“4+4+4″ REFORM MU? ALDATMACA MI?

Bundan önce yazdığım “4+4+4” başlıklı yazımı blogumu takibedenler hatırlayacaktır. O sıralarda komisyonlarda görüşülmekte olan bu yasa tasarısı gerçekten kamuoyunda geniş yer tuttuğu ve biraz da bizim geçmişimizde  az çok eğitimcilik olduğundan bu konuya bigane kalmayarak dilim döndüğünce sisteme ilişkin düşüncelerimi açıklamıştım.

Ancak geçen zaman içinde ve tasarının TBMM de görüşüleceği günler de yaklaştıkça konu yine ısınmaya başladı. O kadar ki ilgili, ilgisiz her kafadan bir ses çıkıyor, kimileri bunu nerdeyse tarihin en büyük eğitim reformu imiş gibi lanse ederken, bir kesim de geleceğimize yönelik en büyük felaketlerin habercisi olarak sunuyordu. Konunun tek yetkilisi ve sahibi durumunda olan Milli Eğitim Bakanımız Sayın Dinçer’in zaman zaman TV lerdeki açıklamarı da sistemi anlatmakta ve açıklamakta yetersiz kalıyordu. Sayın Bakan sistemin zenginliğini özetle zorunlu eğitimi, orta öğretimi de dahil ederek 12 yıla çıkarılışı, bir çok gelişmiş ülkelerin bunu uyguluyor olması ile açıklıyor, ya da müzik,sanat,spor v.b.seçmeli derslerle öğrencilerin mesleğe hazırlanması imkanlarını öne çıkarmaya çalışıyordu. Zaten yüzde yetmişi bulmuş olan orta öğretimdeki okullaşma oranının zorunlu kapsamına almak için bu kadar gürültü koparmaya değer miydi? diye de düşünmeden edemiyor insan. Bir çoğu açık öğretimde kayıt altına alınacak olan  bu kapsamdaki öğrencilerin hangi kalitede bir eğitim alacağı ise hiç açıklanmıyor ve sorgulanmıyordu. Zaten seçmeli dersler ve diğer anlatılanların bir çoğunu yapmak için yasal düzenlemeye bile gerek olmadığı herkesçe bilinmektedir. Mevcut sisteme dokunmadan da bahse konu iyileştirmelerin bir çoğu kolaylıkla yapılabilecek türden şeylerdir. Ayrıca çok bahsedilen o seçmeli derslere de fazla bel bağlamamak gerekir. Hepimiz okul hayatımızdan çok iyi hatırlıyoruz ki seçmeli dersler meselesi tam bir curcunadır. Mevcut fiziksel ve personel imkanlarına göre öğrencinin karşısına bu dersler seçilmiş zorunlu dersler olarak gelir. Yani hangi yemeği ya da meyveyi yersiniz yerine  “Siz menüde ne yazdığına bakmayın, elimizde şimdilik lahana ve havuç var.  Bu ikisinden birini seçeceksiniz” gibi bir dayatmalı seçmeli ders hatırası çoğumuzun hafızasının bir köşesinde öylece durmaktadır. Hele de sınavlarda seçimlik derslerden soru çıkmayacağı da bilinirse sadece laf olsun torba dolsun seviyesinde kalmak durumundadır bu uygulamalar.

Bir de bu örnekte olduğu gibi işimize geldiği zaman gelişmiş ülkelerin örnek gösterilmesi de bana hiç inandırıcı gelmiyor. Oralarda her orta öğretim kurumunu bitiren öğrenci üniversiteye gidebiliyor mu?.

Bü yüzden de ben bu konudaki düşüncelerimi kim ne yazmış, ya da kim ne demiş üzerinden değil de, şu üzerinde fırtına koparılan kanun tasarısını bizzat okuyayım da ona göre bir değerlendirme yapayım dedim.Bu günkü teknik imkanlarla ulaşmak da çok zor olmadı söz konusu taslağa. Toplam 24 maddeden oluşan metni bir kez okudum. Sonra bir daha okudum. Üşenmedim bir daha okudum. Doğrusunu söylemek gerekirse son derece acemice ve amatörce hazırlanmış bir metin gibi geldi bana. Ne çok büyük heyecen ve hayranlık duydum. Ne de kederimden karalar bağlamamı gerektirecek bir durumdu bana göre. Rize Üniversitesine “Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi”, Kayseri’dekine “Abdullah Gül Üniversitesi”  adının verilmesi, FATİH projesi gibi teknoloji ürünlerinin alımının  Kamu ihale yasası dışında tutulmasını sağlayan maddeler gibi “4+4+4” ile alakasız bölümleri de gördüğümde sadece laf kalabalıklığından başka birşey kalmadı karşımda. Bizim köy kahvelerinde böyle durumlarda çarıklı erkan-ı harb dediğimiz köylüler böyle durumlar için ” Saman çok ama dane yok” derlerdi.

Netice olarak çok önceleri olduğu gibi ilkokul ve ortaokulun ayrılmasından başka gözle görünür birşey getirmiyor bu yasa özetle. Bu ayrılmaya ya da kesintiye gerekçe olarak yıllarca 7 yaşındaki çocukla 15 yaşındaki çocuğun bir arada olmasının sosyal ve pedagojik sakıncaları ileri sürülmüştü. Oysa yasa taslağında iki kademenin şartlara göre bir arada da olabileceğinin açıklandığı düşünüldüğünde bu gerekçenin de pek tutarlı ve samimi bir yönü olmadığı ortaya çıkıveriyor.

Bu durumda da insan ister istemez bu yasa tasarısının amacını yazılan metinlerin ve söylenen sözlerin dışında yazılmayanlarda ve söylenmeyenlerde yani niyetlerde aramak durumunda kalıyor. Bir başka deyişle düzenlemelerden çok düzenlemeyi yapanların akıllarından geçirdikleri daha belirleyici oluyor belki de.Yasa tasarısına muhalif olanlar art niyetli ya da niyet okuyucu olabileceğinden  bizler bu konuda kime itibar etmeliyiz? Acaba sayın Başbakanımızın Dindar bir nesil yetiştirme gayreti ile Sayın Milli Eğitim Bakanımız’a ait olduğu ifade edilen “Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok ilkenin yerini Müslüman bir yapıya devretmesi zorunludur’’ cümlesi içinde mi aramak gerekir bu düzenlemenin amacını? Ya da Hükümetin sadık destekçisi M.  Türköne’nin açıkça dediği gibi “Bu tasarı eğitimle alakalı olmayan bir düzenleme olup, yapılmak istenen aslında din eğitiminin önünü açmaktan ibarettir” ifadesinde mi aramak gerekir gerçek niyetleri?

Neyse bu yasa tasarısı ile beraber ortaya çıkan “Dersaneler kapanacak,Üniversite sınavları kalkacak,eğitim demokratişleşecek,artık halk ne derse o olacak” şeklindeki populist söylemler bu pilavın daha çok su götüreceğinin işareti gibi geldi bana. O bakımdan şimdilik bu kadar ile yetinmekte yarar var diyorum.

4+4+4

Eğitim üzerine “Kesintili mi olsun , kesintisiz mi olsun”,  “4+4+4 mü, 1+8+4 mü 5+3+4 mü olsun” tartışmalarının alevlendiği son günlerde  büyük oğlum Dinçer’in “Baba bu konu senin alanına girmez mi? blogunda böyle bir yazı yazmak sana yakışır” hatırlarması üzerine bu konuda bir şeyler karalamak artık farz oldu diye düşünerek bu satırları yazmaya  karar verdim.

Aralarına artı işaretlerini koyarak bazı rakamların yanyana getirilmesi üzerine sürdürülen tartışmalar bana fanatik taraftarların futbol maçı öncesi yaptıkları hararetli tartışmaları hatırlatttı. “Fatih hoca bu takıma 4-2-4 ü oynatamıyor arkadaş” ya da “3-5-2  ile bu takım dünyada maç alamaz” şeklinde saatlerce süren tartışmalar bana gerçekçi olmayan boş laf yığını gibi gelmiştir hep. Bana göre oyuncuların sahada dizilişlerini ifade eden bu rakamlar kadar her bir oyuncunun kişisel futbol kalitesidir sonucu getiren. Yoksa aynı taktiği uygulayan ya da aynı dizilişe göre sahada top koşturan takımların benzer sonuçları alması gerekirdi. Örneğin Brezilya ile aynı taktiği uygulasanız da onlar dünya kupalarının değişmez finalistleri olurken bizim de tarihimizde hatırladığım kadarı ile tek bir üçüncülüğümüzle avunmamızı birazda kaderin ve tesadüflerin bir armağanı olarak kabul edebiliriz sanırım.

Aynı değerlendirmeyi 4+4+4 kesintili zorunlu eğitim için de yapmak mümkün. Önemli olan bence eğitimin kesintili ya da kesintisiz olmasından çok aralarına artı işareti konan ve her bir yılı ifade eden rakamların içlerinin nasıl doldurulacağı meselesidir. Konuya yine her zamanki geleneksel alışkanlığımız olan ön yargılı ve niyet okumacı bir yaklaşımla yaklaşanlar halen uygulanmakta olan sekiz yıllık zorunlu eğitimin 28 Şubat döneminin ürünü olduğunu ve imam hatiplerin önünü kesmek için düzenlendiğini belirtirken, şu anki 4+4+4 uygulamasını da imamhatiplerin önünü açma hamlesi olarak değerlendirmektedir. Tabi yasa önerisini hükümetin değil de  İmam Hatip Lisesi Mensuplar Derneği (ÖNDER) nin hazırlaması, AK Partinin bu öneriyi sahiplenmesi ve bunun  tam da dindar nesil yetiştirme misyonunun tartışıldığı günlere denk düşmesi de şüphesiz bu kuşkuyu güçlendirmektedir.

Oysa bir ülkenin eğitim sistemini derinden etkileyecek bu tür düzenlemelerin birilerinin önünü kesmek ya da birilerinin önünü açmak gibi küçük hesapların dışında tutulması gerekmektedir. Benimsenecek eğitim modellerinin felsefi, bilimsel, pedegojik temelleri çok iyi tespit edilmelidir. Yoksa özgürce düşünebilen,düşündüklerini özgürce açıklayabilen, yaratıcı ve eleştirel düşünceye sahip, bağımsız seçimler yapıp kararlar verebilen,evrensel demokrasi anlayışını benimsemiş insanlar yerine “Düşünen kafalara şeytan üşüşür.büyüklerimiz bizden iyi düşünür” deyiminde olduğu gibi biat kültürünü benimseyen bireyler yetiştiren bir sistem adı ne olursa olsun bireye de ülkeye de bir yarar sağlamayacaktır.

Yaklaşık 15-20 yıllık bir geçmişi olan kesintisiz zorunlu eğitimden önce de zorunlu olan kısmı beş yıl olan ve kesintili bir eğitim modelinin uygulandığını orta yaş grubunda olan herkes bilmektedir. Hatta daha gerilere gidecek olursak 60-70 yaş grubunda olanlar cumhuriyeti kuranların gerçekten çok iyi bir eğitim omurgası kurduklarını da hatırlayacaktır. O zamanlar 5 yıllık bir zorunlu eğitimi üç yıllık bir ortaokul eğitimi izlemekteydi. Beş yıllık zorunlu eğitimi ya da ardından üç yıllık bir orta okulu bitirenler şu anda hatırlayabildiğim kadarı ile İlköğretmen okulu, Ticaret lisesi,Sanat okulu, Ziraat okulu, İmam hatip okulu gibi meslek okullarına ya da şu andaki düz lise dediğimiz okullara giderdi. Tabi bu okullara gidişte bilimsel bir yönlendirmeden çok bu okullara ulaşabilme imkanı, kısa yoldan hayata atılma beklentisi, parasız yatılılık durumu gibi etkenler önemli oluyordu. Bu okullar içinde sadece liseyi bitirenlerin üniversiteye girme hakları vardı. Diğer meslek okullarını bitirenler sadece kendi kulvarlarında açılan İktisadi Ticari ilimler akademisi, Teknik Yüksek Öğretmen okulu,Eğitim Enstitüsü,Yüksek İslam Enstitüsü gibi yüksek okullara gidebiliyordu. Az sayıda da olsa lise fark derslerini bitirenlerin  üniversiteye girdiği oluyordu. O sıralarda üniversite giriş problemi de ve onun etrafında şekillenen dersane sektörü de oluşmamıştı.

Zaman içinde “ Ben onun verdiğinin beş fazlasını vereceğim” biçimindeki vaadlerle uygulanmaya başlanan popülist politikalardan eğitim kurumları ve eğitim sistemi de nasibini aldı. Gelinen son noktada ”Bütün ortaöğretim kurumlarını bitirenler üniversiteye girebilmeli” gibi kulağa çok da hoş gelen uygulama ülkenin gençlerine sağlanmış büyük bir hakmış gibi sunuldu. Oysa herkes biliyordu ki ünversiteye girmek ile sınava girmek çok farklı şeylerdi. Sınava giren iki milyona yakın öğrencinin belki yüzde beşi, onu gerçekten ülke ve dünya ölçeğinde eğitim alıyor,  geriye kalanlar ya hiç giremiyor ya da puanının  yettiği bir anadolu kasabasında yüksek ortaokul diyebileceğimiz bir yerle yetinmek zorunda kalıyordu. Sonuçta da istatistiklerde eğitimli işssizler ordusunun sayıları içine dahil oluyordu. Elbette daha önceki sistem mükemmel değildi. Birçok eksikleri yetersizlikleri vardı. Ancak onun ana omurgasını ve genel felsefesini zedelemeden eğitimi daha kaliteli hale getirecek, -kesintili ya da kesintisiz olması hiç farketmez- eğitim düzeyini ve süresini yükseltecek tedbirler alınabilirdi.

Benzer kaygılar 4+4+4 olarak öne sürülen sistem için de ileri sürülebilir. Yani ilk dört yıldan sonra başlayan yönlendirme ile birlikte 7-8 yıl mesleki eğitim alan bir öğrenciye: “Belki sen yanılmış olabilirsin, üniversite sınavlarına da bir gir de  artık gerçek ilgi ve yeteneğine uygun bir eğitimi al” demek o zamana kadar kendisinin aldığı eğitimin üzerine kalınca bir çizgi çekmek anlamına gelmiyor mu? Ayrıca üniversite sınavları ve sınavlar sonunda alınan puanlara göre yapılan tercihlerin ne derece sağlıklı olduğu da tartışma konusudur. Ben üniversiteye giriş konusunda yapılan tercihleri cebinde sınırlı parası olan birinin  lokantada yaptığı yemek tercihine benzetiyorum. Böyle bir kişi biz de olsak ilk yapacağımız şey menüde ihtiyacımız olan ya da sevdiğimiz yemeğin adına bakmadan önce karşılarındaki fiyatlara bakıp cebimizdeki para ile karşılaştırıp siparişi ona göre veririz. Bu da büyük ihtimalle çorba ve makarna türü bir şey olurdu. Böylesi alafranga başlayıp alaturkaya dönüşerek arabeksleşen bir eğitim uygulaması dünyanın hangi ülkesinde vardır doğrusu çok merak etmekteyim. Farklı kurumlarda farklı amaçlarla farklı eğitimler alarak 18 yaşına gelen bireylerin aynı sınava sokulması verilmiş bir hakmıdır yoksa bir teselli armağanı mıdır çok düşünülmeye değer bir konudur. Ama herkes bilirki eşit olmayan koşullarda uygulanan eşitlik hiç bir zaman eşitlik olamaz

Herkesi uzaktan yakından ilgilendiren böylesine ciddi bir konunun biraz oldu bittiye getirilmek istendiği gibi bir kuşkuya düşmemek elde değil. Bir taraftan herkesi ilgilendirdiği için çok katılımcı olunması gerektiği ileri sürülürken,bir yandan da kuşku ve tereddütleri dile getiren belkide en tuzu kuru sivil toplum örgütü TÜSİAD bile “Bu sizin işiniz değil, sizin dediğiniz değil halkın dediği olur” biçiminde Başbakanınmızdan fırçayı yedikten sonra katılımların sadece onaylama biçiminde olması gerektiğini anlamak için müneccim olmaya da gerek yok sanırım.

Sonuç olarak her türlü popülist anlayıştan uzak, kendi  değerlerinden ödün vermeden dünya ile bütünleşip, rekabet edebilecek bireylerin yetişmesini sağlayacak şekilde doldurulmalıdır sisteme tekabül eden senelerin içi. Önerilen ve tartışılan yeni sistemin çağdaşlaşma projesi mi, yoksa cahilleşme projesi mi olduğunu zaman gösterecektir. Herkes bilir ki cehaletlerin de en tehlikelisi tahsil ile gerçekleştirilmiş olanıdır.