca gelinecek gün ve saatin iyi seçilmesini de eklemeliyim çünkü bazen trafik içinde geçireceğiniz saatler keyfinizin kaçmasına neden olabilir.

sinema1

Yukarıda Marmara Forum AVM nin bazı bölümlerinin açılmadığını belirtmiştim.Bu gün yani  11 Nisan 2011 tarihinde 16 sinema salonunun açıldığı masajı cep telefonuma gelince ben de üşenmeyip bu haberi görüntülemek için AVM ne gittim.

sinema2

Şimdilik sinema salonlarında henüz film izlemedim.Ama izlemek kısmet olusa salonların iç dünyasını da yansıtmaya çalışacağım. İyi seyirler…

BÜYÜKLERE MASALLAR(3)/ DARBE YAPILMIŞ MI NE ?

Bir varmış bir yokmuş Memleketin birinde yapılan darbelerden de yapılamayan darbelerden de hep yarar gören ve hepsinden de yüzünün akı ile çıkanlar da varmış, Bütün bu yaşananlara bakıp bunun başka bir yolunun olabileceğini de düşünmekteymişler. Eğer amaç ele geçirmek, hakim olmak ve hükmetmekse   öyle davulla zurnayla türkü ile marşla değil de çok daha derinden ve uzun soluklu bir yöntemin geliştirilebileceğinden de eminmiş hareketin başındaki kişi. Ayrıca anayasaların yapılması veya yasaların değişmesinin pek önemli olmadığını sonunda da birtakım riskleri olabileceğini de da fark edince çok ince bir taktik ve stratejilerin devreye sokulmasının gereğine inanmış. Aynı yasanın, başında bulunan kişiye göre farklı uygulandığına da çok tanık olmuş. Onun için davullu zurnalı darbe yapmak veya yasalarla uğraşmak yerine onların uygulayıcılarının arasında olmayı sağlayacak projelere öncelik vermiş hep. Bunun için de  ;

“Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar mevcudiyetlerini korumazlarsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları, diğer taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, ‘Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar’ demeli.”

“Taa ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım

arkadaşlarımızın. Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım. Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz.”

“Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer. Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır.” şeklinde açıklamış manifestosunu.

Bu talimata bağlı saymış bütün müritler kendilerini. Her yerde hem var hem de yok gibilermiş. Adım adım değil amma, adeta santim santim yol alıyorlarmış. Hiç aceleci de değillermiş. Kilitlendikleri hedefe ilerlerken sabırları sınırsız ve sonsuzmuş .

İçinde bir kurbağanın bulunduğu bir kabın ısısını uzunca aralıklarla birer derece arttırıldığında su 100 dereceye geldiğinde kurbağanın hiç fark etmeden ve tepki vermeden haşlanması durumunu yansıtmaya başlamış toplum. Yada son derece berrak su ile dolu bir havuzu düşünün . O suya her gün birer damla mürekkep damlatılması gibi havuzdakiler hiç bir şeyin farkında değilmiş. Arada bir dışardan gelen ziyaretçiler “sizin havuzun rengi değişiyor galiba” dedikçe, havuzdakiler son derece iddialı bir biçimde: ” Kesinlikle olamaz. Biz  her gün giriyoruz. Dün de böyleydi, bu gün de böyle” diye tepkide bulunuyorlarmış. Derya içinde olup deryayı bilmeyen balıklar gibi yani. Günün birinde aynaya bakmak gereğini duyunca masmavi olduklarını fark etmişler ama herkesin de kendileri ile aynı renkte olduğunu görünce bunda da bir anormallik görmemişler.

Ülkenin tüm insanları da ; “ Çok şükür ki artık yapılan ve yapılamayan darbelerden kurtuluyoruz. Vesayet rejimleri sona eriyor”  diye düğün bayram eder olmuş.

Tabi böyle bir masal ülkesinin var olup olmadığını yine bilmiyoruz.Bahsedilen olay ve kişilerin yine gerçekle ilgisi olmayıp tamamen kurgusal olduğunu hemen belirtelim.

BÜYÜKLERE MASALLAR(2)/ YAPILMAYAN DARBELER

Bir varmış bir yokmuş. Darbe yapma ve darbe yeme tutkusu ile yanıp tutuşan insanların yaşadığı bir ülkede zaman içinde birileri bazı şeylerin değişmeye başladığını fark etmiş. Dış konjuktür, değişen ve artan iletişim kanalları  darbe yapmayı zor hale getirmeye başlamış. Darbe yapmanın son derece zor  hatta imkansız olduğunu gören bazı kişiler darbe planı yapmak yerine darbe yapmama planları yapmaya başlamışlar. Oturup uzun uzun darbe nasıl yapılmaz üzerine hazırlıklar yapmışlar projeler geliştirmişler. Dosyalar klasörler  CD ler dolusu  bu planlarına ay ışığı, yakamoz,eldiven, balyoz gibi bir sürü isimler de vermişler.

Sonunda yapılamayan darbeler için isim bulmakta zorlanmaya başlamışlar. Diğer yandan bu  planları koyacak yer bulma sıkıntısı başlayınca canları fena halde sıkılmış  bu darbe yapmama planlarıyla uğraşmaktan vazgeçmişler. Vazgeçmişler vazgeçmişler ama bu defa eldeki bunca hazırlığı ve dokümanı ne yapacağız diye bir düşüncedir almış bizimkileri. Kimisi  “Birer fotokopisini çekelim imha edelim” demiş, kimisi “Uygun bir yerde saklayalım emekliliğimizde belgesel yaparken ya da anılarımızı yazarken kullanırız” demiş. ”Çok iyi saklayalım da günün birinde bizi yargılarlarsa onların işlerine yarar belki” diyen bile olmuş.

Gel zaman git zaman hakikaten akıllarına gelen başlarına gelmiş. Bir dalgadır başlamış. Tusunami gibi bir şey hani. Her dalgada duruma göre 40-50 kişi tutuklanıyormuş. Giderek bu dalgaların sayısı unutulur olmuş ama bir türlü ardı arkası kesilmiyormuş. Ucu açık bir dalgalanma imiş yani. Gariptir ki her şey, herkes biliniyor,bulunuyormuş ama bir numara hala ortada yokmuş. Her dalga sonunda tutuklananların ardından durum yetkili kişilere sorulduğunda onlar da “Konu yargıya intikal etmiştir” diyerek muzipçe bir gülümseme ile dalgalarını geçiyorlarmış.

Yapılmayan darbelerin ve darbecilerin yargılanması için de  bitmeyen ve bitmeyecek olan yargılama usulleri geliştirilmeye başlanmış. Her bir dalgalanma için 2-3 bin sayfayı bulan iddianameler, yerine göre kamyonetle,yerine göre el arabaları ile taşınan klasörler dolusu evraklarla bunun da bitmemesi gereken bir yargılama olacağı zaten baştan belli imiş.

Yapılamayan darbenin bitmeyen yargılaması sürerken, birkaç sayfalık bir iddianame ile yargılanmaları mümkün olan yapılan darbelerin failleri, verilen klasik ve e muhtıraların kahramanları da bu manzarayı gülümseyerek seyrediyormuş.

Aslında bir bakıma, yapılmayan darbenin bitmeyen yargılanması bazılarının çok da işine yaramış. Gözüne kestirdikleri asker,akademisyen,gazeteci, kimi bulularsa bu havuza atıyorlarmış ”…….terör örgütüne üye olmak,yardım ve yataklık etmek” ilaç gibi kullanılan bir  gerekçeymiş. Buraya giriş tek yönlü imiş Zaten bir kere de içeri girdin mi bir yandan “Masumluk karinesi esastır, tutukluluk cezaya ve işkenceye dönüşmemelidir” deniyor diğer yandan da her seferinde tutukluluk hallerinin devamına karar veriliyormuş En son bir gazetecinin henüz daha yazmadığı bir kitabının toplattırılması gibi dünyada pek eşi benzeri olmayan kararlar bile verilmiş. Her halde bundan sonrası için:” kitap yazmayı düşündüğü bu düşüncesi ile terör örgütüne yardım ve yataklık ettiği sabit olduğunda beynin açılarak beyin hücrelerinden bu düşüncelerin kazıtılması veya yok edilmesi…” gibi bir karar da bekleniyormuş

Not: Sayın okuyucu… bu masalda anlatılanların gerçek kurum ve kişilerle ilgisi olmayıp tamamen kurgusal olduğunu hemen eklemeliyim.

BÜYÜKLERE MASALLAR(1)/ YAPILAN DARBELER

Bir varmış bir yokmuş. Memleketin birinde bir garip insanlar yaşarmış. Bu insanlar  darbe yapmaktan ve darbe yemekten  müthiş keyif almaktaymış. Bugünün diliyle sado-mazoşizm gibi bir şey yani. Bir ur gibi genlerine yerleşmiş adeta periyodik aralıklarla yaşadıkları ve yaşattıkları bu oyun. Devr-i saltanat zamanında yeniçerilerin kazan kaldırması ya da padişahların halledilmesi biçiminde başlamışlar bu işe. Ahali de bundan pek şikayetçi değilmiş hani. Gelene de gidene de “Padişahım çok yaşa” diyorlarmış hep.

Cumhuriyet dönemi başlayınca uyumaya ve unutulmaya yüz tutmuş sanki bir ara. Ama ağır aksak da olsa demokrasiye ve çok partili hayata geçince birden uyanmaya başlamış derin uykusundan bu ur. 1950 li yılların mayıs ayının sonlarına doğru yani 27 Mayısında sabaha karşı hasret sone ermiş darbe yemek ve yapma özlemi içinde olanlara. Bütün darbelerde olduğu gibi memleket yine tam uçurumun kenarındaymış. Tutulmasa düştü düşecek gibi hani. O zamanlar daha kolaymış galiba bu iş. Radyoevini işgal edip uçurumun kenarından kurtarma mecburiyeti, NATO’ya mantoya bağlıyız mesajları arkadan davudi sesiyle günün aranan sanatçısı Hasan Mutlucan’ın  ”Estergon kalesi bre dilber anam” türküsünü de fona koydun mu iş tamam sayılırmış.

Tabi ilerleyen günlerde yavaş yavaş işin ciddiyeti anlaşılmaya başlanırmış. İnsanlar birbirlerini yedikleri için yiyecek sıkıntısı da fazla hissedilmiyormuş. Bu arada memleketin mümtaz hukukçuları bir araya toplanarak dünyanın en mükemmel anayasası hazırlamışlar. Her zaman olduğu gibi  halk da bunu kabul etmiş. Darbelerin” kırk katır mı kırk  satır mı” anlayışından haberli olan halkın kabul etmediği anayasaya  hiç görülmemiş. Gerçi içinde darbeyi yapanların bir kısmına kayd-ı hayat şartıyla (ömür boyu) senatör olma gibi garip imtiyazlar da varmış bu anayasa da ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olurmuş. Birde nerdeyse elli yıl sürecek bir apoletlilerden cumhurbaşkanı yapma geleneği başlamış mı ne?

Neyse gel zaman git zaman bu ülkede insanlar on yılda bir darbe görmeye alıştığından yetmişli yılların başında da bir kaşıntı sarmış birden milleti. O çok dillere destan 1961 anayasası kimisine bol, kimisine dar gelmeye, bazı köşelerinden de dikiş atmaya başlamış. 1970 li yılların başında  ülkesini herkesten çok seven ve düşünen kişileri bu defa pembe veya layt darbe anlamına gelecek muhtıra vermekle yetinmişler. Adı muhtıra imiş ama cümle darbelere taş çıkartacak sonuçları yaşamış cümle alem. Nice gençler çürümüş zindanlarda ve nice analar kan ağlamış. Eşitlikten, bağımsızlıktan, sosyalizmden, komünizmden bahseden gençlere “Siz de kim oluyorsunuz ? Bu Ülkeye sosyalizm mi, komünizm mi gelecek buna biz karar veririz yada  biz getiririz size de ne oluyor” gibi son derece akılcı açıklamalar da yapıyormuş bu muhtırayı verenler. Balyoz gibi ezmek ve silindir gibi geçmek tabirleri ta o zaman yer etmiş halkın diline

Aradan bir on sene daha geçince yine insanlarda bir beklenti oluşmaya başlamış. Seksenli yılların  Eylül  ayına gelindiğinde sadece halkta değil ülkeyi yönetenler de  bir tuhaflık sezilmeye başlanış. Sanki beklenen biri varmış da ve bir türlü gelmiyormuş. Bir kaşıntıdır tutmuştu herkesi. Terör diyorsan varmış Her gün 20-25 can gidiyormuş. Yönetemeyen demokrasi diyorsan o da ortada bekleyip duruyormuş. Haftalardır turlarının sayısının bile unutulduğu cumhurbaşkanının seçimi bile gerçekleşemiyormuş. Halk seçtiği, umut bağladığı yöneticilerinden açıklama beklediğinde muhalifi de muhalif olmayanı da: “Bakalım her an olabilir bir an önce olsa da işimize baksak”  beklentisi içindeymiş .”Bu kadar yürekten çağırma beni” şarkısı daha sıklıkla dillendiriliyor olmuş herkes tarafından. Neyse ki damarlarındaki darbe geninin izleri henüz silinmemiş olan darbe severlerimiz de bu kadar ısrar üzerine 1980 yılı Eylül ayının 12. günü ansızın gelivermiş. Bu büyük buluşmadan yıllar sonra  herkes darbeye ve darbecilere karşı olma konusunda bir yarışa girecekmiş  ama o günlerde tebrik etmek ve çok isabetli oldu mesajlarını vermek için herkes birbirini kırıyormuş

Bu darbenin sonunda da nur topu gibi 82 anayasası doğmuş. Son derece özgürlükçü cümlelerle dolu olan bu anayasadaki cümlelerin sonu da hep ancak ile bitiyormuş. O bakımdan bu anayasaya halk arasında “Netekim paşanın ancaklı anayasası” adı verilmiş. Bu anayasa halk oyuna sunulmuş ve % 92 gibi rekor oranla kabul görmüş. Tabi anayasanın aleyhinde konuşmanın yasak olduğu bir referandum öncesi dönemi yaşanmış. Ayrıca darbeyi yapanların konsey üyesi, darbenin başının cumhurbaşkanı olmasının da anayasa ile birlikte oylanması gibi garipliklerin kimse farkına varmamış. Halkın belki de  köprüyü geçinceye kadar…  mantığı ile rekor düzeyde kabul oyu  alan bu anayasanın üzerinden 10 sene bile geçmeden nerdeyse yarısı  değişime uğramış.

Tabi bir de 28 şubat post modern darbesi,  27 Nisan (e) muhtıraları da bu memleketin  demokrasi kültüründe  özel yeri olan değişik yaşanmışlıklar olarak yer almış

Ha bu arda bu masallar ülkesi neresi mi? Bunu ben de çıkaramadım. Hani bazı filmlerin ve dizilerin sonunda “ Filmde belirtilen olay ve kişilerin gerçekle  hiçbir ilgisi olmayıp  tamamen kurgusaldır” diye sonuçlandıralım masalımızı en iyisi.

YAZMAK ÜZERİNE

Bizim İlkokulu ve ortaokulu okuduğumuz yıllarda  şu sıralarda Sosyal Bilgiler başlığı altında okutulan dersler tarih,coğrafya, ve yurttaşlık bilgisi dersleri adları altında  ayrı dersler olarak okutulurdu. Ve bize tarih dersinde ilk olarak öğretilen de “Tarih” sözcüğünün tanımı idi. Ta o yıllardanGeçmişte yaşayan insan topluluklarının faaliyetlerini YER VE ZAMAN bildirerek….”  şeklindeki tanımı belleğimin bir kenarında saklı durmaktadır. Tarihin başlangıcını da M.Ö. 3000 yıllarına yani yaklaşık 5000 yıl öncesine yazının icadına dayandığı da hep tekrarlanmıştır. Bu yüzden de yazının icadından önceki zamana tarih öncesi, ondan sonraki çağlara da tarih sonrası çağlar olarak sınıflamayı da ta o zamanlar öğrenmiştik.

Tabi 5000 yıldan beri insanların ve toplumların hayatlarına ne kadar girdi ve onları ne kadar etkiledi bu yazı dili acaba. Bizim insanımız için iletişim ve anlatma dilinin şifahi olduğu söylenir. Bunun olumlu yönleri de olumsuz yönleri de var tabii ki. Kolayımıza gelmesi, bağlayıcılığı olmayıp insanı sorumluluk altına sokmaması avantaj olarak değerlendirilebilir. Ama bir iz bırakmadan uçup gitmesi, bir nesil dahi taşınamaması karşısında hüzünlenmemek mümkün değildir.

Eş dost birlikteliklerinde veya arkadaş sofralarındaki lezzet sözcüklerinin uçup gitmemesi için zaman zaman “Bunlar bir yazılsa ya da kitap haline getirilse” gibi öneriler “Vaktimiz yok, şimdi kim uğraşacak onunla gibi” cümlelerle geçiştirilmekte ya da “Bir emekli olalım düşünürüz” diyerek belirsiz tarihlere ertelenmektedir. Hatta bazen “Birkaç sene önceki toplantıda şu görüşün ve teorin çok ilginçti veya şu şiirin çok güzeldi” dediklerinde  o günün büyülü  havasında söylenmiş olan şeylerden çok azını hatırladığımda bazı şeyleri yazmamanın veya not etmemenin ne kadar büyük bir eksiklik olduğunu kendime itiraf ediyorum.”Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş” derler ama sedalar da kayıt altına alınmazsa onların hoş olduklarını nasıl hatırlayacağız.

Bundan birkaç yıl önce birazda büyük oğlumun teşviki, zorlaması  ve teknik yardımı ile  internette adıma bir blog oluşturuldu. Önceleri “Ne gerek var, böyle şeylerle beni uğraştırma “ diye ayak dirediysem de sonunda galip gelen oğlum oldu. İlk günlerde sırası ile oğlumun tarif ettiği gibi Log ın, Usrerma, Password, Post-Ad new, leri tıklayıp ilgili yerlere başlık ile birlikte yazıyı koymak, kategoriyi işaretlemek, yerine göre Publish veya Uploadı tıklamak hayli zor olmuştu. Aralara resim girmek de hayli zamanımı almıştı. Fakat birkaç deneme yapınca öğrenme gerçekleşti. Öğrenmeler geliştikçe yüzmek veya bisiklete binmek gibi kendiliğinden yapılıveren birer işlem haline gelmeye başladı bu zincir.

Yazıları, okunur mu okunmaz mı beğenilir mi beğenilmez mi gibi hiçbir endişe veya önyargı süzgecine uğratmadan giriyorum. Benim bir başka hafızam olarak düşünmeye başladım blogu. Bu ayrıca benin insanlara,olaylara ve dünyaya bakış açımı da değiştirdi. Gezdiğim veya tekrar gördüğüm yerlere daha bir başka gözle bakmaya başladım. “Bunlara blogumda nasıl yer verebilirim veya hangi enstantane ilginç olur” gibi arayışların içinde buluyorum kendimi.

Haydi hep beraber yazalım ne dersiniz?

ASLINDE HERKES BİRBİRİNE BENZER

Zaman zaman kendimizi eleştirirken kantarın topuzunu biraz fazla mı kaçırıyoruz. diye de düşünmüyor değilim. Bir yandan kendi insanımızın yetersizliğini abartırken  diğer yandan başkalarını yüceltmek uğruna “ Bizim insanımız böyle işte…oysa Avrupa’da böyle mi şekerim” diye başlayıp daha sonra da: “Ben Paris’teyken ben Londra’dayken” diye  devam eden geyik muhabbetlerinde bunun izlerini görmekteyiz.Oysa insan her yerde insan. Zaafları, tutkuları özlemleri ile aynı özellikleri taşıyan mahluklar yani.

Memleketin birinde  halkının topraklarında üzüm yetiştirip şarap haline getiren ve bu şarabı da satarak geçimlerini sağlayan bir köy varmış. Bu köylülerin şaraplarını da köyün rahibi topluyormuş. Rahip getirilen şarapları önce kontrol ediyor,daha sonra da tartıp parasını ödedikten sonra büyük bir depoya boşaltmalarını söylüyormuş. Bir yandan da Pazar ayinlerinde iyilik ve doğruluk üzerine nasihatler vermeyi de eksik etmiyormuş. Belli bir süre sonunda insanların bu konuda iyice geliştiklerinden emin olunca köylülere ”Sevgili kardeşlerim yıllardır şaraplarınızı tartarak ve kontrol ederek topluyorum. Artık hepimizin birbirimize güvenmemizin zamanı geldi. Bundan böyle ürettiğiniz şarapları bana getirip kontrol ettirmenize gerek yok. Bana getirmeden doğrudan depoya götürüp dökün bana sadece miktarını bildirin yeter” demiş. Gerçekten bu uygulamadan herkes hoşnut kalmış. Köylüler getirdikleri kaplardaki şarapları doğrudan depoya döküyorlar miktarını rahip efendiye söyleyip paralarını alıyorlarmış.

Bu uygulama başladıktan birkaç gün sonra  Rahibin canı şarap çekmiş. Eline aldığı bardağı deponun alt kısmındaki musluğa dayayıp musluktan bardağı doldurmuş ve ağzına götürmüş. Bir de ne görsün bardağın içindeki sıvı, görüntüsü  ve tadı ile yani her şeyi ile her gün köy çeşmesinden içtiği suyun tıpa tıp aynısı değil mi?

İnsanlar görülmeyeceğinden emin olduklarında nasıl da birdenbire değişiyor değil mi?

Yukarıda anlattığım kıssa ne kadar gerçektir bilemiyorum. Ancak benzer konularda çok uzun yıllar önce yapılmış bir araştırmayı bir yerlerden okuduğumu hatırlıyorum. Dünya insanlarının dürüstlük,doğruluk v.b erdemlere ne kadar bağlı olduğunu anlamak için yapılan bir araştırmada araştırmacılar her ülkenin uygun gördükleri kentlerinin yine uygun gördükleri yerlerine –özellikle yaya trafiğinin işlek olduğu alanlara – her birinin içinde belli miktar para  ile sahibine ulaşmayı sağlayacak bilgileri içeren kartın bulunduğu cüzdanları önceden bırakıyor. Daha sonra bu cüzdanların belirtilen adreslere ne kadarının döndüğü sayılarak belli yüzdeler üzerinden kent insanlarının ahlak,dürüstlük ve doğruluk değerleri  üzerine yargılara varılıyor. Araştırmanın rakamsal sonuçlarını tam olarak hatırlamıyorum ama cüzdanlarının tamamının geri geldiği bir ülke ve kent olmadığını, insanların refah ve zenginliğinin fazla olması daha fazla cüzdanın geri gelmesini sağlamadığı şeklindeki sonuçlar doğrusu beni çok şaşırtmıştı.

İnsanların yalnızlıklar ve karanlıklar altında neler üretebileceği, eğer otokontrol mekanizmaları gelişmemişse, denetimden uzak, görülmediği ve gözlemlenmediği  zaman bazı değerleri ne dereceye kadar koruyabileceği ile ilişkin belirsizliklerin aşılamadığını, insanla ilgili daha çok şeyin eksik ve bilinmez olduğunu söyleyebiliriz.

BİZ BİZE BENZERİZ

Siirt’te son 3 günde biri 7, diğeri 17 yaşındaki iki kız çocuğuna ayrı ayrı cinsel istismarda bulundukları iddiasıyla gözaltına alınan Siirt Yoksullukla Mücadele Derneği (SİYDER) eski Başkanı M.T. ile Z.B. adliyeye sevkedildi. Cinsel istismar zanlısı M.T.’nin kentte cinsel istismarları protesto etmek için düzenlenen gösterilere katıldığı ortaya çıktı.” Aynen böyleydi Hürriyetin 19.02.2011 tarihli internet gazetesinden okuduğum haberin özeti. Bu “pes artık” dedirten bir başlıkla verilmişti. Gerçekten insanımızın ne kadar tezatlar içinde olduğunu ve toplumsal ikiyüzlülüğümüzün de bir işareti idi bu bir yerde. Sadece o kişiye mi aitti bu çelişki yoksa birçoğumuz  bu kadar abartılı olmasa da bu tezatların ve iki yüzlülüğün izlerini taşıyor muyuz?

Yeşilay haftasında “İçki,sigara öldürür,kumar söndürür” yazan levhaların altında  yapılan konuşmaların daha üzerinden saatler bile geçmeden sigaraların tüttürülmesi, yada kadehlerin tokuşturulması “Ben zaten az içiyorum içime çekmiyorum” gibi açıklamalar yeterli gelmezse o zaman çoğumuz: ” Hocanın dediğini yap ama yaptığını yapma” mazeretine sığınmıyor muyuz?

Nerdeyse ayda bir değişen cep telefonlarımızı birbirimize övünerek gösterirken,ya da sen kapat benim bedavam var ben arayayım” dedikten sonra saatlerce konuşup ertesi gün de karşı sokaktaki baz istasyonunun kaldırılması için kampanya başlatmıyor muyuz.

Rüşvet almakta vermekte suçtur. Alanda veren de suçludur sözcüklerini hep kullanmamıza ve bunları yasalara da yazmamıza rağmen bunu alan veya verenler için “Helal olsun işini yürüyor.” methiyesini de düzen biz değimliyiz? Hatta en yetkili ağızlardan “Benim memurum işini bilir” tekerlemesi ile bu teşvik dahi edilmedi mi?

Kurallara herkesin kesinlikle uyması gerektiğini hep tekrarladığımız halde postanede,hastanede veya herhangi bir yerde sıramızı beklerken “Bir imzalık işim var hemen çıkacağım” kurnazlığını kullananımız da epeyce olduğu gibi içerden bir tanıdık yüzün veya selamlaşmanın sağlayacağı öncelikten ve ayrıcalıktan da  vazgeçemeyiz çoğu kez.

GDO lu ürünlerin hangisi olduğunu öğrenmek ve bunları  kullanmamak için kılı kırk yaran da biziz ancak bunların ithalatı ihracatı dağıtımı içinde en olmadık dümenleri de çeviren yine bizim insanlarımız değil mi?

Çalışmanım en yüce değer olduğunu tekrarlar dururuz ama çalışmadan yaşamanın tutkusu ile yanar tutuşuruz. Çok çalışan insanlar için kullandığımız sözcüklerin pek itibarlı sözcükler olduğunu söylemek oldukça güçtür.

Kopya çekmenin büyük bir suç ve ayıp olduğunu söyleyip öğrencisinden akademisyenine bunu tüm yaşamında pervasızca kullanıldığına ilişkin örneklere her zaman rastlayabiliriz.

İnsana yöneltilen şiddete her daim karşı olduğumuzu tekrarlamamıza rağmen aileden başlayıp okulda, askerde sürdürülen ve karakolda da katmerli olarak tekrarlanan bu eylemin hem sorumlusu hem mağduru olan insanlar bizim insanlarımız değil mi?

Çevremizi kirletmeyelim, çevremizi temiz tutalım sloganları dilimizde pelesenk olmasına rağmen bir piknik ertesi arkamıza bakıvermek ya da kurduğumuz fabrikaların atıkları ile coğrafyamızın ne hallere geldiğini görememe çelişkisi başka nasıl açıklanabilir?

Şehirlerimizin dört bir yanında her çeşit ucubelerin oluşmasına en yetkili olunduğu zamanlarda seyirci kalınırken Anadolu’nun bir köşesinde varlığından bile birçok insanın haberi olmayan gariban bir sanatçının iki taştan ibaret yontusunu “Kaldırın bu ucubeleri”  emrini  vermek nasıl izah edilebilir acaba?

Bütün bu tezatlar ve çelişkiler zincirini daha da uzatmak mümkün. Ancak insanımızın söylemleri ile eylemleri arasındaki makasın kapanması için daha çok zamana ihtiyaç var sanırım.

Bu insanoğlunun var olan kuralların sadece kendi dışındakileri bağlaması gerektiği biçimindeki yargı ve yanılgıdan kurtulana kadar sürecek herhalde.