AKIŞINA BIRAKMAK (2)

Yaşı benim gibi yetmişi aşan kişilerle birlikte bir an gözlerimi kapatarak kendimi 60’lı yıllara ışınlamak istiyorum. O zaman Türkiye’nin 25-30 milyon nüfusu var. Bunun yaklaşık %30’u şehirlerde, %70’i köylerde yaşıyor. Bizim gibi kırsalda yaşayan çocukların ulaşabileceği eğitim kurumu ilkokul ile sınırlı. Bundan sonrası için kasaba ya da ilçelerdeki dost ve akrabaların yanında geleneksel dayanışmanın katkıları ile ortaokula da ulaşmak mümkün. Lise seviyesindeki eğitim kurumları sadece il merkezlerinde ya da göreceli olarak büyük ilçelerde var sadece. Ama gel gör ki bütün bu sınırlı imkanlar ve yokluklar içinde hayallerimiz vardı. Mutlu yarınlara ulaşma ile ilgili bitmek bilmeyen hayallerimiz.

Hayallerimizin çıkış noktasının ilk durağını “Kısa yoldan hayata atılmak” olarak tarif edebilirim. Bunun için de ilkokulu ve ortaokulu bitirince girilecek okullar ile ilgili olarak yapılan sınavlar çok önemliydi. İlköğretmen okulu, askeri okul, ziraat okulu gibi okullar ilk akla gelenler. Onların arkasından sanat okulu (Sanat enstitüsü), ticaret lisesi ve normal liseler de seçenekler arasında idi. Çoğunluğu yatılı olan bu okulların sınavlarını kazananlar için “Hayatını kurtardı” cümlesi kurulurdu. Bundan sonrası sadece okulda başarılı olmak ile ilgili idi.

Devamı için tıklayın “AKIŞINA BIRAKMAK (2)”

YARIM ASIR SONRA YENİDEN EDİRNE (1)

Edirne ile ilk tanışmam 1964 yılında 14 yaşında  oldu. Çocuk mu, ergen mi, genç mi olduğumu tam anayamadığım bu yaşta ortaokulu bitirmiş ve İlköğretmen okulunda okumak üzere bu serhat şehrine gelmiştim. Üç yılımı geçirdiğim bu şehre günü birlik kısa bir iki ziyareti saymazsak yarım asırdan fazla bir hasretlik çekiyordum. Sevgili eşim Nuray da öteden beri beni okuduğun şehre götürmüyorsun diye sitem ediyordu. Şu anda Almanyada yaşamakta olan okul arkadaşımız Mehmet Tunçel’in eşi Mariana’nın da misafirimiz olarak aynı arzuyu duyması  bu işin artık sırasının geldiği kanaatını bizde uyandırdı.

30 Mart günü üç saat süren bir yolculuktan sonra saat 14.00 de Edirrne’ye ulaştık. Öğretmen evine eşyamızı bıraktıktan sonra hiç vakit kaybetmeden yakından uzağa prensibine uyarak hemen bitişikteki 1576 yılında Sinan tarafından yaptırılmış olan Defterdar Mustafa Paşa Camiini gezerek ilk açılışı yaptık. Devamında tıpkı elli yıl önceki yürüdüğüm caddeyi takiben  Eski Camiye ulaştık. Fetret devrinde Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1414 yılında tamamlanan bu cami duvarlarındaki küfi yazıları ile dikkatleri çekmektedir. Ayrıca bu camideki Kabe taşı (Rüknü Yemani) ziyaretiçilerin diğer bir tercihidir.

Eski camiden sonraki ziyaret noktamız  Üç Şerefeli Camii oldu. Sultan II.Murat tarafından1437 yılında inşasına başlanan ve on yılda tamamlanan bu caminin bundan sonra yapılacak camilere öncülük edecek mimari özelliklere sahip olduğu ifade edilmektedir. En önemli özelliklerinden biri de her biri farklı boyut ve mimarilere sahip  dört minaresi olmasıdır. Camiye adını veren üç şerefeli minare 81 metre ile o güne değin yapılan minarelerin en yükseği olarak kabul edilmektedir. Bu minarenin her bir şerefesine ayrı yollardan çıkılması uygulamasının ilk kez burada gerçekleştirildiğine tanık olunmuştur. Dikine yivlerle süslü bir diğer minaresinden dolayı buraya bazılarınca Burmalı Cami de denmektedir.

Cami ziyaretlerine biraz ara vererek kendimizi Saraçlar Caddesinden aşağı bıraktık. Eski Edirne evleri arasında yürürken hemen yanımızdaki faytonu görünce birden nostaljik bir söğütlük turu yapmak geldi içimizden. Tunca ve Meriç köprülerinden ve zaman zaman taşan su akıntılarından da geçerek öğrenciliğimizin en tatlı anılarının geçtiği Söğütlük mevkiine ulaştık. Aslında niyetimiz yine eskisi gibi buradaki ormanda biraz yürüyüp daha sonra çay bahçelerinin, kafeteryaların ya da lokantaların birinde oturup nehir kıyısında hem dinlenmek hem de bu güzel coğrafyanın keyfini çıkarmaktı. Fakat zamansız gelmiş olacağız ki televizyonlardan  izlediğimiz su taşkınlığının etkisinin hala sürdüğünü, bir çok tesisin sel suları içinde olduğunu görünce içimizi garip bir hüzün kapladı ve fazla kalmadan ve bu arzumuzu başka bir zaman dilimine erteleyerek birkaç resim çekmekle yetinip oradan ayrıldık.

Söğütlük dönüşü günün bitmesine hayli vakit kaldığını görünce finali Selimiye Camiini ziyaret ederek gerçekleştirelim dedik. Osmanlı padişahı II.Selim tarafından yaptırılan ve inşasına 1568 yılında başlanan cami 1574 yılında ibadete açılmış. Mimar Sinanın “Ustalık eserim” dediği bu cami Osmanlı mimarisinin önemli yapıtları arasında sayılmaktadır. Caminin şehrin en hakim yerine konuşlanması her yönden görkemli bir görüntü vermesini sağlamaktadır. Kubbe yapısında Sinan daha önce hiç denenmemiş teknikler kullanmıştır. Kubbeye yakın olan ve her birinde de üç şerefe bulunan minareler camiye gökyüzüne doğru uzanan ayrı bir görkem kazandırmaktadır. 380 santimetre çapında ve 71 metre uzunluğunda olan bu minarelerin bazı kaynaklarca alemler dahil 85 metre uzunluğunda olduğu belirtilmektedir. Üç şerefeli de olduğu gibi bu caminin cümle kapısının iki yanındaki minarelerin şerefelerinin  her birine ayrı yoldan gidilmesi mimari özelliği  mevcut bulunmaktadır.

Selimiye gibi muhteşem bir mimari eserin ziyaretini tamamladıktan sonra günün sonuna geldiğimizi fark ettik. Günün yorgunluğunu ve midemizin açlığını gidermek üzere-hemen yolda bir vatandaşa sorarak- Edirne’nin meşhur çiğer tavasını denemek için uygun bir mekan bulduk. Aydın Ciğer Tava adlı mekanın gerçekten çok rağbet gördüğünü yer bulmakta zorlandığımızdan anladık. Fiyatının da oldukça makul olduğunu söyleyebilirim. Edirneye yolu düşenlere tavsiye ederiz.