Kafam çok karışık. İçimden çok şey geçiyor ama bir türlü yazıya dökemiyorum. Yazıya güzel bir başlıkla başlanır ama ben onu bile beceremedim. “Ne olacak bu memleketin hali” türünden başlık çok banal geldi. Sonra muhalefet kavşağına girip “CHP nereye koşuyor” demek aklımdan geçti. Hatta daha da özelleştirip “Kemal Kılıçdaroğlu, tam bir hayal kırıklığı” şeklinde bir başlık bile düşündüm. Sıra sıra geçen kelime konvoyundan hiçbirisini uygun görüp yazımın başına koyamadım ve yazıyı başlıksız yazmaya karar verdim. Artık bu görevi yazımı okuyanların takdirine bırakayım, herkes içinden geçeni koyarak yazımı başlıklı hale getirebilir.
“Tanrım, beni dostlarımdan koru, düşmanlarımla kendim baş edebilirim.” Çok bilinen bu ifadeleri Grigory Petrov’un söylediğini ileri sürenler de var, Voltaire’ye mal edenler de. Fakat şurası gerçek ki bu günlerde CHP’nin durumunu bundan daha iyi açıklayan bir cümle bulunamazdı.
Aslında her şey yapılan son kongrede Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı kaybetmesinden sonra başladı. Demokraside son derece doğal olan bu işleyiş nedense bizim ülkemizde çok sancılı bir şekilde yaşanıyor. Kaydı hayat ya da emri hak vaki oluncaya kadar koltukta kalmak iktidar da olsa muhalefet de olsa kronik bir takıntı bizin siyasi hayatımızda. Süreci kongre olarak başlatsak da aslında konuyu çok daha iyi anlamak için biraz daha gerilere gitmek gerekir.
Dedik ya bizde birçok durumda olduğu gibi siyaset de hayatın doğal akışı içinde ilerlemez. Daha önceki genel başkanın kaset olayı olmasa belki başka şeyleri yaşar ve konuşur olurduk. O günlerde Kemal Kılıçdaroğlu partisinin ikinci adamları arasında sayılabilirdi. Bildiğim bir gerçek var ki dürüst, ahlaklı, adaletli olma gibi birçok meziyetleri olsa bile ikinci adamdan birinci adam olma ihtimali bana göre çok azdır. O bakımdan ben Kemal Kılıçdaroğlu’nu hep iyi bir ikinci adam olarak gördüm. Ama ne var ki seçmen her şeye rağmen Kemal Kılıçdaroğlu’na olağanüstü bir kredi verdi ve kendisi ile ilgili çok büyük beklentiye girdi.
Kemal Kılıçdaroğlu ilk hayal kırıklığını Devlet Bahçeli’nin gazına gelerek “Ekmeleddin” vakasında yaşattı. Ama yine de seçmeni yüreğine taş basarak onun ifadesi ile “tıpış tıpış” gidip oy verdi. Neyse acemiliğine verelim dendi. Derken bir sonraki seçimde kerhen öne sürülen Muharrem İnce olayı da bir başka hayal kırıklığı oldu. Demokrasinin normal işleyişinin olduğu coğrafyalarda bu kaybedenler bir öz eleştiri yaparak yerlerini daha ehil kişilere bırakır. Ama ne oldu? Kemal Kılıçdaroğlu ile Muharrem İnce bilek güreşine girerek partinin kan kaybetmesine neden oldu ve ardından hayal kırıklığı dalgaları tekrar devam etti.
Nihayet son Cumhurbaşkanlığı seçimine gelindiğinde muhalefet altılı masa etrafında toparlanmaya çalışıldığında vatandaş “Bu defa galiba olacak” beklentisine girdi. Çünkü iktidar artık sıfırı iyice tüketmiş ve vatandaşa vereceği bir şey kalmamıştı. Bütün kamuoyu yoklamaları muhalefet kanadını önde gösteriyordu. Fakat o da ne? Mevki, makam sahibi olmakta gözü olmayan Kemal Kılıçdaroğlu’nun birilerinin gazına gelerek aday olacağı tuttu. Oysa onun dışında kazanma şansı daha yüksek olan adayların olduğu herkes tarafından bilinmesine rağmen. Bu adaylık bence en fazla Recep Tayyip Erdoğan’ı sevindirmiş olmalı. Yıllardan beri sırtı yerden kalkmayan bir aday onun için çok kolay lokma idi. Sonucu hepimiz biliyoruz. Atı alan Üsküdar’ı yine geçti.
Seçmen için yeni bir hayal kırıklığı, Kemal Kılıçdaroğlu için yeni bir hezimet olan bu seçimin bir karşılığı, bir muhasebesi olmalıydı. Bunun görüleceği yer de partilerin yetkili organı olan kongre idi. Normalde bu kadar açık ve göz göre göre gelen ve kaçıncısı olduğunu sayamadığımız seçim yenilgisinden sonra Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibinin ben yeniden aday olacağını düşünmüyordum. Onurlu çıkış ve belki gelecekte tekrar ihtiyaç duyulduğunda onurlu davet alma ihtimali bunu gerektiriyordu. Ama ne yazık ki klasik Türk tipi demokrasi geleneği artık muhalefeti de sarmıştı.
Yıllardır idare ettiği, birçok organı ve delegesi ile kontrolünde tuttuğu partinin genel kurulunun ilk tur oylamasında başkanlığa seçilemedi ve geriye düştü. Ancak talih kendisine son bir şans, son bir onurlu çıkış fırsatı vermişti. Zaten kaybettiğin, seçilme şansı sıfır bile olmayan ikinci tura girmeyerek adaylıktan çekildiğini açıklayıp, -yüreği el vermese de- rakibinin kolunu havaya kaldırıp o çok özlenen fotoğrafı verebilseydi partinin genel başkanı olmazdı ama gönüllerin şampiyonu olurdu.
Dedik ya hayal kırıklıkları dur durak bilmiyor. Sonucu herkes tarafından bilinen ikinci tura da katılarak kendisine de partisine de iyi hatırlanmayacak anılar bıraktı. Bunun sonucunda da hatırladığım kadarı ile kazananı kutlamak gibi bir uygar yaklaşımı dahi sergilemeden salondan ayrıldı gitti.
Yazımın başında yazdığım “Tanrım, beni dostlarımdan koru, düşmanlarımla kendim baş edebilirim.” cümlesi genelde CHP’nin durumunu değil, aynı zamanda Kemal Kılıçdaroğlu’nun durumu için de geçerli. Etrafında aklı başında, sağduyulu, deneyimli bir ekibi olsaydı iş belki bu noktalara varmazdı. Hiçbir şey bilmiyorsa şu anda hayatta olan öneki genel başkanlarına bakması yeterli idi. Hangi akla hizmetle olduğunu bilmediğim bir ofis kiralaması -ki ben oraya fitne ofisi diyorum- tam bir garabet. Vakti zamanında … bile olamayacak insanları makam, mevki sahibi ve hatta milletvekili yaparak partinin etkili yerlerine yerleştirmenin bedelini partiye ödetme zamanı gelmişti artık. Nokta nokta olarak yeri bilerek boş bıraktım çünkü oraya çoban, kapıcı gibi sözcükler yazsam onlardan çok o işi yapan kıymetli ve erdemli bu insanları incitmek istemedim.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun zamanında bol keseden mevki makam sahibi yaptığı bu güruh şimdi daha önce yakınından bile geçemediği yandaş kanalların baş köşesinde ağırlanıyor ve kendilerinin hala milletvekili maaşı aldığı bu çapsız ve ufuksuz yaratıklar eski partilerine sabahtan akşama sövüp duruyor. Yandaş kanalların kadrolu elemanları ise bundan çok memnun ve ağızları kulaklarında. Kim bilir “Biz yıllardır bu kadarını beceremiyorduk. Artık biraz izin kullansak” diyor olmalılar.
Tüm bunların oluşmasından Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir dahili olup olmadığını bilemiyorum. Bunları engellemek için bir gayreti olduğunu da düşünmüyorum.
Kendi kendini yiyerek partinin zayıflayıp bağışıklığının düştüğünü fark edenler de en uygun zamanı seçerek muhalif belediyelerin üstüne dalga dalga hücumlar halinde gelmeye başladılar. Bu yazıyı kaleme aldığım günlerde bu dalgaların beşincisi yaşanmıştı. Daha kaç dalga olacağını hiç kimse bilmiyor.
Ben şahsen hiçbir konuda önyargılı değilim. Tutuklanan kişilerin için direkt olarak masum ya da suçlu hükmünü de vermem. Bütün masumlar, suçsuzlar ahlaklılar bir partide bir mahallede toplanmış, bütün suçlular, ahlaksızlar diğer grupta ve mahallede toplanmış olması düşünülemez. Her grupta oranı farklı olmakla birlikte hepsinden vardır. Bu değerlendirmenin ışığı altında şuna inanıyorum ki şu anda muhalif belediyeler ile ilgili ileri sürülen iddiaların çok daha fazlası iktidar belediyelerinde yaşanmış ve yaşanmaktadır.
Bu belediyelerle ilgili soruşturma dosyaları İçişleri bakanlığının raflarında itina ile saklandığı da herkesin malumu. Zaten yıllar önce Davutoğlu’nun başbakanlığı sırasında siyasette etik kuralların yerleştirilmesi ile ilgili yasal düzenlemeler gündeme geldiğinde Cumhurbaşkanının kendisine “Sen ne yapıyorsun, bu durumda biz partiye ilçe başkanı bile bulamayız.” türünden çıkışı ile o yasa daha doğmadan ölmüştü. Yani maalesef ülkemizde her seviyedeki siyasetin rant uğruna yapıldığı böylece en yüksek ağızdan açıklanmış oldu.
Bu durumda anlıyoruz ki iktidar belediyeleri daha güvenli bir limanda bulunuyor. Koruyucu kubbe altında olmaktan dolayı ne kadar şükretseler azdır. Sanki “Yolsuzluk hırsızlık yapılacaksa biz yaparız ya da sadece bizim mahalledekiler yapabilir, karşı mahalledekilerin yapmasına izin vermeyiz, hatta yapmasalar bile ne yapar eder o alanı da kendi kubbemiz altına sokmanın bir yolunu buluruz” denmektedir.
Yaşananlar sırasında bazen de öyle şeyler görüyoruz ki insan “Biz ne ara bu hale geldik” diye hayıflanıyor. Televizyonda maç izlerken hepimizin fark ettiği bir durum vardır. Diyelim oyuncu topu almış süratle karşı sahaya doğru sürüyor. O sırada saha içinde bir şekilde sakatlık geçiren ve yerde yatan bir oyuncuyu görünce kendi avantajından vazgeçerek topu dışarı atar. Oyuncunun tedavisi yapılıp oyuna dahil olunca top doğal olarak dışarıdan rakip oyuncu tarafından oyuna sokulması gerekir. Fakat kural böyle olmasına rağmen o oyuncu da topu kendi takımından bir oyuncuya atmaz ve karşı takımın ayağına geçmesini sağlayacak bir karşı jest yapar. Çok kaba, sert ve hırçın bir spor olarak bildiğimiz futbolda gördüğümüz bu etik değerleri ne yazık ki siyasi hayatta göremiyoruz.
Televizyonlarda izlemişsinizdir. İstanbul’un Gaziosmanpaşa İlçesinin CHP’li Belediye Başkanı tutuklandığı için Belediye Meclisi yerine vekalet edecek başkan vekilini seçti. Belediye Meclisi’nde iktidar bloğunun çoğunluğu olmasına rağmen “Tutuklanan başkanımızı halk seçti. Meclis çoğunluğu bizde olmasına rağmen biz seçilmiş başkanın yerine aday göstermeyeceğiz.” gibi çok asil bir davranışı göreceğimizi zaten kimse tahmin etmiyordu. Fakat asıl o kendi adaylarını seçtikten sonra o yaşananlar neydi?
Sayın Cumhurbaşkanı sanki bir seçim başarısı kazanmış gibi seçileni cep telefonundan kutluyor, seçilen kişi ceketini ilikleyip arkadaşlarına bunu dinletiyor. Konuşmanın sonunda bir zafer çığlığı ve alkış tufanı kopuyor. Bunun adına ne denir bilmiyorum. Yanlış anlaşılmasın ortalıkta yasal olmayan bir şey yok. Ama bunu sessiz sedasız, biraz da mahcup yapın. Sanki iyi ki tutuklanmış başkanlık bize kaldı diye bayram ilan edilecek. Bunun bir adım ötesi “İnşallah diğer başkanların başına da bir şeyler gelir, gelmese de birileri bazı çoraplar örer ve koltukları bize kalır” düşüncesinin artık olağan hale gelmesidir.
Makyavel’in 7/24 kulakları çınlıyordur.