Her iki dedem ile babaanne ve anneannelerin yaşlanmalarına tanık olma bahtiyarlığına erişen ender insanlardan görüyorum kendimi. Baba tarafından olan dedemi (Mehmet Mola) Hoca dayı, Mehmet Hoca diye çağrılırdı. Diğer dedeme (Hüseyin Geçgel) biz -hac görevini yerine getirdiği için- Hacı Dede derdik. Hacı Dede yanında Molla İsiiiiin (Molla Hüseyin) de olarak da biliniyor. Lakaplarından da anlaşılacağı gibi her ikisinin de dini yönü oldukça güçlü olmalarından dolayı mahalle ve köy camilerinde imamlık yapmışlardı. Tabii o zamanlar şimdiki gibi sayısı yüzbinleri aşan maaşlı memur/imam kadrosu yoktu. İmamın hakkı köylü ve mahalleli tarafından ödeniyordu. Köylerde bu hak, harman sonu hane başına 2-3 teneke buğday biçiminde oluyordu. Maaş ve emeklilik gibi bir şey olmadığı için onlar da diğer insanlar gibi imamlık yanında günlük işlerini yaparlardı.
Mehmet Dedemin birçok konuda olduğu gibi dini konularda da biraz aykırı ve ezber bozan yapısı vardı. Komşulardan evlendirdikleri çocuklarının nikahlarını kıymaları için kendisine geldiklerinde resmi nikahları kıyılmış ise onun dini nikahı da kapsadığını söylerdi. Ama ailelerin kendilerini iyi hissetmelerine yardımcı olmak ve bir dua etmek için mutlu günlerine ortak olurdu. Bazen komşular “Feşmekan Hoca imam nikahı olmazsa olmaz, resmi nikah dinen geçersiz sayılır diyor” dediklerinde onlara “Gidin o hocaya sorun bakalım peygamber efendimizin nikahlarını hangi imam kıymış söylesinler. Nikahın şartları bellidir. Şahitler huzurunda karşılıklı rıza ve herkese ilan edilmesidir. Bir de hukuken kayıt altına alındığı düşünüldüğünde kimin kıydığı önemli değildir. Belediye memuru da kıyar, müftü de kıyar. Bugünkü yapıda bana göre nüfus memurunun kıyması daha mantıklıdır” derdi. Camilerimizin çoğunda yapılmakta olan sakal-ı şerif seremonisini dinen uygun görmezdi. Bu konuda “Peygamberimiz kendine ait olduğu bile şüpheli minnacık bir sakal parçasının etrafında insanların tavaf ettiğini görse benim ümmetim bu hallere düşecek miydi diye hayıflanırdı” diyordu. Böylesi konuları ilerleyen yaşlarda maaşlı cami imamları ile tartıştığında muhatapları kendisine somut, mantıklı ve tatmin edici bir açıklama getiremeyince “Haklısın Hoca Dayı. Yıllardır böyle gelmiş biz ne yapabiliriz.” noktasına gelirlerdi. O yüzden de cevabını veremeyecekleri bir durum yaşamamak için de kendisinden biraz uzak durmaya çalışırlardı.
Hacı dedem en son Gelibolu’nun Koruköy’ünde imamlık yapmıştı. Yaş kemale erip emekli olunca demeyelim de kendini emekli ettikten sonra bizim yanımıza Muratlı’ya yerleşti. İki çocuğunun (Annem ve teyzem) da burada yaşıyor olmasının bunda etkisi vardı kuşkusuz. Zaten o gelmeden bizim toprak evlerin bulunduğu arsanın bir köşesine 15-20 gün içinde iki göz odadan ibaret kerpiçten bir barınak yapı vermiştik onlar için. Ömrünün sonlarına kadar bizlerin ve teyzemlerin gözetiminde yaşamlarını bu toprak evde sürdürdüler.
Kendilerinin son derece sade ve minimal bir hayatları vardı. Yaşamlarının geçtiği odada hem oturma hem yatmak için kullanılan bir divan, toprak zemine serilmiş bir hasır üzerine yayılmış bir kilim ve birkaç sandalyeden oluşan eşyalar vardı sadece. Bir de topraktan yapılan ve bizim peçka dediğimiz sobayı da ekleyebiliriz. Hacı dedemin hatırlayabildiğim kadarıyla dişleri yoktu ve takma diş de kullanmıyordu. O yüzden çorbaya, süte, sulu yemeklere, hoşafa ekmek doğramak en temel beslenme tarzıydı. “Bir lokma bir hırka” onların yaşantısını en iyi tarif eden deyişti diyebilirim.
Birileri ile olmak, birileri ile konuşmak ve sohbet etmek en zevk aldığı şeydi Hacı dedemin. Bu yüzden kim bir boşluk yakalasa (Babam, diğer dedem, ben, teyzem, onun çocukları ve diğer akrabalar) soluğu onun yanında alırdı. Sohbette herhangi bir sınır yoktu. Dini, siyasi, güncel her konu konuşulurdu. Bu buluşmaların olmazsa olmazı ise kahve ikramı idi. Bir tepsi içerisinde ispirto ocağı -daha sonra bunun yerini piknik tüp alacaktı- birkaç fincan, şeker kavanozu, bir cezve, ahşap bir kahve kutusunun üstü bir örtü ile örtülmüş biçimde hazır kuvvet olarak divanın altında beklemekte idi. Önceleri anneannem, sonraları annem ya da orada olup durumdan vazife çıkaran herhangi biri bu ritüeli gerçekleştirirdi. Dedem istisnasız herkesle kahve içerdi. Böyle olunca günde 4-5 kahve içtiği de olur, bazen bu 8-10’u da bulurdu. Bununla ilgili herhangi bir şikayetine rastlamadım.
Sohbet devam ederken bir gözü de hemen yakınındaki çalar saatte olan Hacı Dede “Ajans saati geldi, durun bir dinleyelim” der ve kendisinin oturduğu divanın altından ayakkabı kutusu büyüklüğünde bir kutuyu çıkarırdı. Kutunun içinde hatırlayabildiğim kadarıyla birkaç tespih, çeşitli kalemler, sigara ağızlığı, sigara paketi bulunur ve en üstte de bir transistörlü radyo yer alırdı. Tek bir istasyona ayarlanmış radyodan haberler ve hava durumu sonuna kadar dinlenir ve hemen kapatılırdı. Ardından da “Ne olacak bu memleketin hali” faslına geçilirdi. Diğer dedem İlhan Selçuk’lu Cumhuriyet’i, Çetin Altan’lı Akşam gazetesini okurken Hacı dedem ise Ahmet Kabaklı’lı Tercüman gazetesini okuyordu. Yani yelpazenin iki ucu gibi görünse de konuşmalarında sohbetlerinde en ufak bir gerilim ve tatsızlık yaşadığına tanık olmadım.
Bahsetmeyi unuttum, Hacı dedemin kahve keyfinin tamlayıcısı bir diğer ritüeli de sigarasıydı. Kahve, sigara eşliğinde içilmelidir ona göre. O zamanları yaşayanlar sigara paketlerinin fiyatlarına göre Bafra, Birinci, İkinci, Üçüncü diye sıralandığını bilirler. Birinci’nin 70 kuruş olduğunu hala hatırlarım. Bafra biraz daha pahalı, ayrıca parlak bir ambalajı da içeren nispeten entel, kalburüstü insanların içtiği sigara idi. Filtreli sigara pek yoktu ama sonraları Çamlıca adında mentollü filtreli bir sigara çıktığını hatırlıyorum. Bir de Gelincik, Yenice, Harman, Kulüp diye karton kutuda sigaralar vardı. Dedemin favorisi Gelincik idi. Bu arada sigara kutusu üzerinde yapılan operasyonu da unutmamak lazım. Yeni alınan Gelincik sigarasının paketi açılmadan önce karşılıklı kenarları tam ortasından çentik ile işaretlenir. Daha sonra ekmek bıçağı cetvel olarak iki çentik kalemle birleştirilir. Tam ortaya isabet eden bu çizgiden adeta bir cerrah titizliği ile paket, sigaraları ile bıçak ile ikiye bölünür ve daha kısa boylu olan 40 sigara elde edilirdi. Bunlardan bir tanesi kutu içinde bulunan ağızlıklardan birine takılarak paket uygun şekilde kutuya yerleştirilirdi. Hacı dede resmi kayıtlara göre 95 yıl yaşadı. Kendisinin ve diğer dedemin beyanlarına göre gerçek yaşı bunun da üstündeydi.
Duvarda değişmeyen aksesuarlardan biri de her yıl alınan duvar takvimi idi. Her gün ya kendisi ya da orada olan biri tarafından o günün takvim yaprağı koparılır ve her cümle ve kelimesi okunurdu. Okunduktan sonra takvim yaprağı kesinlikle atılmaz, ya yandaki bir çiviye geçirilir ya da bir köşede istif edilirdi. Bu yapraklar dedemin kitaplarında ayraç olarak kullanılırdı çoğu kez. Kalanları da yeni takvim alındığında annem tarafından imha edilirdi.
Hacı dedemin hayli fazla kitabı vardı. Çoğu da dini içerikli idi. Ciltler dolusu tefsir, Ahmediye, Muhammediye, İslam ilmihali vb. kitaplar odanın bir duvarında iptal edilen bir pencereden oluşan girintide istiflenmiş bir şekilde dururdu. Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yazılan “Büyük İslam İlmihali” kitabı dini konularda en çok başvurduğu kitaptı. Ne oldu bu kitaplara diye soracak olursanız “Tutanın elinde kaldı” herhalde en doğru cevap olur. Hafızam beni yanıltmıyorsa el yazması bir kuranı da Hacı dedemin hatırası olsun diye birileri almıştı.
Bütün bunlar zihnimde nasıl canlandı diyecek olursanız o yıllardan kalan bazı objelerin bu konuda bana yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Önce İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’in yazdığı “Büyük İslam İlmihali”ni aldım elime. Geçmiş günlerdeki Hacı dedemin hayali ve sakinliği ile sararmış sayfalarını çevirdim. Ayraç olarak kullandığı 12 Mayıs 1956 ve 24 Ekim 1975 tarihlerine ait takvim yapraklarını ön ve arka yüzlerini tekrar okudum. Kitap sayfaları içinde bir de 1938 yılında köy muhtarı tarafından yazılan -belki yazdırılan demek daha doğru olur- adeta zamana meydan okuyan bir dilekçe gördüm. Belli ki muhtar okuma yazma bilmiyor ki muhtarlık mührü yanına imza yerine kendi mührünü basmış. O yıllarda istidacı denilen ve daha sonra arzuhalci olan bir kişiye yazdırılmış olmalı. Tarihi bir vesika niteliğindeki bu dilekçe şekil ve içerik itibariyle bir devrin adeta fotoğrafı gibi geldi bana. Daha sonra içine yüzlerce belki binlerce insanın içeceği kahvenin dolup boşaldığı kahverengi ahşap kutuyu inceledim uzun uzun. Ne kadar uzun zamanlara ve sohbetlere tanıklık etmiştir kim bilir. Yine Hacı Dedemin yarım gelincik sigaralarının dumanını yıllarca ciğerlerine göndermesine vasıta olmuş minik sigara ağızlığını aldım elime. Biraz utangaç biraz da mahcup olarak bana “Ben ne yapabilirdim” der gibi bakıyordu.
Ne dersiniz “Her şeyin bir anlamı, anısı ve hafızası var” derken haksızlık etmemişim değil mi?
Hoş sohbet Hoca dedeyi ,masmavi gözleriyle güzel babanneyi ve bembeyaz sakalıyla hacı dedeyi tanıma fırsatı bulduğum için ben de çok mutluyum Neco’cum Allah gani gani rahmet eylesin hepsine de.
Dedelerinizi çok sevdim. Işıklar içinde uyusunlar.