BEN MİLLETVEKİLİ İKEN

Rahmetli dedem hem anlatır hem gülerdi. Adamın biri kendini “Ben Hacı Molla Memiş Efendiyim” diyerek tanıtır ya da takdim edermiş. Yakın çevresi bu adamı çok iyi tanıdığı için aynı şeyi onlara da yaptığında birisi dayanamamış ve: “Yahu arkadaş senin Hicaz’a falan gitmişliğin yok bir kere bu hacılığı geç. Mektep medrese görmüşlüğün ise hiç yok Molla da olamazsın. Efendilik ise senden fersah fersah uzak. Sen sadece kupkuru bir Memişsin” der. Toplumda insanların kendini olduğundan farklı gösterme çabaları ile ilgili ilginç bir anlatım bence.

Türk toplumunu bazıları tarif ederken “mesleksiz” nitelendirmesini yapar. “Ne iş olursa yaparız abi” birçok kişinin kullandığı ama aslında tarif edilebilir bir iş ve beceri sahibi olmadığının da bir itirafıdır. Meslek ve zanaat kavramı belli konuda eğitim görmüş ya da usta çırak ilişkisi içinde yeterli donanım sahibi olarak bu hünerlerini hem yerel hem de evrensel anlamda bir değer olarak sunulmasını anlıyoruz. Doktor, öğretmen, mühendis, terzi, tesisatçı gibi değerli uğraşları buna örnek gösterebiliriz.

Devamı için tıklayın “BEN MİLLETVEKİLİ İKEN”

KAR HELVASI

Gün geçmiyor ki ülkemizde-hem de üst düzey- kişiler ve kurumlar arasında bir garabet yaşanmasın. En son da bu Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında yaşandı. Düşünebiliyor musunuz cümle alemin tüm sorunlarını çözeceğine inandıkları bu kurumlar bizatihi sorunun kendisi oluyor bir anda. Galiba Moliere’in bir oyununda olduğunu sandığım “Mahkemeleri mahkemeye vereceğim” şeklindeki replik gerçek oluyor gibi. Bunun böyle olmasını istemiş ya da tahmin etmiş gibi Sayın Cumhurbaşkanı ve iktidar kanadı Yargıtaydan yana tavrını koydu ve hemen konuyu daha önce de bahsettiğim ipe un serme soslu tavşana bak görünümlü anayasa değişikliğine getirdi. Referandumlu referandumsuz onlarca maddesi kendi istediği doğrultuda değişen bu anayasadan -kendi yaptığı halde beğenmediğini söyleyen Nasrettin hocanın kar helvası gibi- yine iktidar kanadının şikayetçi olması ne kadar garip.

Bütün bu garabetler zincirine yıllardır sistemin omurgası diye pazarlanan seçilme çıtasını 50+1 olarak belirleyen düzenlemeden şikayetler de eklendi. Şark kurnazlığı içinde “En fazla oyu alan seçilsin ve fazla yorulmadan bu iş olsun bitsin” şeklindeki temelsiz bir söylem dillendirilir oldu. Mesela bu durumda seçime on aday katılsa, her biri yüzde on civarında oy alsa, bir tanesi de yüzde on bir alsa o seçilmiş sayılacak bu mantığa göre. Temsilde adaletmiş, demokratik meşruiyetmiş hiç önemli değil, yeter ki yüzde on biri bizim adayımız alsın. Her sıkıntıda olduğu gibi buna da adres olarak anayasa değişikliği gösterildi.

Devamı için tıklayın “KAR HELVASI”

HİKAYE-İ MUHALEFET (2)

Günlerdir gündemde olan ve ilgili, ilgisiz herkesi meşgul eden “Ne olacak bu CHP’nin hali” macerası geçtiğimiz hafta yapılan olağan kongresi ile nihayet sona erdi. 13 yıllık Kemal Kılıçdaroğlu döneminin sonu ve Özgür Özel döneminin de başlangıcı oldu bu. Çok bilmişlik edası ile “Bu resmi nasıl okumalıyız” diye başlayan cümleler ile uzun uzun politik analizler yapacak durumum yok, ama sade bir vatandaş ve seçmen olarak süreçle ilgili düşüncelerimi ve duygularımı paylaşabilirim ancak.

Türk siyasetinde pek alışık olmasak da aslında çok önceleri olması gereken bir durumdur yaşananlar. Sayın Kılıçdaroğlu’nun çok kötü biri olması ile de ilgili görmüyorum bunu. Aksine dürüst, ahlaklı, çalmaz çırpmaz özellikleri ile çok da iyi bir kişi diyebiliriz. Belki de tam bu yüzden ayrılması gerekiyordu. Gerçi olayların doğal akışındaki işaretler bunu birkaç kez hatırlatmıştı kendisine ama o anlamak istemedi ne yazık ki.

Devamı için tıklayın “HİKAYE-İ MUHALEFET (2)”

BAYRAK YARIŞI

“Baki kalan gök kubbede hoş bir sadâ imiş” ya da “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” gibi deyimler yaş ilerleyip yetmişi de aştıktan sonra dilimizden daha fazla dökülmeye başlıyor. Eskiden her sayfasını çevirdiğimizde bizi geçmişe götüren albümler vardı. Onların yerini şimdi parmakla kaydırılan ekranlar aldı. Bu albümlere artık pek itibar edilmez oldu. Ama benim için bu fotoğraflar çok değerli olduğu için bir türlü kıyıp atamıyorum. Saklamak daha kolay olsun diyerek bir sandıkta -daha doğrusu büyük bir plastik kapta- depoladım onları. Zaman zaman o kutuyu açar, resimleri etrafa yayar ve geçmiş zaman yolculuğuna çıkarım. Özellikle siyah beyaz fotoğraflar beni kendilerine çok daha fazla bağlar. Çünkü onlar çok daha uzun bir geçmişe tanıklık etmişlerdir. Hatta bazılarını bizzat kendimin çektiği, evimde ve çalıştığım okullarda kurduğum karanlık odadaki düzeneklerle tabettiğim fotoğraflar olması hasebi ile onlarla daha farklı bir münasebetim vardır.

İşte yine bir gün böyle duygular içinde fotoğraflar arasında yolculuğum sürerken kendimi birden 1966 sonbaharında buldum. Aradan tam 57 yıl geçmesine rağmen anılar tüm tazeliği ile zihnimde canlandı. Edirne’de öğretmen okulu son sınıfındayız. Sınıfça yapmış olduğumuz bir İstanbul gezisi ile ilgili idi bu fotoğraflar. Resim öğretmenimiz Tayyip beyin objektifi ile daha kalıcı hale gelen bu gezi beni adeta büyülemişti. Eskilerin deyimi ile İstanbul’un İstanbul olduğu zamanlardı o yıllar. Yani iki milyon civarında insanın yaşadığı bir şehir. Talanın, rantın, yağmanın tam olarak esiri olmamıştı henüz bu kent.

Devamı için tıklayın “BAYRAK YARIŞI”

AHLAKLI OLMAK YA DA OL(A)MAMAK

Kişisel ve toplumsal yaşamımızda insanların yapay ya da doğal olarak kümeleştiklerine, gruplaştıklarına tanık olmaktayız. İnsanlar da duruma göre bazen istekli bazen de zoraki bu grupların içinde, dışında ya da karşısında yer alabilmektedir. Bu gruplar zamanın ve ortamın şartlarına göre siyasi, etnik, dini vb. özellikler göstermektedirler. İnsanoğlu da içinde veya karşısında olduğu grupla ilgili çoğu şartlanmışlık ve önyargılardan oluşan tutumlar sergilemektedir. Bunca yıllık gözlemlerime, tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki bu tür kümeleşmeler-hele hele son yıllarda- bana hiç çekici ve inandırıcı gelmiyor. Şöyle göğsümü gere gere dört başı mamur destekleyeceğim bağlanacağım bir yapılanmayı ne yazık ki pek göremez oldum. Hep ehveni şer ile yetinmek durumunda hissediyorum kendimi. Söylemlerine bakınca adeta tapılacak kadar kendine hayran bırakan yapılanmaların biraz üzerini kazıyınca, biraz samimiyet testine tutunca hayal kırıklığı kaçınılmaz oluyor.

Bütün bunların sonunda ben de kendi grubumu kendim yapmaya karar verdim. İnsanları ve kümelenmeleri de bu doğrultuda test etmeye başladım. Ben artık insanları da grupları da iki kategoride düşünüyor ve değerlendiriyorum. Ahlaklı olanlar ve -hadi ahlaksız olanlar demeyelim- yeterince ahlaklı olamayanlar şeklinde sınıflandırma yapıyorum. Hemen eklemeliyim ki ahlak kavramını birçok kişinin düşündüğü gibi uçkur ve bel altı konuları ile sınırlı saymıyorum. Ben ahlaklı olmak deyince adaletli olmak, saygılı olmak, sevgi dolu olmak, merhametli olmak, vicdanlı olmak, şefkatli olmak, özü sözü bir olmak, barışçıl olmak, empatik olmak gibi insani olan bütün vasıflara sahip olmayı anlıyorum. Bütün bunları taşıyor ve yaşamında içselleştirmiş insan hangi grupta ya da yelpazede yer alırsa alsın bana göre en makbul ve muteber insandır. Bütün bunların yoksunluğu içinde olanları da diğer gruba dahil ediyorum.

Devamı için tıklayın “AHLAKLI OLMAK YA DA OL(A)MAMAK”

CAMBAZA BAK

Eskiden televizyon sinema gibi eğlence araçlarının olmadığı zamanlarda iki direk arasında gerilmiş bir telde yürüyen cambazlar vardı. Çocukluğumuzda bizim kasabamıza gelmiş ve benim de izlemişliğim vardır. İşte bu gibi durumlarda yankesiciler izleyicilerin arasına girerek dikkatlerinin başka noktada olduğu sırada bundan istifade ederek izleyenlerin ceplerini boşaltırlar. Bu yöntem günlük dilimize ardından da siyaset diline bir deyim olarak girmiştir. Gündemi saptırma, yapay gündem oluşturma, bundan hareketle de araya başka şeyler sokuşturma ya da bazı şeyleri unutturma ve gözden kaçırma durumları için kullanılır. Allah var hakkını vermek lazım, bu iktidar da bunu yıllardır çok iyi kullanıyor.

Son günlerde gündeme gelen ve gündemde tutulmaya çalışılan yeni sivil anayasa konusu da bunun en tipik örneği kanımca. İlk bakışta askeri yönetimler tarafından yapılmış baskıcı ve vesayetin gölgesini taşıyan anayasa yerine sivil karakterli özgürlükçü bir anayasa arayışı kulağa da hoş geliyor. Ama bu parlak sözlerin üstündeki cilayı kazıyınca yukarıda da belirttiğim gibi bunun bir cambaza bak oyunu olduğu hemen fark ediliyor. Ayrıca anayasanın üniformalılar veya üniformasızlar tarafından yapılmış olmasından çok içeriği ve uygulanabilir olması önemli. Yakın geçmişimizde en özgürlükçü anayasanın (1962) da en baskıcı anayasanın da (1982) askeri yönetimler tarafından gerçekleştirildiğini görmekteyiz.

Devamı için tıklayın “CAMBAZA BAK”

MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ

Hayatımızın her aşamasında kendilerinden ilham aldığımız müstesna insanlar vardır. Bu bazen aile içinde, bazen de okullarda olur. Benim mezunu olmakla onur duyduğum Edirne Öğretmen Okulu’nda da böylesi öğretmenlerimiz vardı. Okul Müdürü Necati Erinç, meslek dersleri öğretmenimiz Faruk Canatan -namı diğer canbaba- resim öğretmenimiz Tayyip Yılmaz ilk aklıma gelenlerdir. Bunlar sayesinde birçok kazanım elde ettiğimizi itiraf ederken çözemediğimiz, yakıştıramadığımız, zoraki saygı duyduğumuz, bir garip, bir muamma diyeceğimiz figürleri de görmezden gelemeyiz. Bunları ben olumlu ya da olumsuz diyebileceğimiz belli bir kalıba, tarife sokamadım. Disiplinli, notu çok kıt, ilkeli, notu çok bol, hoşgörülü, katı gibi tasniflerin içine bile tam olarak giremiyorlardı.

Daha önceki yazılarımda da yazmıştım. Karneme 10 beklerken bütünlemeye kaldığım beden eğitimi dersini ve o dersin öğretmeni Mustafa Özbek’i anlayamadım ve çözemedim. Şimdilerdeki gibi değiliz o zaman. Öğretmenin verdiği not sorgulanmaz ve itiraz da edilmezdi. Belki de ben yeterince cesur değildim bu konuda. Belki de itiraz ederek bütünleme sınavlarındaki durumu riske atmak istemedim. Aslına bakarsanız resim öğretmeni Tayyip bey ile aramız iyi idi. Kendisinin benim kasabam olan Muratlı’nın Balaban’lı köyünden oluşu, amcamın Kepirtepe Köy Enstitüsünden sınıf arkadaşı oluşu, selam getirmek ve götürmekle başlayan münasebet aramızda özel bir hukuk oluşturmuştu. Karşılaştığımızda hâl hatır sorar, çeşitli ihtiyaçlarımda yardımcı olurdu. Ama öğretmeni öğretmene şikâyet ya da tavassut, torpil gibi anlaşılacağından bu konuyu ona bile açmadım. Ama bu günkü aklım olsaydı en azından işin aslını öğrenmek için bir yardım isterdim.

Devamı için tıklayın “MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ”

HİKAYE-İ MUHALEFET (1)

Yazılarımı takip eden siz değerli okuyucular benim daha çok iktidarı eleştirdiğimi düşünebilir. İlk bakışta belki bu muhafet yandaşlığı veya amansız bir iktidar karşıtlığı gibi de algılanabilir. Ama biraz düşününce işin doğasının bunu gerektirdiği fark edilececektir. Çünkü muhalefet sadece söylemleri ile, demeçleri ile eleştirilebilir. Bunun da zaten hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz. Ama iktidar öyle mi? İktidar yönetim erki ile birlikte bütün icra yetkisine sahip olunca yaptıklarının sonucu daha bir gözle görünür hale geliyor. Bir karar ile, bir imza ile, bir kartvizit ile makamlar bahşediliyor, hayatlar değişiyor, servetler el değiştiriyor. Hal böyle olunca elbette iktidar kanadı daha fazla eleştirilmeyi hak ediyor. Bu tespiti yaptıktan sonra son seçim de muhalefet için bir icraat sayılacağı gerçeğinden hareketle herkesin televizyonlarda ahkam kestiği muhalefeti eleştirme kervanına ben de bir yazı ile katılmış olayım dedim.

“Zaferin bin tane babası vardır; ancak mağlubiyet yetimdir” diyor J.F.Kennedy. Gerçekten bu son seçimlerde bunu aynen yaşadık. Eğer seçim kazanılsaydı bu galibiyetin ne kadar çok sahibi çıkacaktı. Ama seçim kaybedilince tüm ortaklar ganimetlerini alıp nerede ise ortadan kayboldular. Neticede kabak CHP’ye ve onun lideri K.Kılıçdaoğlu’nun başına patladı. Günlerdir, haftalardır televizyonlarda o konuşuluyor, o tartışılıyor. Herhalde ülkenin ve vatandaşın gerçek gündemini unutturacak bundan daha güzel bir meşgale bulunmazdı. Bütün bu durum ve gelişmeler karşısında ben ne hissediyorum, ne düşünüyorum açık ve samimi olarak ifade etmek isterim.

Devamı için tıklayın “HİKAYE-İ MUHALEFET (1)”

YENİ SEZONA GİRERKEN

Her ne kadar Antalya’da yılın dört mevsiminde denize giriliyorsa da biz sezonu haziran başında açtık. Evimizden beş dakika yürüyerek ulaştığımız sahilde önce minderlerimizi serip güneşlenmeyi denedik. Sahil boyunca belli aralıklarla kurulmuş cankurtaran kulelerinden birinin yanında konuşlanırken kulede üstü sarı tişört, altı kırmızı şort özel giysili Cankurtaran cep telefonu ile konuşuyordu. Hem yüksekte bir yerde olduğundan hem de ses volümü de yüksek olduğu için uzun süren telefon görüşmesini herkes dinlemek zorunda kalıyordu. “Adam bana takmış, tam gıcık birisi. Geçende gelmiş saat dokuzu dört geçiyor 2-3 dakika geç geldik diye bana afra tafra yapıyor. Gıcıklığı buradan belli ki ilk numaralardan değil de adam yoklamaya benim kuleden başlıyor. Arkadan da şu niye eksik, bu niye yok diye bir sürü kıllık yapıyor. Ulan …, ulan … sen kimsin kendini ne sanıyorsun…” şeklinde sürdürdüğü konuşmasından bir arkadaşına üstü ya da amiri durumundaki kişiyi kesip doğruyor. Daha önce de kulenin arka kapısına son derece zevksiz ve özensiz bir şekilde kulenin numarasının yazıldığını görmüş ve çirkin bulmuştum. Muhtemel daha sonra farkına varılmış olunmuş ki üzerini beyaz boya ile kapatmışlardı.

Cankurtaran görevlisi bu telefon konuşmasını sürdürürken sahilden orta yaş üzeri bir amca kulenin yanına yaklaşarak pek de nazik olmayan hatta kaba diyeceğimiz bir üslup ile “Hey… bırak o telefon konuşmasını da yasak olduğu halde denize köpek sokmuşlar. İki saat telefon ile konuşacağına o köpeği çıkar oradan” dedi. Cankurtaran hem konuşmasının kesilmesi hem de kaba bir konuşmaya muhatap olduğu için canı sıkılmış olarak “Ne bağırıyorsun ya. Bana bu şekilde konuşamazsın” şeklinde vites arttırarak cevap verdi. Amca aşağı kalır mı? O da vitesi arttırarak “Ne bağırması. Bütün gün telefonda lak lak edeceğine etrafına bak işini yap” biçiminde cevap verince Cankurtaran “Sana sesini yükseltme dedim. Benim işim denizde boğulanları kurtarmak, denizden köpek çıkarmak değil.” diye sürdürdü konuşmasını. Ama amca da pes edecek gibi değildi. Aynı tondaki konuşmasını kendi şezlongunun bulunduğu alana giderken de sürdürüyordu. Cankurtaran bu defa karizmayı daha fazla çizdirmemek ve bu amcaya da haddini bildirmek için oturmakta olduğu kuleden aşağıya inip amcanı peşine doğru giderken bir yandan da “Gel buraya nereye gidiyorsun? Bana bu şekilde konuşamazsın” diyerek meydan okumaya devam ediyordu. Giderek işin renginin değiştiğini ve fiziksel saldırıya dönüşeceğini gören etraftakiler cankurtaranı tutarak teskin edici sözler ile kulesine dönmesini sağladılar. Bir yandan da “Adam psikopat kardeşim sen ona uyma. İpini koparan buraya geliyor. Çok meraklı ise sokakta bir sürü sahipsiz köpek var onlar ile ilgilensin” diyor. Bir diğeri “Burası yolgeçen hanı oldu, sokmayacaksın bu tipleri plaja” diyor. Bir başka teyze de “Ben seni destekliyorum evladım istersen beni şahit yazdırabilirsin” diyor. Bu arada biraz uzaklaşmış olan amcanın da etrafında bir kümelenmenin seslerini duymasak da karşı cephe için neler söyleyebileceğini tahmin edebiliyordum.

Devamı için tıklayın “YENİ SEZONA GİRERKEN”

SAĞLIK OLSUN

“Her işin başı sağlık, mala gelsin cana gelmesin, sağlık olsun, önce sağlık” gibi söylemleri yaşam süremiz boyunca duyarız ya da söyleriz. Yaşam savaşı veren her insanımızın kader birliği ettiği bir sözcüktür sağlık. Bu itibarla da çocukluktan başlayarak her birimizin yolu bir şekilde sağlık kurumlarına düşmüş ve oradaki çalışanların emeklerine ve yüreklerine kendimizi teslim etmişizdir.

Doktor Şükrü Dölalan'ın şifalı elleri ameliyat sonrası da bana güç verdi.

Benim çocukluğumun geçtiği kasabada uzun yıllar tek bir doktor vardı. O doktor hem hükümet tabibi, hem belediye hekimi, hem de hastane dediğimiz sağlık merkezinin hekimi ve başhekimi idi. Bu doktorumuz öğleye kadar hastanede resmi işlerini yürütür, öğleden sonra da çarşıdaki özel muayenehanesinde hasta kabul ederdi. Eczane ise hiç yoktu kasabamızda. Ancak tek doktorumuzun muayenehanesinin karşısında kendisine ait olan ve benim de hasbelkader bir yıl eczacı kalfalığı yaptığım bir eczanesi vardı. (O tarihlerdeki mevzuata göre bir eczacı tarafından eczanenin açılmadığı yerlerde doktorlar isterse “Ecza Dolabı” altında bir yer açabiliyordu.) Eczanesinde çalışma sebebi ile kendini tanıma bahtiyarlığına eriştiğim ve genç yaşta da hayatını kaybeden kasabamızın kıymetli doktoru Erduran Boyuneğmez’i bir kez daha saygı, sevgi ve rahmetle anıyorum.

Devamı için tıklayın “SAĞLIK OLSUN”