LONDRA GÜNLERİ / THAMES KIYILARI

Yakın plan gezintilerimizin ardından bulunduğumuz yerdeki Angel istasyonundan metroya binerek üç durak sonraki “Bank” istasyonunda indik. Bank’da yine merkezi konumda olan ve Londra’nın finans merkezlerinden biri olarak kabul edilen yerleri arasında sayılıyor. Burada biraz vakit geçirdikten sonra buraya çok yakın olan Thames nehrine ulaşıyoruz. Thames nehri birbirinden güzel köprüleri ve kıyısındaki muhteşem mimari her bakımdan görülmeye değer. Parlamento binası, savunma bakanlığı gibi birçok önemli yapı nehir boyunca sıralanmış. Herhalde “İstanbul için boğaz ne ise Londra için de Thames o” dersek abartmış olmayız. “London Bridge” köprüsünü kullanarak nehrin karşı kıyısına geçiyoruz. Köprünün bağlantılı olduğu demir yolu geçidinin altında “London Borough” denilen ayakta daha çok atıştırma şeklinde yiyecek mekanlarını içeren market de herkesin uğrak yeri haline gelmiş.

Akşam yemeğini de oğlumuz bize nehir kıyısındaki “Gauchos” denilen mekanda yedirdi. Burası sanıyorum eti ile ünlü bir yer olacak ki  sipariş öncesi görevli olan genç bir kız önce bir tabla içinde pişmemiş etleri getirerek bunlar ile ilgili bir açıklama yapıyor. Biz yine bu konuda tercihi oğlumuza bırakarak damağımızı onun zevkine teslim ettik. Siparişimiz geldikten etrafta şarap eşliğinde bir yandan yemeğini yiyen bir yandan da  Thames nehrini ve üzerindeki köprüleri seyreden insan grupları içine biz de katılmış olduk. Yazımın başında nehir üzerinde birbirinden güzel köprülerin olduğundan bahsetmiştim. Ama benim favorim gece ve gündüz farklı güzellikleri ile beğenimi kazananın “Tower Bridge” olduğunu söyleyebilirim. Gecenin ve yemeğin sonunda  “London Bridge” istasyonundan metroya binerek evimize döndük.

LONDRA GÜNLERİ / YAKIN ÇEVRE

Geldiğimiz günün tersine 15 Şubat sabahında güneşli bir hava ile güne başladık. Evde kahvaltımızı yaptıktan sonra bu güzel havanın bize sunduğu fırsatı değerlendirmek adına yakından uzağa doğru kaldığımız evin etrafından başlayarak çevreyi tanıma etkinliklerine başladık. Lonra’da yerleşim birbirini çevreleyen halkalar şeklinde ifade ediliyor. Birinci bölgeden başlayarak altı,yedinci bölgeye kadar varan bir yapılanma mevcut. Oğlumun kaldığı ve bizim de misafir olduğumuz ev  merkezi durumda olup birinci bölgede yer alıyor.Buradaki binaların büyük çoğunluğu eski ve 2-3 katlı yapılardan oluşuyor. Eski derken döküntü ve salaş olarak anlaşılmasın. Bu yapıların kırmızı tuğlalı dış görünüşleri, pencereleri, çatıları ile son derece bakımlı ve göz zevkini okşayıcı bir durumda olduklarını söyleyebilirim. Oğlumun kaldığı daire de  1930 lu yıllardan kalma bir adliye binasından dönüştürülmüş bir yapı içerisinde yer alıyor. Bina içinde en çağdaş düzenlemeler yapılırken dış görünüşünde o zamandan kalan yazılar dahil hiç bir özelliğinin bozulmamasına özen gösterilmiş.

Evin hemen alt kısmında aynı caddenin adını taşıyan “Duncan Terace” parkı var. Londra’nın bir çok yerinde böylesi bakımlı irili ufaklı yeşil alanlar yaratılması sağlanmış. Bu parkların hemen hepsinde adeta buranın maskotu diyebileceğimiz ve insanların verecekleri yiyecekleri bekleyen sincaplara rastlamanız mümkün. Biz de bize bu kadar yakınlık gösteren bu sevimli yaratıkların bol bol resmini çekmeyi ihmal etmedik. Parkın hemen yakınındaki kanal kıyısında gezinirken Amsterdam’da gördüğümüz kanalları ve bot evleri hatırladık. Parktaki gezintimizi tamamladıktan sonra bu defa yönümüzü hemen yakındaki her türlü eski eşyaların satıldığı antik çarşı istikametine çevirdik. Bu tür zevkleri olanlar için burası gerçekten çok iyi vakit geçirilecek bir yer gibi geldi bana. Bu gezintiyi de tamamladıktan sonra  biraz dinlenmeyi hak ettiğimizi düşünerek oğlum bizi az ileride ana caddenin karşısında “Tinder Box” adlı kafeye götürdü. Burada bir yandan Gençer’in çok sevdiği “machiata” isimli kahveyi  kurabiyeler eşliğinde içerken bir yandan da bundan sonra gezeceğimiz yerlerin planlamasını yaptık.

LONDRA GÜNLERİ / YOLCULUK

Çocukluk, gençlik ve hatta yetişkinlik dönemlerimde  yurt dışı seyahati yapmanın hayalini dahi kuramazken üç kez Hollanda’ya, iki kez Çin’e, bir kez İsviçre’ye ve bir kez de Kıbrıs’a gittiğimizi hatırladığımda hep şaşırmışımdır. Bir de en son yaptığımız İngiltere seyahatini de eklersek şaşkınlığımın daha da arttığımı söyleyebilirim. Çocuklarımızın yurt dışında oluşunun bu geziler için belirleyici bir etkisi olduğunu da teslim etmeliyim.

En son yaptığımız İngiltere seyahatini başlangıcından itibaren farklı kılan yönü yeşil pasaport sahibi olanlara dahi İngiltere’nin vize istemesi idi. Diğer gezilerimizde bu sorunu yaşamadığımız için adeta  şehirler arası yolculuğa çıkar gibi bu ülkelere gidebilmiştik. Böylelikle “Vize alma” olayı ile de tanışmak zorunda kaldık. Tanışınca da bunun bizim bildiğimiz türden bürokratik işlem olmadığını anlayıverdik. Konsolosluk bu işi bir aracı kuruma vermiş. Başvuruyu oraya ve İnternet üzerinden yapmak, vize harcını yatırmak ve randevuyu almak gerekiyor. Bize kalsa onlarca sayfalık ve tamamı İngilizce olan bu formu doldurmamız kesinlikle mümkün değil. Sağ olsun Küçük oğlum ve kız arkadaşı bizim adımıza formları doldurmakta yardımcı oldular da  başvuruyu yaptık. Gelir durumundan İş durumuna neler sorulmuyor ki? Hele bazı bölümleri var ki “Hiç yargılanmadım, soykırım suçu işlemedim, hiç terör eylemine katılmadım ve terörü övmedim, kötü bir insan değilim” gibi adeta masumiyetinizi ispatlamak zorunda bırakan sorular karşısında insan bayağı kendini aşağılanmış hissediyor. Elin İngilizi ülkemize hiç sorgu sual edilmeden geliyor hatta  Fethiye’de yerleşip keyif sürüyor, biz onun ülkesine üç beş gün için giderken bile adeta potansiyel suçlu gibi sorgulanıyoruz.. Bir an için içimizden başka şeyler geçiyor ama eskilerin deyimi ile “ Viran olası hanede evlad-ı ıyal var” deyip yutkunuyoruz. Neyse herkesin her zaman çektiği çileyi bir kez de biz çekmişiz çok mu diye de bir taraftan kendimizi avutmaya çalıştık. Neticede Majesteleri lütfedip bize altı aylık vize verdiler ve biz de oğlumuzun daha önceden  planlamış olduğu  14 ve 24 Şubat tarihleri arasındaki gezimizin startını verdik.

İstanbul Atatürk Hava Limanından güneşli bir havayı gerilerde bırakarak 14 Şubat saat 13.00 de kalkan uçağımız dört saatlik bir uçuştan sonra Londra’nın dört hava alanından biri olan Heathrow Hava Alanına indi. Bildiğimiz ingilizce kelime “Hello” dan ibaret olduğundan oğlumuz bize,   ingilizce olarak derdimizi anlatan bir metin yazdırmıştı. Mealen: “İngilizce konuşamıyoruz, oğlumuzu ziyarete geldik, İngiltere’de çalışıyor, dışarda bizi taksi bekliyor, on gün kalıp ayın 24 ünde döneceğiz” anlamında bir şeyler. Pasaport kontrolündeki bayan görevli bir şeyler sorduğunda ben hemen bu yazıyı kendine gösterince gülerek “geçin” işareti yaptı. Biz de bildiğimiz ikinci ingilizce sözcük olan “ Thank you” yu  da kullanarak bu sınavı atlatmış olduk. Bazen  bazı şeyleri bilmemenin de hayatı kolaylaştırdığı oluyor demek ki. Bu arada uçakta tanıdığımız iki Türk yolcuyu da her ihtimale karşı yakınımızda bulundurmayı ihmal etmedik.

Çıkışta oğlumun -kendisi o saatlerde işteydi- gönderdiği şoförün elindeki A4 kağıdında ismimizi görünce kendimizi ona teslim ettik. İstanbul’un aksine Londra’da son derece yağmurlu, puslu ve sisli bir hava bizi karşıladı. Hava alanından eve bir saat kadar süren yolculuğumuzda birkaç kez oğlum şoförle irtibat kurarak emanetlerin nakli ile ilgili bilgi alıyordu. Ve sonuç olarak  o saatlerde işten çıkmış olan oğlumu evlerinin kapısında bizi bekler bulduk.