SAĞLIK OLSUN

“Her işin başı sağlık, mala gelsin cana gelmesin, sağlık olsun, önce sağlık” gibi söylemleri yaşam süremiz boyunca duyarız ya da söyleriz. Yaşam savaşı veren her insanımızın kader birliği ettiği bir sözcüktür sağlık. Bu itibarla da çocukluktan başlayarak her birimizin yolu bir şekilde sağlık kurumlarına düşmüş ve oradaki çalışanların emeklerine ve yüreklerine kendimizi teslim etmişizdir.

Doktor Şükrü Dölalan'ın şifalı elleri ameliyat sonrası da bana güç verdi.

Benim çocukluğumun geçtiği kasabada uzun yıllar tek bir doktor vardı. O doktor hem hükümet tabibi, hem belediye hekimi, hem de hastane dediğimiz sağlık merkezinin hekimi ve başhekimi idi. Bu doktorumuz öğleye kadar hastanede resmi işlerini yürütür, öğleden sonra da çarşıdaki özel muayenehanesinde hasta kabul ederdi. Eczane ise hiç yoktu kasabamızda. Ancak tek doktorumuzun muayenehanesinin karşısında kendisine ait olan ve benim de hasbelkader bir yıl eczacı kalfalığı yaptığım bir eczanesi vardı. (O tarihlerdeki mevzuata göre bir eczacı tarafından eczanenin açılmadığı yerlerde doktorlar isterse “Ecza Dolabı” altında bir yer açabiliyordu.) Eczanesinde çalışma sebebi ile kendini tanıma bahtiyarlığına eriştiğim ve genç yaşta da hayatını kaybeden kasabamızın kıymetli doktoru Erduran Boyuneğmez’i bir kez daha saygı, sevgi ve rahmetle anıyorum.

Devamı için tıklayın “SAĞLIK OLSUN”

6 ŞUBAT VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

6 Şubat günü saat 04.30 sularında cep telefonum çalınca ekranda yurt dışında bulunan büyük oğlumun ismini gördüm. Zamansız çalan her telefon gibi oldukça tedirgin oldum. Beş saatlik zaman farkından dolayı her ne kadar orada sabahın onu gibi olsa da oğlum bunu düşünmemezlik edemezdi. Ama yine de bunu 4-5 yaşındaki torunumun anne babasından habersiz bir sürprizi gibi düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım bir an için. Ama telefonu açınca ve oğlumun hâl hatır bile sormadan direkt olarak “Maraş’ta deprem olmuş haberiniz var mı hissettiniz mi?” diye sorunca acı gerçekten haberdar olduk.

1981 ve 1986 yılları arası beş yıl Kahramanmaraş’ta görev yaptım. Bu beş yılın ilk iki yılında teftiş bölgem Göksun İlçesi, daha sonraki üç yılı da Elbistan ilçesinde idi. Kahramanmaraş’ın en büyük ilçesi olan Elbistan aynı zamanda il merkezine en uzak olan ilçe idi. Yaklaşık 160 kilometrelik olan bu yolculuğa pazartesi günü çıkar ve cuma günü dönerdik. Elbistanlılar kendilerini bir ile bağlı olmadan “Elbistanlıyız” diye ifade eder. Hindistan, Pakistan gibi bir ülke adını çağrıştırmasının önemi var belki bunda. Elbistan’ın güney kısmına düşen bölgemizde hafta başı başlayan yolculuğumuz bazen Nurhak, bazen Ekinözü (Cela) istikametine devam ederek en son noktalardaki köy ve mezralara ulaşırdık. O zaman yolu elektriği olmayan bu yerleşim yerlerine çoğu kez yaya ya da at ve katır sırtında ulaşırdık. Çoğunlukla tek öğretmenli olan okuldaki öğretmenin bekar odasında ya da muhtarın evinde gecelemek zorunda kalırdık. Hayatlarında ve çalışmalarında hep daha iyiyi ve daha güzeli gerçekleştirmek için son derece zevkli ve samimi paylaşımlarımız olurdu bu öğretmenlerimizle.

Devamı için tıklayın “6 ŞUBAT VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ”

ANTALYA GÜNLERİ / KONYAALTI PLAJI (SON HALİ)

Hayatımızın belli bir bölümünde Antalya’da konuşlanma kararı vermemizde Konyaaltı sahilinin etkisi büyük oldu. Bir yanda şehir hayatının belli ölçüde konforunu yaşarken diğer yanda canınız çektiği zaman beş dakikalık bir yürüyüşle 7-8 kilometrelik sahil şeridine ulaşıyorsunuz. Bir gün Boğaçay istikametine yürürken, bir başka gün yönünüzü Antalya’nın meşhur falezlerine çeviriyorsunuz. Canınız çekiyorsa yararlanabileceğiniz spor sahaları ve aletlerini görünce de bir hayli heyecanlanıyorsunuz. Bir yanınızda Torosların karlı dağları, diğer yanınızda Akdeniz’in mavilikleri. Canınızın istediği bir gün ise şemsiyenizi, portatif sandalyelerinizi alarak kumsalda konuşlanıp denizin okşayan rüzgarına karşı kitabınızı, gazetenizi okuyorken, ya da biraz hazırlıklı geldiyseniz termosunuzla getirdiğiniz çayı yudumlarken bulursunuz kendinizi. Şayet mevsim uygun ise-ki burada bazıları için her zaman uygun- kuzey egeye göre hayli sıcak olan denizin davetine icabet ediyorsunuz.

Bu coğrafyanın bu cömert ikramına karşılık ben de blogumda birisi 2017 yılında, diğeri 2018 yılında Konyaaltı plajı ile ilgili iki yazı yazmıştım. Bu yazımda da burada yaşayan sade bir vatandaş olarak en son durum ile ilgili gözlemlerimi ve tespitlerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Devamı için tıklayın “ANTALYA GÜNLERİ / KONYAALTI PLAJI (SON HALİ)”

BİRAZ DA KİTAP / EVLİLİĞİN DÖRT MEVSİMİ

Pandemi dolayısıyla uzunca bir süre ara verdiğimiz kütüphane ziyaretlerine yeniden başladık. Antalya’da günlerimizi geçirirken evimize yakın olan Konyaaltı Belediye Kütüphanesi uğrak yerlerimizin başında gelir. Ödünç kitap alarak okumanın yanında raflara dizilmiş kitaplara göz gezdirmek, elime alıp sayfalarını karıştırmak ayrı bir zevk veriyor bana. Bu meşgale içinde elime Gary Chapman’ın yazdığı “EVLİLİĞİN DÖRT MEVSİMİ” isimli kitap geçti. Kitabın kapağında yazarın hemen altına “Beş Sevgi Dili’nin yazarından” şeklinde bir ifade -ki birçok kitapta buna rastlıyoruz- eklenmiş olmasını hep yadırgarım. Sanırım bir pazarlama stratejisi olan bu durumlar bana kendimi aldatılmış hissettiriyor. Bununla ilgili olarak aklıma gelen bir fıkrayı okurlarım ile paylaşmak isterim.

Yazarlığa çok meraklı bir genç yazdığı deneme yazılarını ünlü bir yazara okutur. Yazar bunları okuduktan sonra gence “Yetenekli birine benziyorsun ama daha çok çalışman gerekir. Bu yazdıkların da ne yazık ki pek işe yarar şeyler değil” der. Genç büyük bir hayal kırıklığı içinde yazarın odasından ayrılırken elindeki kağıtları yazara göstererek “Bunları ne yapayım atayım mı?” diye sorunca yazar “Yok atma sakla onları ilerde ünlü bir yazar olunca yayınlarsın” cevabını verir. Ben “Evliliğin Dört Mevsimi” adlı kitabı bu karışık duygular içinde aldım ve okumaya başladım. Yıllar önce aynı yazarın “Beş Sevgi Dili” kitabını okumuş ve oldukça da beğenmiştim.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / EVLİLİĞİN DÖRT MEVSİMİ”

GİTMEK Mİ ZOR KALMAK MI?

Geçtiğimiz günlerde benim çok önemsediğim ama belki de birçok kişinin farkına varmadığı bir haber vardı medyada. Haberde özetle 42 yaşındaki Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardem’in 6 yıldır sürdürdüğü başbakanlık görevinden ve İşçi Partisi liderliğinden istifa edeceğini açıkladığı belirtiliyor. Haberde ayrıca genç başbakan artık bu işin hakkını veremediğini, devam etmesi halinde Yeni Zelanda’ya zarar vermiş olacağını ifade ettiği belirtiliyor. Oysa ülkede ne çok büyük bir kriz ne de kaybedilmiş bir seçim vardı. Belki birçok kişi böylesi bir durum karşısında “Bu nasıl şey böyle? Madem beceremeyeceksin niye girdin ve milleti yarı yolda bırakıyorsun?” diye de düşünebilir. Ama ben bu yaklaşımı insanın kendini, sınırlarını ve kapasitesini bilmesinin çok büyük bir erdem olduğu düşüncesinden hareketle çok değerli buldum ve takdir ettim ve darısı bizim siyasetçilere dedim. Seçimleri kaybetseler bile makam ve mevkilere yapışıp kalma- iktidar ve muhalefet hiç fark etmiyor- alışkanlığı adeta kronikleşmiş bir saplantı halinde.

Rahmetli Ecevit’in görevdeki son günlerini birçoğumuz hatırlar. Ayakta güçlükle durduğunu, fiziken ve zihnen giderek tükendiğini bizler bile fark ederken kendisinin fark etmemesi mümkün mü? Hadi diyelim kendisi fark etmedi, ömürlük hayat arkadaşı Rahşan Hanım bu durumda kendisine de ülkesine de yeterince faydalı olamayacağını görüp “Ülken için bu kadar çalıştığın yeter Bülent. Gel biraz da kendimize vakit ayıralım. Sen yine çok bildiğin şairliğine devam et. Ben çayını yaparken sen balkondaki çiçekleri sularsın. Senin şiirlerin eşliğinde eski günlerden konuşuruz…” diyerek daha hayırlı bir iş yapamaz mıydı? Belki o zaman daha farklı oluşumlara fırsat sağlanmış ve domino etkisi ile bugün başka bir atmosferde olabilirdik.

Devamı için tıklayın “GİTMEK Mİ ZOR KALMAK MI?”

BİRAZ DA KİTAP / MELEK TERÖRİST FAHİŞE

“Melek Terörist Fahişe” Osman Balcıgil’den okuduğum üçüncü kitap. Daha önce de belirttiğim gibi Balcıgil romanlarını gerçek kişiler ve olaylar üzerine kurguluyor. Bu kitabında da bu kural geçerli. Kitap vakti zamanında genelev patroniçesi olarak tanınan Matilt Manukyan’ın dünyası etrafında şekillenmiş. Manukyan’ın kamuoyunda çok geniş yer almasının sebeplerinden biri de onca seçkin sanayici, tüccar ve iş adamlarını sollayarak altı yıl süre ile Türkiye vergi rekortmeni olması idi. Birçok vergi dairesinin girişinde yazılmış “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” levhaları boşuna yazılmamış demek ki.

Bu konuları zaman zaman arkadaş grupları arasında konuştuğumuz tartıştığımız olmuştur. Bu gruplarımızda zaman zaman dini bütün, hatta din görevlisi arkadaşlarımız ve dostlarımız olurdu. Söz döner dolaşır içkiden alınan yüksek vergiler, Manukyan’ın ödediği devasa vergi, bunların aktarıldığı bütçe ve buradan yapılan harcamalar, alınan maaşlar, yapılan hayır işleri derken helal mi, haram mı ikilemi cevap arayan bir soru olarak karşımıza çıkıverirdi. “Canım bütçenin hepsi bunlardan oluşmuyor ki biz ücretlerimizi helal kısmından alıyoruz” gibi durumu kurtarma gayretleri karşısında bir arkadaş da “Hocam bir damacana temiz içme suyunun içine bir bardak pislik döksek ve akabinde içmeye kalksak bunun temiz tarafından içilmesi mümkün mü?” diyerek işi daha da karıştırırdı.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / MELEK TERÖRİST FAHİŞE”

AH ŞU BATILILAR YOK MU?

Diyanet İşleri Başkanımız Ali Erbaş katıldığı bir konferansta “Bugün batılının ürettiği ilim faydadan çok zarar veriyor” demiş. Eskiden bu konu ile ilgili “Batının ilmini alalım ama ahlakını almayalım” gibi daha nazik ve seçici bir dil kullanılırdı. Anlaşılıyor ki sayın başkanımız el arttırmış ve batının ilmini de zararlı bulmuş. Bu cümle bana yıllar önce okul arkadaşım Ahmet Karaçalı’nın anlattığı bir fıkrayı hatırlattı.

“Nasrettin Hoca ya da Temel bir gün” diye başlar çoğu fıkralar ama biz daha evrensel olması için adamın biri diye başlayalım. Evet adamın biri asli ibadetlerden biri olan hac yükümlülüğünü yerine getirmek için kutsal topraklara gider. Buradaki prosedüre uygun olarak sıra şeytan taşlamaya gelir. Orada bulunan herkes bu iş için nohut kadar, fındık kadar taşları kullanarak sembolik bir biçimde şeytanı taşlarlar. Fakat bizimki en küçüğü yumruk kadar olan taşları kucağına toplayıp büyük bir öfkeyle şeytana fırlatarak bir yandan da “Sen değil misin kör olası bana komşunun gelinine uçkur çözdüren, sen değil misin baldıza yan gözle bakmama sebep olan, sen değil misin…” diyerek cümle ahlaksızlıklarının faturasını şeytana çıkartır. Herhalde insanoğlunun kendi olumsuzluklarını kendi dışındakilere yüklemesinin bundan daha açık bir anlatımı olmaz diye düşünüyorum.

Devamı için tıklayın “AH ŞU BATILILAR YOK MU?”

BİRAZ DA KİTAP / EN HÜZÜNLÜ EYLÜL

“EN HÜZÜNLÜ EYLÜL” Osman Balcıgil tarafından yazılmış. Bu yazarın daha önce “Ela Gözlü Pars: Celile” adlı kitabını okumuştum. Diğerlerini bilmem ama bu iki kitaptan edindiğim izlenim, Balcıgil eserlerini gerçek yaşanmış kişiler ya da tarihsel dönemler üzerine kurguluyor. “Ela Gözlü Pars: Celile” kitabında ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in annesi Celile’yi anlatıyor Balcıgil. Osmanlı sarayında, Avrupa’da çok iyi eğitim gördüğü ve çok mükemmel bir ressam olduğu kadar mücadeleci duruşu da anlatılıyor bu kitapta. En çok da gönlünü kaptırdığı bir başka şair Yahya Kemal ile olan gönül ilişkisi etraflıca ele alınmış. Hafızalarımızda birçoğunun da bestesi yapılan, Endülüs’te Raks, Sessiz Gemi, Dönülmez Akşamın Ufkundayız gibi şiirlerin sahibi şair bu aşkı taşıyamayarak Celile’yi yarı yolda bırakıyor. Dahası ömrünün büyük bir bölümü zindanlarda geçen Nazım Hikmet için yazar, çizer ve aydın kesim tarafından gösterilen dayanışmaya, büyük şairliğine hiç yakışmayan bir şekilde uzağında kalarak kaypak ve omurgasız bir tutum sergiliyor. Neyse biz başlığımızın konusu kitaba dönelim.

“En Hüzünlü Eylül” tek parti yönetiminden çok partili hayata geçiş tarihi olan 1950 yılı ile bu devrin son bulduğu 1960 yılları arasına kurgulanmış. Büyükada’da yaşayan ama İstanbul ile de bağlantıları olan, birisi Rum diğeri Türk olan iki komşuyu tanıyarak dalıyoruz kitabın sayfalarına. Aynı zamanda çok yakın dostlukları olan bu ailelerin çocukları Yorga ve Suzan çocukluk, gençlik, üniversite arkadaşlığı derken -bizlerin kafasında bin bir düşünce ve önyargı varken- birbirlerine âşık oluyor. En masum, en naturel en sahicisinden hem de. Bu büyük aşk -belki yine şaşıracaksınız ama-ailelerinden de çok büyük destek görüyor ve alkış alıyor. Fakat ne yazık dünya ve hayat sadece bu aşktan ibaret değil. Ülke içinde ve dışında gelişen olaylar iki aşığı bir bilinmezliğe doğru sürüklüyor.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / EN HÜZÜNLÜ EYLÜL”

GİZLİ ÖZNELER YA DA DİĞER FAİLLER

Günlerdir gündem bir tarikat şeyhinin 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki müridine nikahlaması konusu ile çalkalanıyor. Olayın başlangıcı 15 yıl kadar öncesine dayanıyor. Mağdure kızımızın 6 yaşından itibaren cinsel istismara maruz kalıp 14 yaşında hamile kalması ve hastaneye başvurması nedeniyle durum gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Ne yazık ki bundan sonraki süreç de tam bir yürekler acısı. Sahte kemik yaşı tespitleri, ayan beyan ifadeler, olayın failleri isim isim ortada iken bir tweet atanı apar topar içeri atan adaletimiz bu durum karşısında haftalarca, aylarca top çevirme ya da topu taca atma talimleri yapıyor. Kaçma, delil karartma gibi ihtimalleri dahi dikkate almadan altı ay sonrasına gün veriyor. Neyse ki toplumsal baskı ve medyanın gücü ile duruşma bir ay sonrasına çekildi ve ayrıca faillerin tutuklanması ile ilgili prosedür başladı. Bir gaz alma hamlesi değilse geç de gelse bu hassasiyet önemli yine de.

Olayın yukarıda özetlediğim kısmı artık herkes tarafından biliniyor. Ben bu ve buna benzer olayların bilinmeyen ya da bilinmezden gelinen bir başka yönüne değinmek istiyorum. Olayın başlangıcının nikahla ilişkilendirildiği düşünüldüğünde bu kim ve kimlerin tanıklığı ile gerçekleştirmiştir. Ben bunlara “GİZLİ ÖZNE” diyorum. Bu kadar toz duman içinde bu figüranlardan hiç söz edilmemesi çok şaşırtıcı geldi bana. Mesela elindeki kılıcı ile hutbeye çıkan Diyanet İşleri Başkanımızın “Bu konuda başkanlığımızda görevli hiçbir imamın dahili yoktur” ya da “Bu konuda ihmali görülenler ile ilgili adli ve idari işlemler başlatılmıştır” gibi bir beyanlarını duymadık.

Devamı için tıklayın “GİZLİ ÖZNELER YA DA DİĞER FAİLLER”

BAD-EL HARAB-ÜL BASRA

Arapça bir deyim olan yazının başlığının tam tercümesi “Basra harap olduktan sonra” şeklindedir. Bu deyimin Moğolların Basra’yı yakıp yıktıktan sonra kendisine akıl danışılması üzerine bir alim tarafından söylendiği rivayet edilmektedir. Bu deyimin ortaya çıkışı ile ilgili başka hikayeler de mevcuttur. Yazımı uzun tutmamak için bunlardan bahsetmeyeceğim. Meraklı olanlar Google amcayı ziyaret ederek öğrenebilirler. Halk arasında daha çok “İş işten geçtikten sonra” anlamında kullanıldığını biliyoruz. Ülkemizde de hem dış politikada hem iç politikada bize bu deyimi hatırlatacak ilginç olaylara tanık olmaktayız.

En son Sayın Cumhurbaşkanımızın yıllardır her ortamda ve zeminde kendisi ile ilgili -tabii olumsuz anlamda- söylenmedik söz bırakmadığı, bu şahısla asla aynı masaya oturmayacağını cümle aleme ilan ettiği Mısır Devlet Başkanı Sisi ile el sıkışarak samimi bir poz vermesi, ayrıca nerdeyse kanlı bıçaklı olduğumuz Suriye başkanı Esad ile görüşmeye yeşil ışık yakması, bana yukarıdaki paragrafta açıklamasını yaptığım deyimi hatırlattı. Cumhuriyetin yurtta barış, dünyada barış, komşuların iç işlerine karışmama, milli çıkarları önceleme gibi geleneksel anlayışlarından monşer politikası diyerek uzaklaşmanın bir faturası belki yaşananlar.

Devamı için tıklayın “BAD-EL HARAB-ÜL BASRA”