2011 YILININ SON DARBESİ

2011 yılının son ayının son çeyreğine yaklaştığımız günlerde kamuoyunu en çok meşgul eden konu Fransız parlementosundaki Ermeni soykırımının inkarını suç sayan yasa ile ilgili görüşmelerdi. Biz yapmadık etmedik bizim tarihimizde böyle bir şey yok diye yırtınırken elin parlamentosu “Biz sizin yaptığını biliyoruz,bundan eminiz de şimdi de itiraz edenin icabına bakacağız” dercesine aklına koyduğunu yapmaya çalışıyordu. Tabi bu durumda ben de her  Türk vatandaşı gibi kendimi son derece  mutsuz, çaresiz ve aşağılanmış hissediyordum. Bunu bitmekte olan 2011 yılının yüreğimize inen son bir darbesi olarak hissediyorken hemen aynı günlerde TBMM de milletvekilleri ve emekli olan milletvekillerinin maaşlarına kıyaktan öte kaymaklı bir maaş zammı yapan yasanın el çabukluğu ile, kaşla göz arasında  birkaç saat içinde kabul ediliverişinin yarattığı darbe bende Fransa’nınkinden daha ağır oldu. Olayın zamanlaması, yöntemi ve içeriği “Yok artık bu kadarı da olmaz” dedirtecek türdendi. Ben elbette milletvekillerinin asgari ücretle görev yapmasını beklemiyorum. Bana her ne kadar bir çorbalarını içmek nasip olmadı ise de kendilerinin yüzlerce ziyaretçi ağırlamak ve çağrılan her düğüne altın ile gitmek gibi bir geniş yelpazede harcama yaptığını düşünerek görevlerini yürütmeleri için makul bir ücrete hiç kimsenin elbette itirazı olmaz. Ancak hasbelkader birkaç yıl milletvekilliği görevinde bulunulmuş olmasının o kişiye ömür boyu yüksek maaş ve sayısız imtiyazlar sağlamasının mantığını bir türlü anlayamıyorum. Bu durumda ben de muhakkak birşeyler yazmak birşeyler söylemek ihtiyacını duydum. Ama kime ne söylemeliydim benim sesim bu blogumda nerelere kadar ulaşabilirdi ki? Ama yine de yukarıdan aşağıya söylenmesi gerekenlere bir çift laf etmezsek vatandaşlık görevini yapmamış oluruz diye düşündüm.

Şayet ulaşabilseydim ilk sözüm sayın Cumhurbaşkanına olurdu. Malum Cumhurbaşkanımız, Başbakanımızın; simitçisinden balıkçısına, marangozundan küçük esnafına, günlerce hatta haftalarca yaptığını söylediği istişare sonucu “Cumhurbaşkanı olarak kardeşim Abdullah beyi uygun gördüm” demesiyle seçilmişti. Eğer o sırada  bir başka isim telaffuz edilmiş olsaydı muhtemeldir ki o kişiyi karşımızda cumhurbaşlanı olarak görecektik. Neyse bu şekilde başlayan süreç bir kaç ufak tefek yol kazasından sonra Çankayada son buldu. Tabi belki  bu gönül bağı yüzünden de hükümetin çıkardığı neredeyse tüm yasalar aynen imzalanarak yürürürlüğe girdi. Belki de buna uyum ve işbirliği içinde çalışma da diyebiliriz! Bu süreç  yine toplum vicdanında pek yer bulamayan şike yasasına kadar devam etti. Cumhurbaşkanı her ne  kadar Anayaasa Mahkemesine götürmek gibi bu işin de pek sonunu getiremedi ise de en azından o makamın her yasanın transit olarak imzalandığı bir yer olmadığını sade vatandaşa hatırlatmış oldu. Asgari ücret 20 lira mı, 30 liramı artsın? Çalışanlara, emeklilere  yüzde üç mü yüzde beş mi zam yapılsın tartışmalarının yapıldığı bu günlerde milletvekili emeklilerine  yüzde yüze varan zam yapılmasını sağlayan bu yasa önüne geldiğinde kendisini bir anlığına da olsa  sade bir vatandaşın yerine koyarak yapması gerekeni yapacağına inanmak istiyorum. Benim yolum ne Çankaya’ya ne de Kayseri’ye uğrar. O yüzden bu dünyada belki karşılaşıp hesabını sormasam bile öteki dünyada iki elim cumhurbaşkanının yakasındadır bu böyle biline.

Sayın Başbakanımız iktidara geldiği 2000 li yılların başında “Milletvekilleri artık lojmanlarda oturmayacak” çıkışı ile  vekillerle asılları artık buluşuyor ve içiçe yaşayacak diye sevinmiştik. Komşumuz kiracımız olarak yaşayacaklar ve içimizden biri gibi onlara “Günaydın” diyebileceğimizi düşünmüştük. Fakat giderek eskisinden daha imtiyazlı duruma gelmeye başladıklarında ise ne yalan söyleyelim hayal kırıklığına uğradık. Şu anda sözünü ettiğimiz yasal düzenleme ile milletvekili emekli aylığının 8-10 bin liraya çıkarılmasında şüphesiz iktidar partisinin katkısı çok büyük. Herkes biliyor ki iktidarın istediği yasa çıkar istemediği yasa çıkmaz. İşin daha da gerçeği Başbakanın istediği yasa çıkar istemediği yasa çıkmaz da diyebiliriz buna. Herkes bilir ki başbakanın izni olmadan milletvekillerimiz parmaklarını bile oynatmazlar. Sosyal güvenlik sisteminin durumu belli iken, hangi ilacın iskontosunu indirelim, hangisinden fark alalım arayışı sürerken, emekliden neresinden üçbeş kuruş kırpalım gayretleri yoğunlaşırken, ayrıca  sayın Başbakan sade bir emeklinin maaaşını ve buna yapılacak komik  zam oranını biliyorken bu yasaya onay vermenizi anlayabilmiş değilim. Sizinle de herhalde bu dünyada bir hesaplaşmamız ve helalleşmemiz mümkün gözükmüyor  yarın öbür gün hak vaki olduğunda ve sorulduğunda “İyi biliriz, helal olsun” diyenler arasında yer alıp almayacağımdan emin değilim ama öteki dünyada iki elim sizin de  yakanızda olacak bunu bilmiş olun diyorum.

Birde iktidarın ileri gelenleri var Bülent Arınç gibi, Cemil Çiçek gibi. Bu yasayı savunurken adeta özürleri kabahatlerinden büyük oluyor. “Milletvekili maaşlarında Avrupa Birliği ve diğer Demokratik Ülkeler düzeyi esas alınıyor” demiyorlar mı çileden çıkmamak, çıldırmamak mümkün değil. Hani “Biz bir kere seçildik.kendi kesemizi dolduracağız. Hazır elimizde yetki de varken bunun sefasını ömür boyu sürmek isteriz” deseler yine yüreğimiz yaralanır ama en azından açıksözlü bunlar diyerek teselli bulurduk. Ama bunu söylerken en sade vatandaşın  “ Bre ey gafil vekilim asgari ücrette, kişi başına düşen milli gelirde,diğer emekli aylıklarında emsal gösterdiğin ülkelere ulaştık mı ki miletvekili maaşlarını ve emeklisi maaşlarında onları emsal alıyoruz. Oralarda resmi araba saltanatının olmadığını, işine toplu taşıma araçları ve bisikletle giden milletvekilleri ve bakanlar da varolduğunu düşünerek kıyaslamanızı onlarla niye yapmıyorsunuz” deyiverse ne cevap vereceklerini çok merak ediyorum. Yoksa nasılsa bu milletin  hafızası zayıftır, birkaç gün söylenir, öfkelenir  sonra da unutur diye mi düşünülüyor. Ya da sizler  içinden çıktığınız bir şekilde temsil ettiğiniz halkın arasına hiç dönmeyecek ve onlarla hiç karşılaşmayacağınızı mı düşünüyorsunuz? Ya da emekli milletvekillerinin ayrı bir şehri ve mahallesi var da bizim  mi haberimiz olmadı..Neyse iki elim sizin de yakanızdadır haberiniz olsun.

“Biz yoktuk,biz yapmadık” kolaycılığına ve kurnazlığına kaçan muhaliflere de birkaç cümle ile seslenmek zorunda hissediyorum kendimi. Biraz mahcup, biraz utangaç gibi de olsa bu işte sizinde bal gibi desteğiniz var. Sureti haktan görünüp “Kim imzalamış, disiplin kuruluna verilecek” gibi çıkışların ne yazık ki hiçbir inandırıcılığı yok. Yoksa eğer omurgalı bir muhalefet olsa bu yasa hiç bu kadar kolay çıkabilir miydi? Önergelerle, söz almalarla Meclisi dar edebilirlerdi. Her fırsatta çıkıp her konuda polemiğin parçası olan Kamer Genç bile isteseydi tek başına yapacağını yapardı. Dedik ya tuz da kokmaya başlayınca ne yapılır ki? Evet sizlerin de yarın yevmi kıyamette elim yakanızda olacak ona göre.

Sıra şimdi büyük şair Nazım’ın  “Akrep gibisin” diye başlayıp “ Kabahat senin –demeğe de dilim varmıyor amma- kabahatın çoğu senin canım kardeşim” diye biten şiirinde bahsettiği değerli yurttaşımıza ve seçmenimize sıra geldi. Bütün bu manzara senin gözlerinin önünde cereyan ediyor. Bunları biz seçtik. Daha doğrusu Genel Başkanları seçti bizler de onayladık. Yarın tekrar onaylanmak üzere geldiklerinde onlara “Maaşlarınızı niye Avrupa’ya, Cumhurbaşkanı maaşına endeksliyorsunuz da asgari ücrete endekslemiyorsunuz?” Sorusunu lisan-ı münasiple sormayacak mısın? Yoksa hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi adeta mağrur biçimde gösterilen yere mühürünü yine basacak mısın? Eğer bunun hesabını sormazsan ellerim senin de yakandadır bunu bilmiş ol.

KISA BİR İZNİK GEZİSİ

Armutlu tatil köyünde geçirdiğimiz iki haftalık süre içinde İznik’e bir gezi düzenlendiğini öğrenince bu fırsatı bir daha belki bulamayacağımız düşüncesi ile katılmaya karar verdik. Aracımız tatil köyünden hareketle Armutlu’dan geçerek Gemlik’e 4-5 kilometre uzaklıktaki Umurbey köyünde mola verdi. Burada Türkiyenin 3.cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Anıt mezarı, müzesi ve kütüphaneden oluşan kompleksi ziyaret ettik. Müzede  Cumhurbaşkanı Celal Bayarın görev yaptığı sırada kendisine hediye edilen eşyalar,yazdığı kitaplar ve kişisel eşyaları ile dönemine  ışık tutacak resim ve belgeleri görme imkanı bulduk.

Umurbeyden İznik’e geldiğimizde saat 12.00 ye gelmişti. İznik şehri daha önce gördüğümüz Gemlik’in dörtte biri büyüklükte olmasına karşın bize daha naturel ve sıcak bir yer gibi geldi. Belkide sahilde olmamamasının getirdiği dezavantaj etkisi ile çok katlı binaların istilasına henüz uğramamıştı . İznik’i gezdikçe tur rehberimiz olan delikanlının her cümleye başladığında sanırım Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarını kast ederek “Dört imparatorluğa/medeniyete başkentlik yapmış güzel İznikimiz…” cümlesinin abartma olmadığını da fatketmeye başlamıştık. Gerçekten nereye baksanız farklı bir tarihin izini görüyorsunuz. Öğle yemeğine kadar olan süre içinde önce  1388 yılında 1.Murat tarafından yaptırılan ve 1965 yılından beri Müze olarak hizmet veren Nilüfer Hatun İmaretini gezdik. Butik Müze olarak tanımlayabileceğimiz bu yapıda İznikte çeşitli tarihlerde yapılan kazılarda elde edilen eserlerin sergilendiğini gördük. Müzenin hemen karşısında Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından 1379-1391 tarihleri arasında yaptırılan ve İznikin en görkemli camisi olarak kabul edilen Yeşil cami bulunuyor. Müzenin bitişiğindeki Şeyh Kutbiddinzade Mehmet İzniki Camisi de bu butünlüğü tamamlayan tarihi bir figür olarak kabul edilebilir.

İznik’in bir başka caddesi üzerinde  ilerlerken 1442 yılında  Çandarlı Halil Paşanın torunları tarafından yaptırılan ve hat sanatının önemli örneklerini içinde barındıran Mahmut Çelebi camiini sağımızda bırakıp ilerlerken 4.yüzyıl ve 15-17 yüzyıldan kalan çini-seramik atölyeleri ve fırınlarının bulunduğu kazı yerine ulaşıyoruz. Buradan sonra yolumuza devam edince 1332 yılında Süleyman Şah tarafından yaptırılan Süleymanpaşa Medresesine ulaşıyoruz. Gerekli onarımlar yapılarak burasının çiniciler çarşısı olarak hizmet verdiğine tanık oluyoruz. 1331 yılında Orhan gazi tarafından camiye çevrilen  Ayasofya kilisesiin geçmişinin de 4.yüzyıla dayandığını öğrendik. Bir yandan kendimizi son derece hoşgörülü olarak tanıtırken diğer yandan  zaptedilen yerlerdeki kilisenin yanına birer minare dikerek camiye çevrilmesini hangi mantıkla açıklamak gerektiğini düşünürken oradan ayrılıyoruz.

Yaya olarak bir süre gezdikten sonra 2.yüzyılda yaptırılan ve 15.000 seyirci kapasiteli Roma tiyatrosunun 1980 yılından beri devam eden kazı çalışmalarına  kısa süreliğine de olsa bir göz attık. Çeşitli uygarlıklar tarafından yaptırılan Lefke kapısı,İstanbul kapısı gibi kapıları olan sur kalıntıları arasından geçerek şehrin en yüksek yerinde yer alan Abdülvahap Sancaktari türbesine ulaştığımızda artık hava da kararmaya başlamıştı. 8.yüzyılda İslam ordularının İznik’i kuşatması sırasında büyük yararlılıklar gösterdiği için anısına yapılan ve bayraklı türbe olarak da anılan  türbenin şehrin panoramik görüntüsü için en uygun yer olarak seçildiğini düşündük.

Gezi kafilemiz öğle yemeğini İznik’in son derece nezih mekanlarından köfteci Yusuf’ta yedi. Şekil olarak biraz oval ve yassı biçimde olan köftelerin lezzet bakımından da bizden iyi not aldığını söyleyebilirim. Bizim gezimiz gündüzlerin kısa olduğu mevsime rastladığı için ister istemez  biraz aceleye geldi. Ama vaktiniz olduğunda sizlerin şehri daha enikonu gezmenizi öneririm. Özellikle  yüzlerce sayıdaki çini dükkan ve atölyelerini gezmek için bile sadece bir gün ayırmaya değer.

ARMUTLU VE GEMLİK

Armutlu sırasıyle köy,belde ve ilçe olma çizgisini işlemiş. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse plansız yapılaşması, en olmadık yerde ve biçimde dikiliveren 7-8 katlı binaları ile  ne şehir olabilmiş nede köy kalabilmiş. Marmaranın en güzel kıyısında kararsız bir yerleşim yeri olarak kaderinin çizilmesini mahzun bir biçimde izliyor. Tatil köyüne 3-4 kilometre uzaklıktaki bu yerleşim yerine birkaç kez yürüyerek gidip geldik. Buraya gelmişken uzunca bir zamandan beri burada yazlığı olan ve İstanbul’daki apartmanımızdan kapı komşumuz  Mehmet ağbi ve Nazmiye hanımlara da uğramamazlık edemezdik. Evlerine gittiğimizde hava da çok güzeldi. Bahçelerinde sayısız ağaç ve çiçekler arasında bize yedirdikleri öğle yemeği için burada tekrar teşekkür etmeliyim..

Bu arada Armutluda en az üç kez uğradığımız “Eşgel” balıkçısından da bahsetmeden geçemeyeceğim. Bunu söyleyince sakın aklınıza şu kadar yıldızlı lüks ve konforlu bir yer  gelmesin. Kasabanın dar ve plansız sokaklarınından birinin köşesinde pazaryerine yakın bir yerde birkaç derme çatma iskemle ve masadan oluşan yani dışardan baktığınızda pek albenisi de olmayan bir yer. Masaların etrafındaki kedi ve köpeklerin sayısının her zaman müşterilerden daha fazla oldunu söylersem umarım burasını gözünüzde daha iyi canlandırır sınız. Bizim Muratlıdaki köfteci Yakup gibi biraz salaş bir görüntü olmasına rağmen salata eşliğinde yediğimiz istavrit, hamsi, çinekop, sardalyaların lezzetini hala damağımızda hissettiğimizi söyleyebilirim. Fiyatlar da çok makul olduğu için yolunuz düşerse uğramanızı öneririm.

Bu arada adını çok duymakla  birlikte görme imkanı bulamadığımız Gemlik’i de görmek istedik.Tatil köyünden belli saatlerde kalkan minübüsler Armutlu’ya da uğrayarak yaklaşık 40 kilometrelik mesafeyi yolların biraz virajlı olması sebebiyle bir saatte alıyor. Ama buda bize etrafı daha iyi görme ve izleme açısından zaman kazandırıyor.

“Gemlik’e doğru denizi göreceksin,sakın şaşırma…” Orhan Veli’nin bu dizesi karşılıyor şehir girişinde insanları. Bu Gemlik ile bütünleşmiş ve aynı zamanda insanları görsel sürprizlere hazırlıklı olmasını öğütleyen bir tavsiye saylır bir yerde. Ünlü şairin bu dizeleri söylediği zaman Gemlik bu halde miydi? Ya da bu halini görse ne söylerdi bunu bilemiyoruz ama şurası bir gerçek ki körfezin etrafındaki zevksiz yapılaşma bizdeki daha fazla yeşil daha fazla mavi arzusuyla  pek uyuşmadığını söyleyebilirim. Hele sahildeki otel ve birkaç çay bahçesinin güzelim sahil kordonunun bütünlüğünü nasıl bozduğundan, bu hengame içinde sahildeki adeta kaybolmuş Atatürk büstünden bahsetmek bile istemiyorum.

Gemlik’te öğle yemeğini yine bir balıkçıda yedik. Ama burada daha önce bahsettiğim Eşgel balıkçısının lezzetini bulamadım.Daha sonra Öğretmenevinde bir çay ardından sahildeki kafelerin birinde bir türlü yanımızdan ayrılmayan beyaz bir kedi yavrusunun refakatinde  kahvelerimizi içtikten sonra Gemlik gezimizi sonlandırdık.

ARMUTLU’DA İKİ HAFTA

Armutlu tatil köyünde 17 Kasım ile 1 Aralık tarihleri arasındaki devre mülklerine bu yıl gelemeyeceklerini belirten kayınbiraderimin bu milli görevi bize yüklemesi üzerine belirtilen tarihleri bu coğrafya parçasında geçirmeye karar verdik. Gelişmenin ve kalkınmanın, ilçeleri il, köy ve beldeleri de ilçe yapmak kurnazlığına burada da  tanık olduk. Armutlu Yalova iline bağlı taze bir ilçe. Düzenli olarak yapılan deniz otobüsü seferleri burasını İstanbullular için gözde bir tatil ve dinlenme seçeneği haline getirmiş diyebiliriz. Biz de bu tarifeli seferleri kullanarak 18 Kasım Cuma günü Yenikapı’dan bir saatten biraz fazla deniz yolculuğu yaparak tatil köyündeki yerimize ulaştık.

Bizim konakladığımız tatil köyü Armutlu ilçesine 3-5 kilometre uzaklıkta bir mekan. 300 dönümlük bir alanda 11 blok ve farklı büyüklüklerdeki yaklaşık 1700 daireden oluştuğunu öğrendik. 2004 de faaliyete geçen bu tesislerde 37.000 den fazla devre mülk ve günlük 9000 kişilik konaklayabilme kapasitesi bulunduğu gözönüne alınırsa tesisin büyüklüğü hakkında bir fikir sahibi olununabilir Ayrca tatil köyü bünyesinde aklınıza gelebilecek çeşitli alışveriş merkezleri yüzme havuzları,kaplıca havuzları,çeşitli oyun ve eğlence mekanları da unutulmamış. Burasını yılın tüm mevsimlerinde cazip kılan en önemli unsur tedavi edici özelliği olan kaplıca suyunun tüm dairelerin küvetlerine kadar ulaştıtrılmış olması.Yaz mevsimine isabet eden devrelerin kaplıca suyunun yanında denizden de istifade etme şansları var. Bu yüzden de o aylara rastlayan devrelerin fiyatları da diğer aylara göre bir kaç kat fazla oluyor.

Tatil geçirilen dairelerin donanımından memnun kaldığımızı söyleyebiliriz. Yılın her mevsiminde ortalama günlük 4-5 bin kişinin hizmet aldığı bu tesislerde  mutfak tezgahının tahtadan yapılmış olmasını doğrusu pek anlayamadım. Çimento,fayans,mermer,mermerit v.b maddelerden yapılan mutfak tezgahı görmüştüm ama tahtadan yapılabileceğini hiç düşünememiştim. Bir de karşı duvara yazdıkları”Tezgahı ıslatmayın sıcak tencere ve çaydanlık koymayın” uyarısı da son derece garibime gitti doğrusu.Yani “Havuza girebilirsiniz ama kendinizi ıslatmayın” gibi birşey yani.

Biz burada geçirdiğimiz iki hafta boyunca günde iki kez onar dakikalık sürelerde banyodaki kaplıca suyundan şifa olur niyeti ile yararlandık. İstanbul’dan gelirken getirdiğimiz kitapları bol bol okuduk. Müessesede her dairede oluşturulan minik bir kitaplıkta Kuran-ı Kerim ile birlikte Faideli bilgiler, Eshab-ı Kiram, Mektubat, Saadet-i Ebediyye, Menakıb-i Çihar Yar-İ Güzin, Şevahid-ün Nübüvve, v.b eserlerin mevcut olduğunu,ayrıca “Kuran-ı Kerim dışındaki kitapları alabilirsiniz” şeklindeki açıklamayı okuyunca bu cömertlik ve ticarette damardan girmenin kerameti  konusunda bir hayli düşündük.

BİR AVUÇ EMEKTAR/EMEKLİ

Armutluda iki haftalık bir dinlenme süreci yaşarken Zilfer Dizman arkadaşımın 25 Kasımdaki buluşma organizasyonundan haberdar olunca heyecanla o günün gelmesini beklemeye başladım. “Ne olur ne olmaz”diyerek deniz otobüsü biletimizi de birkaç gün önceden almıştık. Beklenen gün gelip de hareket için iskeleye geldiğimizde hava muhalefeti nedeniyle seferin iptal edildiğini öğrenince hem şaşırdık hem de üzüldük. Ama bir kere niyetine girmiştik muhakkak bir yolu olmalı diyerek yolu biraz uzatmak pahasına da olsa  Yalova üzerinden feribota ulaşıp İstanbul ile kendimizi buluşturduk. Yani bir saat yerine 4-5 saatlik bir yolculuk yapmak zorunda kaldık.

Akşamın ilerleyen saatlerinde geçen yıl olduğu gibi Avcılar öğretmenevine geldiğimde birçok emekli ve emektar arkadaşımın salonda yerini almış olduğunu gördüm. Ben de uygun bir yere konuşlandım. Öğretmenler günü nedeni ile sağımızdaki ve solumuzdaki masalar, kadınlı erkekli ve yaşları bizlere göre hayli genç olan öğretmen grupları tarafından dolmaya başlamıştı. Ben  o masalara bir baktım. Gerçekten her rengi ayrıca da gençliği içinde barındıran bir bahar havası esintisi vardı. Sonra bizim masaya bir baktım biraz daha gri ve ak saçlılarla yok saçlıların ağırlıkta olduğu bir sonbahar,bir hazan  manzarası gözlemledim. Ama şükür ki gamlı hazan değil, mutlu ve neşeli bir hazan vardı gecenin atmosferinde. Etraftaki masalarda oturanların kafasından ”Bunların burada ne işi var?” gibi bir duşünce bile geçmiştir belki. Ama bize bakarak geleceklerini görmelerini sağlamış oluruz diye kendimi avuttum.

Gece iyi geçti. Mail adresleri, telefon numaraları alındı verildi. Peçetelere yazılan istek şarkılarına eşlik edildi. Cesaretleri ve yetenekleri olanlar pistte kurtlarını döktü. Gecenin ilerleyen saatlerinde Turan Çukurluöz arkadaşımızın memleketinden getirdiği leblebi ve fıstık karışımının lezzetine baktık.Vakitlice gelip vakitlice gitmenin de bir erdem olduğunu düşünerek,biraz da meydanı gençlere bırakmak adına mutlu bir geceyi arkamızda bırakarak mekandan ayrıldık.

Avcılar öğretmenevine giderken metrobüsü kullanmıştım .Dönüşte ise Nazım Akyıldız arkadaşım arabası ile beni evime kadar bıraktı. Yolculuk süresince bir taraftan hem Nazım, hem de araçtaki diğer emektar arkadışımız Ahmet Doğanay ile laflarken bir yandan da giderek yaşlandığımız ve yalnızlaştığımız düşüncesine kapıldım. Bizi önceleri yüzlerce kişi uğurlamıştı. Daha sonra geçen yılki organizasyonda bu sayı 25-30 lara, bu yıl da 15 lere düşmüştü. Gelecek yıl her halde buluşmalar tek basamaklı sayılarla ifade edilecek diye düşündüm. Daha sonra da yalnızlığın ve yaşlılığın gerçek  yüzü ile tanışmaya sıra gelecek  şeklinde bir düşünce kapladı benliğimi.