BİRAZ DA KİTAP / HONG KONG – İSTANBUL: ŞEHRİ ŞAHSİLEŞTİRMEK

Memuriyet hayatımın son 21 yılını, yani yarıdan çoğunu İstanbul’da geçirdim. Gerek çalışma hayatım ve gerekse bunun dışında kalan yaşantım süresince çok büyük hayaller peşinde koşmadım. İmkanlarım ve hayallerim arasında bir şekilde denge kurmaya çalıştım. Netice itibariyle de kendimi hayallerine kavuşmuş bir kişi olarak kabul edebilirim. Bu durumu da Cevdet Kudret’in “DİLEK” isimli şiiri ile tasvir edebilirim.

Bir küçük, bir küçücük evim olsa;
İçinde bir küçük, bir küçücük halım olsa;
Bir de küçük bir yazlığım olsa,
Bütün bunlar benim öz malım olsa.

Masam, mürekkebim, etajerim,
Penceresinde benim perdelerim,
Etajerinde kitaplarım olsa.

Bir ufak, bir minicik evim olsa;
İçinde bir kadın, beni parasız pulsuz seven bir kadın
Bu kadın karım olsa!
Bir de çocuklarım, torunlarım olsa.

Nerde, hangi şehirde olursa olsun,
Bir küçük, bir küçücük evim bulunsun,
Bir ufacık halım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

Nerde, hangi şehirde olursa olsun,
Etajerim, kitaplarım olsun,
Beni parasız pulsuz seven karım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

Cevdet Kudret Solok’un çok sevdiğim bu şiirine haddim olmayarak iki satır da -ki koyulaştırılmış harflerden de anlaşılacağı gibi- ben iliştirerek şiiri bir anlamda şahsileştirmiş oldum. Bu hayallerime kavuştuğum için kendimi her zaman mutlu ve şanslı saydım. Şükürler olsun ki sadece hayal ettiklerime değil hayal bile edemediklerime kavuştuğumu söylesem abartı sayılmaz. Söz gelimi memuriyet hayatımın hiçbir döneminde yurt dışına çıkabileceğimi hayal etmemiş, edememiştim. Belli kıdemden sonra verilen yeşil pasaportu acaba kullanabilir miyim kaygısını bile yaşadım. Ama gel zaman git zaman önce Allah’ın, sonra da oralarda çalışan çocuklarımın sayesinde Hollanda, Belçika, Almanya, İsviçre, Fransa, İngiltere ve Çin gibi ülkelere gitmek kısmet oldu. Sadece filmlerde ve kartpostallarda gördüğümüz Amsterdam, Mainz, Cenevre, Lozan, Brüksel, Londra, Şangay, Pekin, Macau, Hong Kong gibi şehirlerde günlerce hatta haftalarca gezme fırsatı yakaladık. Bu gezilerle ilgili olarak da bloğumda onlarca belki de yüzlerce görseller de ekleyerek yazılar yazdım. Hayıflandığım husus şudur ki ben küçük bir ihtimal olsa bile yurt dışına çıkma hayalim olsa idi elimdeki var olan imkanları da değerlendirerek memuriyetimin son yirmi yılında dil öğrenmeye zaman ayırırdım. O zaman da gittiğim ülkelerde daha derinliğine ve daha özgün konularda incelemeler yapar yazılar yazardım. Özellikle de o ülkelerin eğitime yaklaşımları, programları okulları, öğretmen profilleri konusunda somut eserler yazmayı çok arzu ederdim.

Devamı için tıklayın “BİRAZ DA KİTAP / HONG KONG – İSTANBUL: ŞEHRİ ŞAHSİLEŞTİRMEK”

ANTALYA GÜNLERİ / KOVADA GÖLÜ

Antalya’da ikamet günlerimiz artmaya başladıkça yavaştan çevreyi tanıma etkinliklerine de iştirak etmeye başladık. Bunlardan biri olarak da Antalya’ya 150 kilometre kadar uzaklıktaki Kovada Gölüne düzenlenen bir geziye katıldık. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin organize ettiği bu yolculuğumuz 5 Kasım Pazar sabahı saat 8.30 da başladı. Otobüsümüzle Burdur istikametine ilerlerken 50. kilometrede ilk molamızı verdik. Aksu çayı üzerinde sulama, taşkın kontrolü ve elektrik enerjisi üretimi amacı ile 1990lı yıllarda tamamlanan ve içerisinde balık çiftliklerinin de bulunduğu Karacaören baraj gölünün kıyısındaki Gölbaşı tesislerinde biraz dinlendik. Bu arada kahvaltımızı da yaptık. Nihai hedefimiz olan Kovada gölüne gitmek üzere buradan ayrıldığımızda önümüzde daha yaklaşık 100 kilometrelik bir yolumuz vardı.

Kovada Gölüne ulaşmamızı geciktiren sebeplerin başında yolunun bir kısmının dar ve virajlı olması geliyordu. Göller bölgesinde Eğirdir gölünün adeta bir uzantısı olan Kovada gölünde sonbaharı yaşamak gerçekten muhteşemdi. Kafile rehberi eşliğinde yürüyüş güzergahında yaptığımız gezintide bu güzellikleri yaşarken bir yandan da bol bol fotoğraf çekmeyi ihmal etmedik. Zeminin daha çok kayalık olması zaman zaman yürüyüşü zorlaştırsa da bu zorluk ve zahmet bu güzelliğe değer diye düşünüyor insan. Göl çevresindeki ikinci yürüyüş güzergahımız da gölün etrafını çevreleyen tepelere tırmanmak biçiminde oldu. Altınoluk’ta benim zorluk derecesine göre 1, 2, 3 diye sıraladığım yürüyüş rotasına benzer bir yürüyüşün sonunda adeta tırmandığımız zirveden gölün muhteşem görüntüsünü başka bir açıdan izledik.

Muhteşem görüntüsü yanında burası ile ilgili birkaç ayrıntıyı eklemekte yarar var diye düşünüyorum.  1790 hektarı göl alanı olmak üzere 6534 hektarlık bu alan 1970 yılında milli park olarak koruma altına alınmış. Denizden yüksekliği 908 metre olan bu göl alanında 75 familyaya ait 259 cins bitki-ki bunların 28 çeşidi sadece bu bölgeye özgü endemik bitki- türünün bulunduğu, 167 adet kuş türünün yanında  yaban domuzu, yaban keçisi, sincap, porsuk gibi memelilerinde burada hayat bulduğu, göl sularında da sazan gümüş balığı çeşitlerinin yaşadığı,  yine göl alanında 4 çeşit kurbağa 9 çeşit sürüngenin de yaşadığı bilgisine ulaştık..Ayrıca tanıtım merkezinde burada yaşayan canlı türleri ile ilgili bir mini müzenin de bulunduğunu hemen ekleyelim.

Sonuç olarak yolunuz bu bölgeye düştüğünde gezilecek yerler listesine Kovada Gölü Milli Parkının da eklemenizde yarar var diyebilirim.

LONDRA GÜNLERİ / HYDE PARK

Londra’da irili ufaklı bir çok yeşil alan ve park bulunmaktadır. Hyde Park da bunların en büyüğü ve popüler olanıdır. Şehrin batı kısmında yer alan bu park hemen bitişiğindeki Kensington bahçeleri ile birlikte yaklaşık 250 hektar büyüklüğündedir. Hele bunlara aynı doğrultudaki hatta bir kolye gibi uzanan Green Park ve St. James’s Park’ı da eklerseniz devasa bir doğa zenginliği ortaya çıkar. 1600 lü yıllara kadar Kraliyet ailesinin av bölgesi olan bu park bu yıllardan sonra halka açılmıştır. Park içinde sandal gezintisi ve yüzmenin de yapıldığı geniş göller bulunmaktadır. Yine parkın bir bölümünde at biniciliğini yapıldığına tanık olabilirsiniz.

Bu parkın bizlerin de bildiği uluslararası şöhreti insanlara serbest hitabet imkanı tanıması geleneğinden gelmektedir. Kraliçeye hakaret dışında burada herkesin istediği konuşmayı yapmakta özgürlüğünün olduğu söylenmektedir. Yani park dışında konuşulduğunda suç olan şeylerin burada konuşulunca suç olmadığı söyleniyor. Söz konusu yerde böyle birini gördünüz mü ya da siz böyle bir konuşma yaptınız mı derseniz  bizim böyle bir gözlemimiz ve eylemimiz olmadı. Bizi burasının ve diğer parkların en çok ilgimizi çeken yanı doğal yapısı, çiçeklendirilmesi, bakımı, özellikle de ördeğinden martısına, kuğusundan sincabına bu canlıların coğrafya ve ziyaretçilerle büyüleyici bir bütünlük sergilemesi idi. Kaldı ki biz Şubat ayında bu duyguları yaşıyorsak bahar aylarını siz düşünün gayrı…

LONDRA GÜNLERİ / ULAŞIM

Londra’da ulaşım daha çok toplu taşıma araçları ile gerçekleştirilmektedir. Toplu taşıma deyince de ilk akla gelen metrodur. 150 yıllık geçmişi olan Londra metrosu her biri ayrı renkler ile ifade edilen, birbiri ile bağlantılı 12 hat halinde ve yer altına döşenmiş yaklaşık 400 kilometrelik yeraltı ağı ile dünyanın ünlü metro sistemlerindendir. Geçmişinin çok eskiye dayanması nedeni ile vagonların bizdekilere göre daha dar olması, ayrıca istasyonların bazılarında yürüyen merdiven, asansör olmaması bu taşımacılığın dezavantajı olarak görülebilir. Biz metro ve diğer toplu taşıma seyahatlerımızı Oyster kart denen ülkemizde olduğu gibi içine yeterince para yüklenen kartlar ile yaptık. Metroda gideceğiniz mesafeye göre 2.20 ile 5,50 paunt ödeniyor. Metro hattının birbiri ile bağlantılı çalışma sistemi öğrenildiğinde şehrin her yanına  bu araçla ulaşılabiliyor.

Şehir merkezinde metrodan sonra ve belki bazı hatlarda ondan daha çok tercih edilen meşhur kırmızı iki katlı otobüsleridir. Bu otobüslerde gidecekleri hatlara göre numaralandırılmıştır. Zaten duraklarda da hangi otobüsün hangi hatta gideceğine ilişkin çok açık kroki ve şemalar bulunmaktadır. Bu otobüslere genelde ön kapıdan binerek kartınızı okutup, aynı katta ya da üst kata çıkıp  daha geniş bir seyir keyfi yaşayabilir, ineceğiniz durağa gelince en yakın düğmeye basıp bindiğiniz kapının hemen yanındaki orta kapıdan otobüsü terkedebilirsiniz. Otobüsle metroya göre çok daha az ücret ödeniyor. Kartınızdan her yer için sanırım 1.45 paunt çekiliyor.

Şehirler arası ulaşımda Uçak dışında tercih edilen seçenekleri tren ve otobüsler olarak sıralayabiliriz. Türkiye’de tren ulaşımı daha ucuz ve daha yavaş olarak bilinir. İngiltere de ise tam tersi olduğu söyleniyor. Yani burada tren çok daha pahalı ve hızlı. Yolculuklarımızda treni kullanmadığımız için daha ayrıntılı bilgi veremiyorum. Ama Bournemouth’a kadar otobüs yolculuğu yaptığımız için bu konudaki gözlemlerimi aktarabilirim. Öncelikle otobüslerde numara, bayan yanı, pencere kenarı gibi durumların olmadığını söylemeliyim. Otobüsün kalkışına 15 dakika kala şoför ön kapının yanından yolcuların biletlerini,internet çıktılarını, telefon mesajlarını elindeki liste ile kontrol ederek içeri alıyor. Şayet varsa valizlerini bagajlarını da alt kısma koyuyor. Yolcular da boş buldukları yere oturuyorlar. Saati gelince de otobüs sadece ve sadece  şoförden ibaret olan tek kişilik dev kadrosu ile hareket ediyor. Bizde olduğu gibi muavin falan da yok. Otobüste içme suyunu dahi herkes yanında taşıyor. Otobüste ne genel ne de bizde olduğu gibi koltukların arkasında televizyon ya da müzik aleti yok. Yani otobüste sadece yolculuk yapılıyor. Yolculuk nihayete erince yolcular bindikleri kapıdan aracı terk ediyor. Bindikleri kapıdan diyorum çünkü orta kapı ya da arka kapı da yok. Ücretler de gideceğin yere, aldığın zamana ve tarifeye göre değiştiğinden bu konuda bir şey söylemek istemiyorum.

Bu bölüm biraz uzadı ama yine de Londranın taksilerinden söz etmesek olmaz diye düşünüyorum. Londra şehir merkezinde tipi ve yapısı itibarı ile özel bir görünüşü olan çoğunluğu siyah renkli  taksiler hizmet vermekte. Biraz eski model Wolsvogenleri andırıyor. Bazılarında marka olarak TAXİ yazısını okudum ama doğru mudur yanlış mıdır bilemem. Ön sağda oturan şoför ile arkada 4-5 müşterinin karşılıklı oturabileceği kısım bir cam bölme ile ayrılmış.Bagaj kısmı ya hiç yok ya da yok denecek kadar küçük. Bu taksiler burada olduğu gibi taksimetre ile çalışıyor. Bunların dışında bir de minicab dedikleri telefonla çağrılan taksi türleri var. Bunlarda yine bir merkeze bağlı ve legal olarak çalışıyorlar. Hava alanına gidiş gelişte biz bunları kullandık. Diğer taksilere göre biraz daha ucuz oluyorlar. Tabi bunların aradan, sokaktan yolcu alması yasak.

LONDRA GÜNLERİ / ST PAUL’S CATHEDRAL VE TATE MODERN

Londradaki günlerimizin birini de St. Paul’s Cathedrali  ve onun hemen yanındaki Tate Modern Müzesini gezmeye ayırdık. Elimizdeki şehir haritasından ve caddelere sık sık konmuş olan krokilerden yararlanarak önce St. Paul’s Cathedralini bulduk. 17. yüzyılda inşa edildiği belirtilen bu katedral Londra piskoposluğunun  merkezi sayılmaktadır. İngiliz kraliyet ailesi ile ilgili bir çok törenin burada yapıldığı belirtilmektedir. Galler Prensi Charles Philip ve Prenses Diana’nın düğün törenlerinin de burada yapıldığı söylenmektedir. Görkemli mimari yapısı ile gerçekten muhteşem bir eser görünümünde olan bu katedrali ibadet amaçlı gelmeyenler ücret ödeyerek ziyaret etmektedir. Biz katedral ziyaretimizi sonuçlandırdıktan sonra yönümüzü haritamız rehberliğinde Thames Nehrine doğru çevirdik. Nehir üzerinde sadece yayalara ait olan Milenyum köprüsünden geçtikten sonra Tate Modern’ i karşımızda buluverdik.

Tate Modern başkent Londra’ da yer alan ulusal ve uluslararası modern sanat eserlerinin sergilendiği bir müze olarak kabul ediliyor. Çeşitli salonların birbirinden farklı ve değişik eserin sergilendiği müzede bazı sanatçıların eserleri ücretli olarak ziyaret edilmektedir. Daha önce ziyaret ettiğimiz Nasyonal Galerideki eserler beni çok daha fazla etkiledi. Modern sanatı anlayabilmemiz yada alışabilmemiz için epey zamana ihtiyacımız var galiba. Tate Modern binasının 1940 lı yıllarda elektrik sanrali olarak inşa edildiği, ancak 1981 yılında kapatılarak müze olarak tasarlanıp buna göre düzenlemeler yapıldıktan sonra 2000 yılında köprüsü ile birlikte hizmete açıldığı belirtilmektedir.

LONDRA GÜNLERİ / İNGİLTERE SAHİLLERİ (Bournemouth)

Londra’ya kadar gelmişken buraya yakın  bir yerleşim yeri olan Bournemouth kasabasında altı aylığına dil eğitimi için gelmiş olan kayınbiraderimin oğlu Salih yeğenimizi de ziyaret etmek istedik. Oraya ulaşmak için şehirler arası yolculuk yapmamız gerektiğini, bunun için de bu otobüslerin kalktığı Victoria Coach Station denilen otogarına gitmemiz gerektiği bilgisini aldık. Otobüslerin hatları ve harita okuma konusunda becerimiz epey ilerlediğinden söz konusu yere ulaşmamız  zor olmadı. Tabi ben otogar deyince en az bizim Bayrampaşa gibi devasa bir yapı beklerken  sokak arasında 15-20 peronlu bir yer görünce  doğrusu hayal kırıklığı yaşadım. Öyle rengarenk otobüs şirketlerinin tabelaları falan da yoktu. Taşımayı da zaten topu topu iki şirket yapıyordu. Yolcular da genellikle biletlerini internet üzerinden aldıklarından tüm otobüslerin biletlerini kesmekle görevli 3-4 görevliye çoğu zaman iş bile kalmıyordu. Neyse biz saati gelince otobüse bindik ve iki saatlik bir yolculuktan sonra Bournemouth’a ulaştık. Kentin otogarında da  Salih’i bizi bekler bulduk.

Bournemouth İngilterenin güney kıyısında bir sahil kasabası. Manş denizin karşılarında hava açık olduğu zaman Fransa topraklarını bile görmek mümkün oluyordu. Bakımı, temizliği ve yeşil alanları ile gerçekten güzel bir şehir. Normal Nüfusu 200.000 olmasına rağmen yazları bunun bir milyona ulaştığı söyleniyor. Orada bulunduğumuz Şubat ayında bile denizde sörf yapanlara rastladık. Yeğenimiz Salih bu kasabada geçirdiğimiz bir kaç saat içinde görülebilecek yerleri gösterdi. Kenti yeterince gözlemledikten sonra da birlikte  o bölgeye özgü bir balığın yine kendine özgü pişirilişi ile lezzetlenmiş öğle yemeğimizi deniz kıyısındaki bir restoranda yedik. Dönme saatimiz gelince de Salih bizi almış olduğu yerden otobüse bindirerek Londraya yolcu etti.

LONDRA GÜNLERİ / GREENWICH

İlkokul, ortaokul yıllarından bu yana meridyenlerin başlangıç noktası olarak kabul edilen Greniç beynimize adeta çivi ile kazınmış olduğunu söyleyebilirim. Bu sihirli kelimenin çıkış noktası olan yerin Londra’da olduğunu söyleyince oğlum, bir gidip görelim dedik. Metro ve tren aktarmalı olarak adı geçen yere bir saate yakın bir sürede ulaştık.. Greenwich kasabası Thames nehri kıyısında yer alıyor. Her yönü ile bir denizci   kasabası özelliği taşıyor. Buradaki deniz müzesi görülecek yerler arasında sayılabilir. Biz de bir kaç saatimizi ücretsiz olarak gezilen bu müzeye ayırdık.

İngilterenin deniz kültürü ve geçmişi ile ilgili bir çok nesne, maket ve çizimin bulunduğu mekanda biraz da adrenalin yüklenmek istiyorsanız bizim yaptığımız gibi simülasyon ortamında bir bot gezisi de yapabilirsiniz. Burasını önemli kılan oldukça büyük bir yeşil alan olan Greenwich parkının yukarı kısmındaki sıfır meridyenin bulunduğu kraliyet rasathanesinin bulunmasıdır. Bu rasathanenin 1675 yılında İngiltere kralı II. Charles tarafından kurulduğu belirtilmektedir. Rasathane bahçesinde ve uzantısı olarak dış kısmında sıfır meridyenini simgeleyen çizgiyi görmek ve orada resim çekmek üzere her gün yüzlerce turist burayı ziyaret etmektedir.

LONDRA GÜNLERİ / YAKIN ÇEVRE

Geldiğimiz günün tersine 15 Şubat sabahında güneşli bir hava ile güne başladık. Evde kahvaltımızı yaptıktan sonra bu güzel havanın bize sunduğu fırsatı değerlendirmek adına yakından uzağa doğru kaldığımız evin etrafından başlayarak çevreyi tanıma etkinliklerine başladık. Lonra’da yerleşim birbirini çevreleyen halkalar şeklinde ifade ediliyor. Birinci bölgeden başlayarak altı,yedinci bölgeye kadar varan bir yapılanma mevcut. Oğlumun kaldığı ve bizim de misafir olduğumuz ev  merkezi durumda olup birinci bölgede yer alıyor.Buradaki binaların büyük çoğunluğu eski ve 2-3 katlı yapılardan oluşuyor. Eski derken döküntü ve salaş olarak anlaşılmasın. Bu yapıların kırmızı tuğlalı dış görünüşleri, pencereleri, çatıları ile son derece bakımlı ve göz zevkini okşayıcı bir durumda olduklarını söyleyebilirim. Oğlumun kaldığı daire de  1930 lu yıllardan kalma bir adliye binasından dönüştürülmüş bir yapı içerisinde yer alıyor. Bina içinde en çağdaş düzenlemeler yapılırken dış görünüşünde o zamandan kalan yazılar dahil hiç bir özelliğinin bozulmamasına özen gösterilmiş.

Evin hemen alt kısmında aynı caddenin adını taşıyan “Duncan Terace” parkı var. Londra’nın bir çok yerinde böylesi bakımlı irili ufaklı yeşil alanlar yaratılması sağlanmış. Bu parkların hemen hepsinde adeta buranın maskotu diyebileceğimiz ve insanların verecekleri yiyecekleri bekleyen sincaplara rastlamanız mümkün. Biz de bize bu kadar yakınlık gösteren bu sevimli yaratıkların bol bol resmini çekmeyi ihmal etmedik. Parkın hemen yakınındaki kanal kıyısında gezinirken Amsterdam’da gördüğümüz kanalları ve bot evleri hatırladık. Parktaki gezintimizi tamamladıktan sonra bu defa yönümüzü hemen yakındaki her türlü eski eşyaların satıldığı antik çarşı istikametine çevirdik. Bu tür zevkleri olanlar için burası gerçekten çok iyi vakit geçirilecek bir yer gibi geldi bana. Bu gezintiyi de tamamladıktan sonra  biraz dinlenmeyi hak ettiğimizi düşünerek oğlum bizi az ileride ana caddenin karşısında “Tinder Box” adlı kafeye götürdü. Burada bir yandan Gençer’in çok sevdiği “machiata” isimli kahveyi  kurabiyeler eşliğinde içerken bir yandan da bundan sonra gezeceğimiz yerlerin planlamasını yaptık.

LONDRA GÜNLERİ / YOLCULUK

Çocukluk, gençlik ve hatta yetişkinlik dönemlerimde  yurt dışı seyahati yapmanın hayalini dahi kuramazken üç kez Hollanda’ya, iki kez Çin’e, bir kez İsviçre’ye ve bir kez de Kıbrıs’a gittiğimizi hatırladığımda hep şaşırmışımdır. Bir de en son yaptığımız İngiltere seyahatini de eklersek şaşkınlığımın daha da arttığımı söyleyebilirim. Çocuklarımızın yurt dışında oluşunun bu geziler için belirleyici bir etkisi olduğunu da teslim etmeliyim.

En son yaptığımız İngiltere seyahatini başlangıcından itibaren farklı kılan yönü yeşil pasaport sahibi olanlara dahi İngiltere’nin vize istemesi idi. Diğer gezilerimizde bu sorunu yaşamadığımız için adeta  şehirler arası yolculuğa çıkar gibi bu ülkelere gidebilmiştik. Böylelikle “Vize alma” olayı ile de tanışmak zorunda kaldık. Tanışınca da bunun bizim bildiğimiz türden bürokratik işlem olmadığını anlayıverdik. Konsolosluk bu işi bir aracı kuruma vermiş. Başvuruyu oraya ve İnternet üzerinden yapmak, vize harcını yatırmak ve randevuyu almak gerekiyor. Bize kalsa onlarca sayfalık ve tamamı İngilizce olan bu formu doldurmamız kesinlikle mümkün değil. Sağ olsun Küçük oğlum ve kız arkadaşı bizim adımıza formları doldurmakta yardımcı oldular da  başvuruyu yaptık. Gelir durumundan İş durumuna neler sorulmuyor ki? Hele bazı bölümleri var ki “Hiç yargılanmadım, soykırım suçu işlemedim, hiç terör eylemine katılmadım ve terörü övmedim, kötü bir insan değilim” gibi adeta masumiyetinizi ispatlamak zorunda bırakan sorular karşısında insan bayağı kendini aşağılanmış hissediyor. Elin İngilizi ülkemize hiç sorgu sual edilmeden geliyor hatta  Fethiye’de yerleşip keyif sürüyor, biz onun ülkesine üç beş gün için giderken bile adeta potansiyel suçlu gibi sorgulanıyoruz.. Bir an için içimizden başka şeyler geçiyor ama eskilerin deyimi ile “ Viran olası hanede evlad-ı ıyal var” deyip yutkunuyoruz. Neyse herkesin her zaman çektiği çileyi bir kez de biz çekmişiz çok mu diye de bir taraftan kendimizi avutmaya çalıştık. Neticede Majesteleri lütfedip bize altı aylık vize verdiler ve biz de oğlumuzun daha önceden  planlamış olduğu  14 ve 24 Şubat tarihleri arasındaki gezimizin startını verdik.

İstanbul Atatürk Hava Limanından güneşli bir havayı gerilerde bırakarak 14 Şubat saat 13.00 de kalkan uçağımız dört saatlik bir uçuştan sonra Londra’nın dört hava alanından biri olan Heathrow Hava Alanına indi. Bildiğimiz ingilizce kelime “Hello” dan ibaret olduğundan oğlumuz bize,   ingilizce olarak derdimizi anlatan bir metin yazdırmıştı. Mealen: “İngilizce konuşamıyoruz, oğlumuzu ziyarete geldik, İngiltere’de çalışıyor, dışarda bizi taksi bekliyor, on gün kalıp ayın 24 ünde döneceğiz” anlamında bir şeyler. Pasaport kontrolündeki bayan görevli bir şeyler sorduğunda ben hemen bu yazıyı kendine gösterince gülerek “geçin” işareti yaptı. Biz de bildiğimiz ikinci ingilizce sözcük olan “ Thank you” yu  da kullanarak bu sınavı atlatmış olduk. Bazen  bazı şeyleri bilmemenin de hayatı kolaylaştırdığı oluyor demek ki. Bu arada uçakta tanıdığımız iki Türk yolcuyu da her ihtimale karşı yakınımızda bulundurmayı ihmal etmedik.

Çıkışta oğlumun -kendisi o saatlerde işteydi- gönderdiği şoförün elindeki A4 kağıdında ismimizi görünce kendimizi ona teslim ettik. İstanbul’un aksine Londra’da son derece yağmurlu, puslu ve sisli bir hava bizi karşıladı. Hava alanından eve bir saat kadar süren yolculuğumuzda birkaç kez oğlum şoförle irtibat kurarak emanetlerin nakli ile ilgili bilgi alıyordu. Ve sonuç olarak  o saatlerde işten çıkmış olan oğlumu evlerinin kapısında bizi bekler bulduk.