2013’E GİRERKEN

Oğlum tarafından bana hediye edilen bu blogda yazmaya başladıktan sonra her yılbaşında bloguma bir yazı girmeyi alışkanlık haline getirmeyi kararlaştırmıştım. Böylelikle 63 yıllık bir yaşamın çok az bir bölümü görüntülü biçimde kalıcı hale getirilmiş olacaktı. Tabi ki biz ulus olarak yazmayı pek beceremeyen ve daha çok da şifahi yönümüzle ilişkileri sürdürebilme özelliğine sahip bireyler olduğumuz için daha ikinci yılbaşı yazımda bile bir aya yakın bir süre rötar yapmış bulunmaktayım.

Yeni yıla girerken evde ve dostlar arasında çokça tekrarladığımız  “Hayat planlar yaparken başımıza gelenlerdir” biçimindeki klasik tanımın doğruluğuna bir kez daha yaşayarak tanık olduk. Aslında  planımız geçtiğimiz yılbaşında bizi davet ederek evlerinde ağırlayan kadim dostumuz Salih beylerle birlikte bu kez bizim fakirhanede 2013 ‘e merhaba demek şeklindeydi.2013e girerken

Hatta bu planın ön hazırlığını bile yaptığımızı söyleyebilirim. Ancak kader bizi annemin ve babamın sağlık sorunları nedeniyle onların  yaşamakta olduğu Muratlı toprakları ile buluşturdu.Yılbaşının da içinde bulunduğu 8-10 günlük bu zaman dilimi içinde özellikle sevgili eşim Nuray’ın katkıları ile bizleri dünyaya getirip büyüten bu kişilerin hayır duaları eşliğinde onların hayatlarını kolaylaştırma ve kendilerini iyi hissettirme çabalarımız oldu.

Bu arada aynı apartmanın bir üst katında oturmakta olan küçük amcamın ve eşinin yılbaşı gecesi davetine katılarak onlarla birlikte olduk Amcam Nusret Mola ile 3-4 yaş farkından ötürü amca,ağabey, arkadaş karışımı bir ilişkimiz olagelmiştir hep. Gece boyunca amcamın eşi Esma’nın hazırladığı ve sunduğu lezzetli yemekleri sırası ile midemize indirdik. 2013 ün ilk saatlerine kadar süren birlikteliğimiz gelecek yıllara ilişkin sağlık, mutluluk dilek ve beklentileri ile girmiş olduk.

Bu vesileyle tüm dost ve yakınlarımızın yeni yılını en içten dileklerimle kutlarım.

 

VE 45 YIL SONRA…

Aşağıdaki yazımı okumadan önce buraya tıklayarak 45 yıl öncesini anlattığım yazıya bir göz atmanızı tavsiye ederim.  Çünkü geçen yılların etkisi ancak böyle anlaşılabilir

2012 yılının son gününü Muratlı’da  geçirmekte iken havanın da güzel ve güneşli olmasını fırsat bilerek küçük amcamın arabası ile bir Hayrabolu yolculuğu yaptık. Bu da beni 44-45 yıl önce bu ilçede ilk görev yaptığım günlere götürdü. Bu yüzden de yazımı resimleri ile birlikte daha önce aynı konuda yazdığım bölüme ilave etmeyi uygun buldum.Yani bir nevi coğrafi ve kronolojik buluşma.  Bir nevi “Hey gidi günler.. nereden nereye “muhabbeti yani.

Bu yolculuk sırasında zamanla her şeyin nasıl ve ne kadar değişebildiğinin iyice farkına vardım. Yıllar önce  50-60 kilometrelik bir uzaklık olmasına rağmen Hayrabolu’dan Muratlı’ya gelebilmek büyük bir sorundu. Ben o zamanlar ya Tekirdağ üzerinden, ya da Alpullu-Karıştıran üzerinden ve de birkaç aktarma yaparak Muratlıya ulaşabiliyordum. Bu da nereden baksanız en az 4-5 saatlik bir zamanımı alıyordu. Oysa şu anki ulaşım imkanları ile aynı yere bir saatten kısa bir zamanda ulaşıldığı gibi, her gün en az dört tarifeli midibüs seferi yapılıyor.

 

Hayrabolu’ya kadar gelmişken  10 kilometre kadar  uzaklıkta  olan ve yıllar önce öğretmen olarak ilk görev yerim olan Karabürçek köyüne de uğramadan edemedik. Burada da bir çok şeyin değişime uğradığına tanık oldum. Ne yazık ki buradaki izlenimlerim beni hayal kırıklığına uğrattı. Bir kere yurdumun her yerinde görülen köyden kente göç burada da yaşanmış. Öğrenci sayısı azalınca  taşımalı sisteme geçilmiş. Gezinen birkaç köpek ve tavuktan başka canlılık belirtisi  neredeyse yok gibi idi. Neyse Muhtarlığın yanında açık olan kahvedeki iki kişiyle  konuştuk. Muhtarın da şehirde oturduğunu ve zaman zaman köye geldiğini söylediler. Geçmişte köyden hatırladığım kişilerle ilgili soruların bir çoğu “ O da rahmetli oldu.” şeklinde cevaplanınca giderek bağlantının koptuğunu hissetmeye başladım.

En çok da iki yıl görev yaptığım ve yüze yakın öğrencisi ile cıvıl cıvıl bir yer olarak anılarımda yer etmiş olan okul ile caminin karşısında imam ile birlikte kaldığımız evi görünce içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Aslında bu  görüntülere okul ya da ev de denemezdi. Kendi haline terk edilmiş taş,toprak ve yıkıntı yığını demek belki en doğrusu. Dünyanın bir çok yerinde geçmişin nasıl korunduğu ve sahiplenildiğine tanıklık etmiş biri olarak “Biz niye böyleyiz” sorusunu kendime sormadan edemedim. Bizim ki çok garip bir şey. Ne koruyabiliyoruz ne de tamamen yok edebiliyoruz. Bulunduğumuz coğrafyayı daha yaşanabilir hale getirmek yerine, oradan uzaklaşarak mutluluğu başka coğrafyalarda aramak ta Orta Asya’dan beri bizim genlerimizde mevcut galiba diye düşünmeden edemiyor insan.