SAMİMİYET TESTİ

Fıkralar birçok olayı insanlara mizahi biçimde en açık biçimde anlatıverir. Bu yazıma da çok eskiden duyduğum bir fıkrayı aklımda kaldığı kadarı ile yazıya dökerek başlamak istiyorum

İkinci dünya savaşı sırasında Nazilerin elinde İngiliz, Fransız ve Yahudi vatandaşı üç esir vardır. Esirler hakkında zaten karar verilmiş olmakla birlikte bunu meşrulaştırma adına  yetkili durumdaki nazi komutanı esirlere: “Biz son derece adil ve eşitlikçi bir anlayışa sahibiz. Hiç kimseyi sorgulamadan, yargılamadan cezalandırmayız” diyerek onlara bir şans vereceğini söyler. Her esire kendilerine sorulan bir soruyu cevaplamaları halinde salıverilecekleri, cevaplayamayanın ise cezalandırılacağı bildirilir.

Önce İngiliz esire:”Devrinin en büyük ve lüks yolcu gemisi kabul edilen, ilk seferinde  Atlas okyanusunda bir buz dağına çarparak parçalanan adı da Ti.. ile başlayıp ..nik ile biten yolcu gemisinin adını nedir?” diye bir soru yöneltilir. İngiliz esir de “Titanik” cevabını verince özgürlüğüne kavuşur. Daha sonra Fransız esire de “Titanik gemisin 1911 sonrası ve 1913 öncesine rastlayan batış tarihini söyleyebilir misin?” sorusunu yöneltir. Fransız esir de “1912” cevabını vererek kurtulur. Sıra Yahudi esire gelince: “Sende 1912 de batan Titanik gemisindeki yolcuları doğum tarihleri ile birlikte alfabetik sıraya göre sayabilir misin?” şeklinde bir soru yöneltilir.

Ne kadar ilgisi var bilemiyorum ama ben bu fıkrayı geçtiğimiz günlerde Sayın Başbakanımızın gazeticilerle yaptığı bir söyleşi sırasında: “’İlker paşamızla alakalı olarak ben yapılan benzetmeleri ve yakıştırmaları asla doğru bulmuyorum. Yani bir örgüt elemanıymış, bir örgütün mensubuymuş gibi bu tür yaklaşımları kesinlikle çok çok çirkin buluyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Genelkurmay Başkanlığı makamına gelmiş bir insan için bu tür bir benzetmenin doğru olmadığını ve insaf dışı olduğunu kesinlikle düşünüyorum.” biçimindeki değerlendirmelerini duyunca hatırladım.

Elbette ki Sayın Başbakanımızın Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile ilgili değerlendirmeleri son derece samimidir. Aynı duyguları bürokraside kendisi ile benzer ilişkileri içinde olan MİT Müsteşarının savcılığa daveti sırasında da muhakkak yaşamıştır. Fark şurada ki akabinde “Beni de alın” diyerek göğsünü siper edercesine ve adeta zamanla yarışarak “Benden izinsiz yargılayamazsınız” anlamına gelecek bir yasal düzenleme gerçekleşmişti. Aynı durumda ve aynı duygularla, aynı yöntem ve süratle İlker Başbuğ için de bir yasal düzenleme yapılsaydı beyanlar daha adil, daha eşitlikçi, daha inandırıcı ve samimi olmuş olurdu. Yoksa siz istediğiniz kadar yanlışlıkların, haksızlıkların yapıldığını beyan edin, hatta samimi gözyaşlarınızı akıtın,bunların ıstırap,sevinç,timsah gibi çeşitlendirilen gözyaşlarından hangisi olduğu kuşkusu hep var olacaktır.

2012 LONDRA OLİMPİYATLARININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Rekorlar ile ilgili  konular basında yer alırken durumu mizahi yönden değerlendiren bazı yayın organlarında Yaşar Kemal’in en çok nobele aday gösterilen yazar olarak adı geçiyordu. Bu yazarımız değil ama sonunda Orhan Pamuk’un nobel ödülünü almayı başardığını hepimiz hatırlıyoruz. Edebi hüneri yanında zaman zaman ülkesi ile ilgili takındığı negatif değerlendirmelerin bu ödülü almasında bir etkisi olup olmadığı ise birçokları için hala merak konusu olmaya devam ediyor.

Ülkemizin de çeşitli olimpiyat oyunları düzenlemek için en çok talip olan ülke olarak  rekorlar kitabında adı geçecek gibi görünüyor. Zamanı geldiğinde yazılı ve görsel medyada “En avantajlı ülke, şansımız çok yüksek” şeklinde gaz verilse de  sonuçlarının hüsran olduğunu hepimiz biliyoruz. Londra’da düzenlenen 2012 olimpiyatlarını izlemek üzere giden başbakanımız konu gündeme geldiğinde 2020 olimpiyat oyunları için İstanbul’un her şeyi ile hazır olduğundan bahisle; “İstanbul medeniyetlerin beşiği. Şimdiye kadar olimpiyatlar Müslüman hiçbir ülkede yapılmadı. Olimpiyat için Müslüman ülkelerin neyi eksik…” diyerek bir yerde sekiz sene sonrası için bu talebi yenilemiş oldu. Gerçi  olimpiyat düzenlenmesi ile din arasında  nasıl bir bağ olduğunu pek anlayamadım ama yine de Sayın Başbakanımızın bu isteğinin son derece samimi ve yürekten olduğuna inanıyorum. Tabi ben bazı durumları değerlendirirken anlık görüntünün dışına çıkarak daha derinliğine bir değerlendirme yapmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Başbakanımızın bu talebi o günlerde İngiliz basınında da yer buldu. Ülkenin önde gelen gazetelerinden The Times konu ile ilgili olarak bu konuda İstanbul’un başarılı olması için öncelikle trafik sorununun mutlaka çözülmesi gerektiğini, ayrıca da futbol dışındaki spor alanlarında da varlık gösterilmesi gerektiğine işaret ediyordu.

Anlaşıldığı kadarı ile bu oyunlara talip olacak şehrin ya da ülkenin alt yapısı ile insanlarının spora yatkınlığı ve yakınlığı önemseniyor. Bir an için trafik başta olamak üzere diğer tüm alt yapı çalışmalarının tamamlamış olduğu düşünülse  bile  yabancı oyuncu ve teknik adamlarının desteği ile sadece futbol gibi erkek egemen sporun dışındaki spor dallarındaki durumumuz gerçekten son derece hazin olduğunu kabullenmemiz gerekir. Bu yetersizliği hem spor alanların çeşitliğinde  hem de niteliksel ve niceliksel olarak ülkenin yarı nüfusunu teşkil eden kadınlarımızın da bu müsabakalardaki durumunda da görmek mümkün.

Son yıllarda “Filenin sultanları, Potanın perileri” gibi iltifatları fazlası ile hak eden bayanlarımızın başarılarını ve bize yaşattığı mutluluğu elbette ki görmezden  gelemeyiz. Bu sporcularımızı ağırlayan ve bizzat karşılaşmalarını izleyen Sayın Başbakanımız ve ailesinin de mululuklarını gözlerinden okumak mümkün. Böylesi bir ortamda her ülkenin yöneticisi kendi ülkesini temsil eden sporcularla gurur duyar, her ana baba da  imkanların elverdiği ölçüde çocuklarını bu fotoğraf karesi içinde görmek ister diye düşünüyorum. Ancak tam da bu noktada başbakanımızın kafasının biraz karışık olabileceğini de tahmin edebiliyorum. Ülkenin yöneticisi olarak da bu müsabakalarda ülkeyi en iyi biçimde temsil edecek yeteneklerin tespiti

ve yetiştirilmesine yönelik tabi ki en başta eğitim politikalarının geliştirilmesi sorumluluğu da hesaba katılırsa durumun biraz daha karmaşık hale gelmesine şaşırmamak gerekir.

Spor başarılarından çok magazin haberlerinden tanıdığımız Olimpiyatlara altıncı kez katılan milli yüzücümüz Derya Büyükuncu’un 35 kişi yarışmacı arasından 33. lüğü elde edişinin burukluğunu yaşarken, 16 yaşındaki Çin’li kadın yüzücü Ye Shiwen 400 metre ferdi karışık müsabakada son 50 metreyi Amerikalı en hızlı erkek yüzücü olarak kabul edilen Ryan Lochte’den bile hızlı yüzmesi herkesi şaşırttı. Tabi ister istemez bu durumda “Eğitim şart” biçimindeki klasik cümleyi kurmak artık farz oldu.

Eğitim şart. Eğitim şart da hangi ve nasıl bir eğitim. İşte cevabını bulamadığımız ve cevabını veremediğimiz soru ve sorun da tam işte bu. Aylar önce “4+4+4” olarak  pompalanan eğitim yapılanması yasalaştırılırken ülkemiz sporcularını, özellikle bayan sporcularını bu küresel rekabete nasıl hazırlayacağı acaba düşünülmüş müdür? Yasanın uygulamaya girmesi ile birlikte değişenin sadece yüzde üçyüz ve beşyüzlere varan oranda  açılan imam hatip okulları olduğunu görünce doğal olarak bu gayretin dindar nesil yetiştirme projesinden başka bir şey olmadığı kuşkusu güçlenmiş oldu. Yani bu yapılanmadan çağdaş bir ürün çıkar mı? Bu biraz da Tahran için bilet alıp Paris’e ulaşmayı beklemek gibi bir şey. Tabi bu tespit karşısında bir çok kişinin hemen” Vay seni  din düşmanı, herkesin dinini öğrenmesine ve inandığı gibi yaşamasına karşı mısın?” gibi linç cümleleri bombardımanına hazırlandığının da farkındayım. Elbetteki ben ne din düşmanıyım, ne de insanların inançlarını öğrenmelerine ve yaşamalarına karşıyım. Ben sadece bunun insanları ve kurumları ayrıştırarak gerçekleştirilmesinin doğru olmadığını söylüyorum.

Konu olimpiyatlardan, özellikle de olimpiyatlara katılan bayan sporculardan açılmışken bir çok müslüman ülkenin oyunlara bayan sporcu ile katılınması mecburiyetinden dolayı formalite gereği birkaç bayan sporcu ile katılmak durumunda kaldığını biliyoruz. Halkı müslüman olan ülkeler içinde ülkemizde bayan sporcuların bu denli öne çıkmasının temelinde cumhuriyetimizin kazanımları arasında sayılabilir. Galiba bazı ülkeler  insanları örtmeye özendirirken onların hayallerini, yeteneklerini, özlemlerini,  heyecanlarını da örtmüş olduğunu çok geç fark ediyor.