BÜYÜME AYLARIM/ İNŞAATTA AMELELİK

Daha önceki bölümlerde öğretmen okulunu bitirdiğimde 18 yaşını doldurmadığım için göreve başlayamadığım bu nedenle de yaklaşık bir yıl büyümem gerektiğini belirtmiştim.Gerçi o sıralarda mahkeme kararı ile yaş büyütmeler söz konusu idi ama ben ailenin ilk çocuğu olduğumdan böyle durumda doğum tarihi nikah tarihinin önüne geçiyor falan gibi sebeplerle bu yolu denememiştik.Gerçi daha sonra yapılan yasal düzenlemelerde mahkemelerden kaza-i rüşt kararı alınarak bu tür sorunlar halledilir olmuştu.Kaza-i rüşt kararı bireyin kronolojik olarak 18 yaşını doldurmasa bile bu yaş olgunluğuna ve sorumluluğuna sahip olduğunu belirten bir belge idi.

amele

Sınıf arkadaşlarım görev yerlerine gittikten sonra ben de evimizde çiftçilikle ilgili her yaz yapmakta olduğumuz işlerle uğraştım bir müddet. Çapa,orak,harman, saz biçme,saman taşıma, yakacak olarak ayçiçeği saplarını toplama gibi rutin işler eylül ayına kadar bitmişti. Aylaklığı biraz özlemiştim fakat biraz da sıkılmaya başladım. Ayrıca biraz da para kazanmam gerekiyordu.O sırada arka komşumuz olan Arif cambazlara eski köylülerimizden veli usta ev yapıyordu.Bana “İnşaatta benim yanımda çalışır mısın?” dedi.Ben de kabul ettim. Yaptığım iş onun buyurduğu şekilde tuğla taşımak,taş vermek,harç karıştırmak gibi işlerdi.Birlikte 20-25 gün kadar çalıştık.Orada işim bittiğinde elime yaklaşık 300 lira civarında para geçti. Bu belki o yaşa kadar elime geçen en büyük para idi. Öğretmenliğe başladığımda bile belki bunun biraz fazlasını maaş olarak alacaktım.

çiftçi

Öğretmenliğe fiilen başlamama bir yıldan az bir zaman kaldığını da düşünerek kazandığım para ile bir takım elbise yaptırmaya karar verdim. Yakın komşulardan birisi kendi evinin sokağa bakan bir odasında  terzilik yapıyordu. Raflarda bulunan birkaç çeşit elbiselik kumaş içinden siyah üzerinde  hafif çizgileri olan bir tanesinde karar kıldım. Ölçüler alındı. Artık benim de sınıfa girdiğimde yatılı okulda verilenlerin dışında esaslı bir takım elbisem olacaktı. Bir kaç gün sonra üzerinde beyaz dikişleri olduğu halde provaya hazır olarak askıda yerini almıştı elbisem.Prova yapılışı sırasında keyfim kaçmaya başlamıştı. Elbisede sezdiğim tuhaflıklarla ilgili olarak terziye          “Şu omuzlar çok dar olmamış mı?” veya “Pantolonun bel kısmı biraz garip değil mi?” diye sorduğumda Terzi “O önemli değil” “Merak etme ondan bir zarar gelmez” gibi beni hiç de tatmin etmeyen cevaplar veriyordu.

Elbise tamamlanıp eve getirdiğimde sadece bir kez giyebildim. Omuzları ve paçaları olabildiğince dar orta kısmı da olabildiğince geniş dikey bir baklava dilimine benzer bir görüntü ortaya çıkmıştı. O kadar gün çalıştığımın karşılığıma mı yanayım, aylar sonra okulumda öğrencilerimin karşısına çıkacak takım elbisenin gittiğine mi yanayım şaşırdım. Ama olan olmuştu ve bu da hayatın başka bir tecrübesi idi.

BENİM OKULLARIM / ŞİDDET

Son yıllarda adına şiddet dediğimiz olaydan bizim çocukluk ve okul yıllarında dayak, sopa gibi daha avam ifadelerle bahsediliyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse ailede, okulda ve kışlada pek de yadırganmayan bir eğitim ve cezalandırma yöntemi idi. “Eti senin kemiği benim”, “Dayak cennetten çıkmadır”,”Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”,”kızını dövmeyen dizini döver” “Dokuz nasihatten bir serencem iyidir”gibi anonim değerlendirmeler yanında “Nush ile uslanmayı etmeli tekdir,tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” gibi ünlü şairlerimizin kabulleri de bu konuda anlayış birliği oluşturuyordu.

Yıllar sonra görev gereği bu defa şiddet uygulayanları sorgulama durumuna geldiğimde ilgili öğretmen veya yöneticilerden “Ah hocam hiç eskiden böyle miydi? Bir de şimdiye bakın çocuğa dokunsan, biraz kulağını çeksen soluğu ya milli eğitimde ya da savcılıkta alıyor.” şeklinde eski  günlere ait özlemleri ve bu güne ait yakınmaları duyabiliyorduk .Aslına bakarsanız bu kabul hukuki mevzuatımıza bir şekilde girmişti.O tarihlerde Danıştay’ın bir dairesinin terbiyevi amaçlarla dövmeyi kabul edilebilir olacağına dair kararlarını bile incelemelerde kullanmak ve değerlendirmek durumunda kalıyorduk.Tabi terbiyevi amacın veya terbiyevi şiddetin ölçüsü veya başlayıp bittiği yer neresidir o da ayrı bir konu.

Aileden, ilkokuldan başlayarak 12.sınıfa kadar olan eğitim basamaklarının her aşamasında ki bunlara erkeklerin askerliğini yaptıkları kışlayı da ilave edebilirsiniz-farklı görüntü ve miktarlarda olmakla birlikte bu olguyu yaşamak mümkündü. Bireyin kendi yaşamasa bile buna tanık olması dahi aslında hoş olmayan bir durumdu. Şükürler olsun ki yüksek öğretim döneminde bu yoktu. Yoktu ama bu defa ya öğrenciler birbirlerine veya polis tarafından öğrencilere uygulanması biçiminde de olsa muhatapları değişerek aynı filmi görmeye devam ediyorduk. Düşünebiliyor musunuz lise seviyesinde öğretim gören bir öğretmen okulu öğrencisi kahvehanede görüldüğü için, tavla oynadığı için veya bir başka nedenden ötürü bir şekilde cezalandırılıyor, ama aynı öğrenciden birkaç ay sonra gerektiğinde köy kahvesine giderek toplumu aydınlatması ve yönlendirmesi bekleniyordu. Tabi bu anlayış ve kültürle büyüyen birinin kendi yaşamında yaşadıklarını bir ebeveyn, bir öğretmen olarak kendinden sonrakilere yansıtması kadar doğal bir şey olamazdı.

Neticede biz de bu toplumun bir parçasıydık. Bu uygulamaların ve anlayışların ne kadar dışında kalabilirdik? Gerek 8-10 yıllık öğretmenliğimde ve gerekse de ana baba olarak sayıları 1-2 kez de olsa buna tevessül etmenin utancı, mahcubiyeti ve pişmanlığı içindeyim. Hiçbir şeyin bunu mazur göstereceğine de inanmıyorum. Durumu kurtarmak için “Ama çok yaramazdı,hiç derslerine çalışmıyordu,okuldan sürekli kaçıyordu,sigara içiyordu,bana karşı geliyordu ve küfür ediyordu…..” gibi yüzlerce gerekçeyi sıralasak bile dayağın, şiddetin bir aczin ve yetersizliğin ifadesi olduğu gerçeğini değiştiremeyiz.Bu bakımdan bu uygulamanın parçası olarak hatırladığım ve hatırlamadığım herkesten özür diliyorum,yıllar sonra hatırlayıp pişmanlık duyanları da özür dilemelerine gerek kalmadan affediyorum.

Bazen arkadaşlarla da konuşmuşluğumuz olmuştur. Şöyle geriye dönüp baktığında insanoğlunun bir yığın yanlışı olduğunu kendisi bile fark ediyor. Acaba yaratan yarattığına bir şans daha vermeyi düşünmez mi diye de aklımdan geçmiyor değil.Yani ilk yaşananları hayatın bir müsveddesi olarak kabul edersek ikincisini de temiz ve gerçek defter düşünmek gibi yani.Bunların her ikisinde de aynı hataların ve yanlışların yapılması halinde artık kişinin cezalandırılması gerektiği biçiminde yani.

BENİM OKULLARIM / YÜKSEK OKUL

Yurdun çeşitli yerlerinde yaklaşık beş yıl kadar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra bir üst öğrenim görmek için şansımı denemek istedim. O zamanlar öğretmen okulunu bitirenler sadece kendi kulvarlarında yüksek öğretim yapma hakkına sahipti.Yani genel liselerin girdiği merkezi üniversite sınavlarına giremiyor, öğretmen yetiştiren yüksek okulların ayrıca açtığı sınavlarla bu okullara kabul ediliyorlardı.Lise mezunları ise hem merkezi sınavlara girerek çeşitli üniversitelerin çeşitli bölümlerini tercih edebiliyor hem de öğretmen yetiştiren yüksek okulların sınavlarına da girebiliyorlardı.Öğretmen okullarında olduğu gibi bu okulların girişinde de önce test tekniği ile bir yazılı sınav, akabinde de mülakat sınavı yapılıyordu.

enst

O sıralarda görev yaptığım Beykoz’un Bozhane köyüne gelen postacı bana daha önce imtihanlarına girdiğim İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsün Eğitim(Pedagoji) bölümünün yazılı sınavlarını kazandığımı ve belirtilen tarihlerde yapılacak mülakat sınavlarına gelmem gerektiğini bildiren yazısını getirmişti. Bu sınavları da kazandığımda bu okulda yatılı veya burslu okuma imkanına kavuşacaktım. Bu okulu bitirince de mezun olduğum öğretmen okullarında öğretmenlik veya İlköğretim Müfettişi olma şansım olacaktı.

Bölüme 36 öğrenci alınacaktı .Tabi çağrılan öğrenci sayısı bunun birkaç katı idi. Sınavlar sonuçlanıp listeler açıklandığında dikkat ve heyecanla izlediğim listede ilk 36 ya giremediğimi görünce üzülmediğimi söylesem yalan olur. “Ne yapalım kısmet değilmiş diyerek” Beykoz’daki görevime devam etmeye başladım. Şunu da hemen belirteyim ki okula girmeye hak kazanan 36 öğrenci içinde yoktum ama listenin sonundaki ilave edilen birkaç kişilik yedek isim arasında adım vardı.(Sanırım 2 veya 3.yedekteydim) Bunu görünce çok  az da olsa bir umut pırıltısı içimde tekrar belirdi.

kimlik

Birkaç gün umutla bekledim. Pek ses seda çıkmayınca tam ümidimin tükendiği sırada moda deyimi ile postacı kapımı ikinci kez çaldı. Getirdiği yazıda yasal birtakım gerekçelerden ötürü kesin kaydını yaptıramayan öğrencilerden boşalan kontenjan için belli tarihe kadar başvurmam halinde kesin kaydımın yapılacağı açıklanıyordu. Ben kaydımı yaptırmak için okula gittiğimde 1973 kasımının sonlarıydı. Ekim ortalarında başlayan eğitim üzerinden nerdeyse 5-6 hafta geçmişti. Eğitim göreceğim dersliğe gittiğimde teneffüs saati idi.36 kişilik sınıfta 12 masa vardı ve her masada 3 er kişi oturuyordu. Yani herkes yerini kapmış, tanışıklıklar gelişmiş benim ise oturmak için yer seçmekten çok ve her neredeyse boş kalan o son sandalyeye oturmam gerekiyordu.Ben kapıda rastladığım ilk öğrenciye kendimi tanıtıp boş yerin nerede olduğunu sordum. O da en ön sırayı işaret ederek oturmakta olan iki kız öğrencinin arasındaki boş sandalyeyi işaret etti. Tabi içimden “Körün istediği bir göz ve Allah verdi iki göz” demek geçti.

bizim sınıf

Neyse yedekten kayıt olmanın bir cilvesi ile de olsa sağ ve sol yanımdaki kız arkadaşlarla bu okuldaki öğrenciliğim başlamış oldu. Sıra arkadaşlığı şeklinde bile olsa doğrusunu söylemek gerekirse sağlı ve sollu olarak nerdeyse omuz omuza, dirsek dirseğe öğrencilik hayatımın hiçbir döneminde karşıt cinse bu kadar yakın olamamıştım. Özellikle sol yanımda yani kalbimin bulunduğu taraftaki kız – yani şu andaki eşim Nuray-  sonunda benim hayat arkadaşım ve çok sevdiğim çocuklarımın babası olma mutluluğunu bana yaşatınca galiba okula yedekten girmeyi dahi doğru zamanda ve doğru yerde olmayı sağlayan ilahi bir mucize olarak değerlendirdim.

aile

Bu okulda geçen 3 yılın son altı ayını saymazsak diyebilirim ki öğrencilik hayatımın en özgür, en rahat, öğretmenler dahil herkesle en eşit diyebileceğim dönemini yaşadım. Sınıfımızdaki herkesin en az 3-5 yıllık sınıf öğretmenliği deneyimi vardı. Zaten kayıt olmanın ön şartı da buydu.Bu birikimle gelen olgunlaşma,ev arkadaşlığı ilişkileri,eğitim ortamının son derece demokratik olan işleyişi öğrenciliği son derece keyifli yapıyordu.

Son altı ayın ayrı tutulması konusunda oluşan soru işaretlerine de açıklık getirmek isterim. O tarihlerde tüm ülkede olan öğrenci hareketleri,boykotlar,işgaller nihayet bizim okula da gelmişti.Başlamış veya başlatılmış olan boykotun ne tam olarak içindeydik ne de tam olarak dışındaydık.Bir yığın psikolojisi içinde bazılarınca adeta tatil anlayışı içinde boykotun üzerinden günler ve haftalar geçmeye başlamıştı.Zaman da bir yandan akıp gidiyordu.Sanki günün birinde gaipten bir ses boykotun bittiğini birilerine haber verecek sonra onlar da bir kısmı memleketlerine gitmiş olan öğrencilere bu haberi uçuracaktı.Gruplar arasında hararetli tartışmalar sürüyordu. Öğrencilerin birtakım talepleri vardı. Bu talepler okul yönetimince yerine getirilmeliydi. Tabi bu sorunlar ve talepler ülke sorunlarından soyutlanamazdı. Birlikte düşünülmeliydi. Ancak ülke sorunları da dünya sorunlarından bağımsız olamazdı .O halde dünya üzerindeki faşizm ve sosyal faşizm sona ermeden ülkemizin dolayısı ile bizim sorunlarımızın çözümü de mümkün görünmüyordu.Böylesine uçuk-kaçık değerlendirmelere kadar uzanıyordu nerdeyse işin ucu. Evde patlayan ampulü, atmış olan sigortayı değiştiremiyorduk, bursumuz-ki o da sonradan kesildi-ve babamızın gönderdiği para olmasa hayatta ve ayakta kalmamız bile zorken insanlar bırakın ülkeyi dünyayı değiştirme peşindeydik. O çağlarda sağduyu insan bedeninden ayrılarak seyahate çıkmıştı sanki. Sağduyulu değerlendirmeler de küçük hesaplılıkla eşdeğer tutuluyordu.

fakülte

Sonuçta boykot bitti. Bitti ama nasıl bitti ne oldu da bitti orasını hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey herkesin çok şey kaybettiği idi. Burslarımız zaten kesilmişti. Bunun dışında en az hemen  herkesin en az altı ayı kaybolmuştu. Diğer öğrenciler Haziran ayında okulu bitirirken bizler boykot nedeni ile stajımızı yapamadığımız için mezuniyetimiz ve göreve başlamamız nerede ise beş, altı ay gecikmişti. Kaybolan keşke zamandan ibaret olsa ne akıllar ne canlar kayboldu ne yuvalar yıkıldı ve ne ateşler düştü birçok yüreklere. Sonuçta bir dönem okula sokulmayanlar okula sokmaz olmuşlardı. Sanki Dünya tersine dönmüştü.

belge

2000 li yıllarda lisans tamamlama programı için tekrar buluştum yüksek okulla. Marmara Üniversitesinde(Atatürk Eğitim Fakültesi) bir dönem büyük oğlum Dinçer’le birlikte gitme mutluluğunu da yaşadım. O Bilgisayar Mühendisliğine devam ederken bende rehberlik ve psikolojik hizmetler dalında lisansını tamamladım.

BENİM OKULLARIM / İLKÖĞRETMEN OKULU

Bütün küçük kasabalarda öylemidir bilmiyorum. Bizim kasabamızda (Tekirdağ/Muratlı) o zamanlar büyük bir çoğunluğun benimsediği bir ezber vardı. “İlkokulu bitirenler Kepirtepe Öğretmen okulunun, ortaokulu bitirenler de Edirne Öğretmen okulunun sınavlarını kazandıklarında hayatları kurtulmuş demektir.” Şeklinde ifade edilen bu tespitten hareketle girdiğim Edirne öğretmen okulunun yazılı ve mülakat sınavlarını kazanarak 1964 yılında bu okula kaydımı yaptırdım. Bu okulların parasız yatılı oluşu,yiyecek yatacak yanında giysi ihtiyaçlarının da karşılanıyor olması belki başka çaresi olmayanların  ilk tercih edeceği yer oluyordu.Bu gerçekleşmediğinde biraz imkanı olanlar ilçede lise olmadığı için 25 km. kadar uzaklıktaki Tekirdağ’da ev tutarak lise,ticaret lisesi,sanat enstitüsü okullarında okuma seçeneğini değerlendiriyordu.Bu da olmadığında geleneksel usta-çırak ilişkisinden hareketle terzi,berber v.b.sanatlarının öğrenilmesi kulvarına geçiliyordu.

eskibina

Edirne Erkek İlk öğretmen okulu binasının 1958 den bu yana öğretmen okulu, ,daha önce de tütün deposu olduğunu hep biliyorduk. Biraz daha derinliğine araştırdığımda bu okulun  1893 tarihinde Polonyalılar tarafından bir azınlık okulu olarak yapıldığını,tarihsel gelişim içinde  hastane,kız öğretmen okulu olarak da kullanıldığını öğrendim.1973 yılından itibaren 1.Murat Ortaokulu.1984 tarihinden bu yana da 1.Murat Lisesi olarak hizmet vermekte olduğunu söyleyebilirim.

yenibina

Ortaokuldan sonra devam ettiğim öğretmen okulunda da sıradan bir öğrencilik yaşadım. Birinci sınıfta Edebiyat, Fizik ve Beden Eğitimi dersinden bütünlemeye kaldım.2. ve 3. sınıfları da doğrudan geçmiştim. Edebiyat fizik neyse de Beden Eğitimini kimseye izah edemiyordum. Onun için soranlara 2 dersten ikmale kaldığımı söylüyordum. Aslında bu dersten bütünlemeye kalışımı kendime de açıklayamamıştım bir türlü. Edebiyat ve fizik derlerinin sınavlarından başarısız olmamı gayet iyi anlıyordum .Ama ya beden eğitimi…Hem de en yüksek notu beklerken.Çok iyi bir sporcu falan olduğumdan da değildi beklentim.O yıl bayram tatili nedeni ile azalan öğrenci sayısı da dikkate alınarak 19 Mayıs gösterilerine katılanların karnelerine beden eğitimi notu 10 olarak verileceğine dair bir de teşvikten bahsedilmişti. Belki bunun da etkisi ile Müzik öğretmeni Necati beyin beste ve güftesini yaptığı ”Gülelim bizde,bu güzel günde….coşalım biz de haydi…”ezgisi ile jimnastik hareketlerinin sayısız provasını da yaptık.19 Mayıs törenlerinde de hayli başarılı idik.Fakat sonuç…yukarıda bahsettiğim gibi.Bir de bazı özellikleri ile gıcık,problem bir tip olsam belki burnumu sürtmek,  veya bana ders vermek için yapıldı diyebilirdim.Ama böyle bir şey de yoktu.Beden Eğitimi öğretmeninin beni hatırlayacağını bile sanmıyorum.

gösteri

Bütünleme sınavlarına iyi çalıştım. Aynı ezgileri içimden mırıldanarak 10 numara beklentisi içine yaptığım hareketleri 5 numaraya razı olarak tekrarladım durdum. Edebiyat ve Fizik sınavını verdikten sonra Beden Eğitimi sınavına girdim. Benden başka sınava giren öğrenci olup olmadığını bile hatırlamıyorum. Okulumuzun Beden Eğitimi Öğretmeni Mustafa Özbek-ki ona da  “kıpışık” lakabını takmıştı öğrenciler-,Edirne Lisesinin,Ticaret lisesinin öğretmenleri Naci bey ve  Karga Bedri’den  oluşan komisyonda sınavımı başarı ile verdim.Yıllar sonra mevzuatı öğrenmeye başlayınca neyin kurbanı olduğumu daha iyi yorumlayacaktım.

öğretmenler

Bazılarınca şans ”Uygun zamanda uygun yerde bulunmak” olarak tanımlanmaktadır. Bu tespitten hareketle şansızlığı da “uygun olmayan zamanda uygun olmayan yerde bulunmak” olarak tanımlamak mümkün herhalde. Bunu şunun için söylüyorum. Okul hayatımda ve daha sonraki hayatımda  sigara içen birisi olmadım .Ama öğretmen okulunda sigara içerken yakalandığımı söylersem sanırım ne demek istediğim anlaşılmış olur.

Okulumuz şehir içinde olmasına rağmen hafta içi okul dışına çıkmak yasaktı. Hafta sonlarında gündüzlerin en alışılmış eğlencesi Zorlutuna Kız Öğrenci Yurdunun karşısında bulunan Kız Öğretmen okulunun kaldırımından yürüyerek orada görebileceğiniz bir bakışa veya bir saç düzeltmeye derin anlam yükleyip bunlar üzerine senaryo üretmekti. Akşamları da sinema en klasik ve vazgeçilmez eğlence araçları arasındaydı. Zaman zaman kız öğretmen okulundan sınıfların birbirine verdiği çay partileri en heyecanlı sosyal hayat deneyimleri idi.

öğrenciler

Yine böyle bir gece sinemadan çıkıp – sanıyorum Ayvazoğlu sineması idi- okula yönelmiştik Sigara içen arkadaşlardan biri bana bir sigara ikram etti .Ben önce istemedim ama o çağda büyüme,meydan okuma,ilgi merkezi olma gibi bazı kavramlar sigara tarafından sağlanıyordu. Arkadaşım biraz ısrar edince bir sigara da ben yaktım. Daha doğrusu sigarayı da verenler yaktı. Okulu bilenler Polis parkından ilerleyip Güldiken kız öğrenci yurdunu geçtikten sonra okula yaklaşıldığını tahmin ederler. Tabii  eski sigara içiciler “kurt “olduğu için okula gelmeden önceki ilk köşede sigaralarını atmışlar. Benim tabi bundan haberim yok. Köşeyi dönünce bir nefes daha çekip tam ben de sigarayı atayım derken o gece nöbetçi olan Fizik öğretmeni Sadık Bideci –onun da takma adının kont olduğunu söylemeliyim.- ile yüz yüze geliverdik. Diğerleri içeri girdi. Beni birkaç öğrenci ile birlikte alıkoydu. Diğer öğrencileri gönderdikten sonra üstümüzü aramaya önce benden başladı.Hem üzerimi arıyor hem de ısrarla ”Paket nerde..paket nerde”  diye soruyordu.Tabi ben ne söyleyeceğimi şaşırdım. Arkadaşlardan aldım desem bir türlü. Paketi attım desem bir türlü. Neyse bizim numaralarımız falan alındı. Biz de bizi bekleyen akıbetin ne olacağı kaygısını taşıyarak günleri saymaya başladık. Beklenen gün geldi Müdür tarafından çağrıldığımız söylenince hesap günü gelmiş olduğunu anladık. Müdür odasına benim dışımda çağrılan birkaç öğrenci daha vardı. Müdürümüz Necati Erinç(Totem) Önce genel bir söylev verdi. Siz bu okula niye geldiniz…ananız babanız sizi buraya niçin gönderdi…içerikli genel konuşmasının ardından bireysel olarak her öğrencinin başına gelip suçuna göre “Söyle bakalım okuldan neden kaçtın? Neden sigara içtin?” sorgulamasından sonra ortak yaptırım olarak “ Söyle bakalım çoceğem. Verem mi bavulunu eline?” cümlesini kendine özgü şivesi ile söylüyordu. Bavulun ele verilmesi kovulmanın kaba açıklaması idi. Bizim de gözümüzün önünden bavulu elinde memleketine dönmüş bir öğrencinin içler acısı durumu canlanıyordu. Bir daha olmayacağına dair sözlerin verilmesi üzerine bu talihsiz durum da atlatılmıştı.

diploma

1967 Haziranında Öğretmen okulunu bitirmiştim. O zaman teknoloji bu kadar ilerlememiş olmasına rağmen bir sonraki ayda mezun olan tüm öğrencilerin öğretmen olarak görev yapacakları yerler belli oluyordu. Tabi ben o tarihte 18 yaşını doldurmadığım için tayinim yapılamayacak ve yaklaşık bir yıl kadar büyümeyi bekleyecektim. Büyüme ayları olarak adlandırdığım bu dönemde yaşadıklarımı da başka bir yazı konusu yapacağım.

BENİM OKULLARIM / ORTAOKUL

1961 yılında girip,1964 yılında mezun olduğum Muratlı ortaokulu Mithatpaşa İlkokulunun arada bir caddenin olduğu hemen karşısında idi.Oradan da en çok hatırladığım isimler Müdür Muammar Çağlar ,Müdürün eşi ve aynı zamanda başyardımcı Nuran Çağlar ile Resim öğretmeni Salih Baydemir’di. Zaten diğer bir çok öğretmen de kasabanın memuran takımından ve benim de mezun olduğum ilkokuldan geliyordu. Sabri,Münevver,Hüseyin öğretmenlerle amcam Fikret Mola hep İlkokuldan tanıdığım isimlerdi.Ayrıca İlçenin kaymakamı ve veterineri de duruma göre öğretim kadrosunda yer alıyordu.

ortaokul

Nasıl,niçin ve kim tarafından konduğunu bilmiyorum ama”Gakçı” lakabı ile anılan Müdürümüz matematik derslerine giriyordu.Elinde tuttuğu matematik kitabından(Galiba Arif Akçabay’ın kitabı idi) sıklıkla sorduğu problem hala hatırımdadır. “Abdülkadir 1800 lira parasının bir kısmını %5  bir kısmını %4  faizle bankaya yatırıyor.Abdülkadir  şu kadar yıl sonra şu kadar faiz aldığına göre Abdülkadir’in % 5ten ve % 4 ten faize yatırdığı paraları bulunuz”Rakamlar ve sözcükler farklı olabilir ama problemin ana ekseni aynen böyleydi. Problemin çözümüne dayanak teşkil edecek olan F= axnxt/100 formülü zihnimde daha o zaman yer etmişti,

naciye

Müdürümüz her ne kadar Muammer Çağlar ise de asıl disiplin,otorite,yaptırım ve benzeri konularda etkin olan korkulan çekinilen kişi eşi Fizik/Kimya öğretmeni Nuran Çağlar’dı.Onunla muhatap olmak veya onun odasına çağrılmak daha ürkütücü ve endişe vericiydi.

suret

Ortaokulumuzun tamamı 3-5 şubeden ibaretti ve her sınıfta yaklaşık 10-15 kadar kız öğrenci vardı. Derslikte kızlar en öndeki sıralarda kendilerine ayrılmış yerlerde otururdu. Bahçede de caddeye yakın bölümde kendilerine ayrılan alanlarda oyunlarını oynarlardı. Kızlardan tarafa geçme konusunda ilan edilmemiş bir yasak vardı. Oraya bir top kaçması halinde top kızlar tarafından diğer bölüme uzaklaştırılırdı.

belge

Öğretim hayatımın tamamında vasat bir öğrenciydim. Öyle övünerek bahsedeceğim birinciliklerim ve derecelerim de olmadı. Bunun yanında negatif olarak da bir dikkat çekiciliğim olmadı.Ortaokulda ya sınıfların hepsini doğrudan geçtim yada bir yıl bütünlemeye –o zamanki deyimi ile ikmale- kalmışlığım olabilir.Bunu bile hatırlayamıyorum açıkçası.

Bu yazıyı okuyanlar resimdeki okul binasının da benim mezun olduğum ortaokulun isim değiştirmiş şekli olduğunu tahmin edeceklerdir.

BENİM OKULLARIM / İLKOKUL

1956 Eylül’ünün bir alaca karanlığında köyümüzden at arabası ile İlkokulu okuyacağım Muratlı kasabasına gelişimi hayal meyal hatırlıyorum. Eşyaların at arabasından henüz sıvası yapılmamış ve pencereleri olmayan iki gözlü kerpiç eve  acele ile indirilişi,çamur rutubet kokan yapının pencerelerini hasırla kapatışımız ve yedi numara gaz lambasının aydınlığında yere serilmiş bulunan hasır üzerindeki yatakta sabahlayışımızla ilgili görüntüler beleğimde bölük pörçük yer alıyor.Ertesi sabah uyandığımda nerden ve nasıl geldiğini anlayamadığım ama taze vernik ve cila kokusu hala burnunda tüten ve içinde yalnızca bir defter ve kalemin bulunduğu tahtadan yapılmış kahverengi ile sarı renk arası okul çantaları elimize tutuşturuluyor.Daha sonra dedemin bin bir güçlükle aldığı bu çantaların birinin benim diğerinin de benden iki sınıf ilerideki amcam için alındığını öğreniyorum.

bizim ev

Okulların ilk açıldığı gün amcamla –ki benden 3-4 yaş büyük olduğu için ben ona hep aga derdim- belki de kasabanın tek ilkokulu olan Mithat paşa İlkokuluna götürülüyoruz .Birden kendimi mahşeri bir kalabalık içinde buluyorum. O güne kadar köyde en fazla 3-5 kişilik oyun arkadaşlıkları dışında bir kalabalıkla karşılaşmayan biri için şimdiki tahminlerime göre en çok 200-250 kişiden ibaret de olsa bu kadar kalabalık bir insan yığını alışılmış bir durum değildi. Daha sonra hep birlikte okunan ve benim ilk kez duyduğum istiklal marşının söylenişi şaşkınlığımı daha da arttırmıştı. Bağıran,çağıran,koşturan ağlayan bir insan yığını idi o günden hatırladıklarım.

okul

Okulda 3.sınıfa kadar Enise öğretmende okumuştum. “Niye Enise öğretmen?”diye sorduğumda “Öğretmenlerin en iyisi o.Onun için ona kısaca Enise öğretmen diyorlar” şeklinde bir açıklamanın tarafıma yapıldığını hatırlıyorum. Nahiye Müdürünün –ki o zaman kasabamız henüz ilçe olmamıştı ve ilçe olması için daha bir yıl bekleyecektik.-eşi olan Enise öğretmen gerçekten eskilerin ismi ile müsemma dediği gibi “En iyisi” yakıştırmasına uyan birisi idi. 4 ve 5. sınıfları da arada geçici günlük,haftalık öğretmenleri saymazsak Hikmet ve Pakize hanımlarda okudum.Bilinir ki ilkokul döneminde öğretmenleri çocukların kahramanları ve en tutkulu aşklarıdır.Bu bizler içinde böyleydi.Tabi bu arada Hikmet öğretmenden pi sayısı yüzünden yediğim tokadı da unutmuş değilim.Bana sorulan pi sayısının 3 olan kısmını hatırlamıştım ama ondan sonraki 14 kısmını hatırlamayınca o günlerin rutin ve yaygın cezalandırma uygulaması olan şamar sol yanağımda şaklamıştı. Yıllar sonra müfettişlik görevimi yürüttüğüm Tekirdağ ilinde -sanıyorum Süleyman paşa İlkokulunda- kader beni öğretmenimi yani Hikmet hanım’ı teftiş etme rastlantısı ile baş başa bıraktı. Tabi öğretmenimin 20 yıl önceki öğrencisi tarafından denetlenmiş olmasının nasıl bir duygu olduğunu bilemedim. Mutlaka bunu başkaları ile paylaşmıştır. Ben de ona hiçbir zaman pi sayısının bana yaşattıklarını ona hiç hatırlatmadım. Ne de olsa onlar bizim kahramanlarımızdı.

grup

İlkokul yıllarımda bende sters ve sıkıntı yaratan şeyler de yok değildi.Bunlardan biri okul tuvaletlerindeki yaşadıklarımdı.Okul bahçesi çok geniş olduğu için tuvaletler okul binasına 70-80 metre uzaklıkta ve şimdiki öğretmen evi lokalinin bulunduğu yerdeydi.Tuvaletlerde şimdikinin pisuvarına benzeyen bir bölümünde öğrenciler ayakta ihtiyaçlarını gideriyordu. Fakat zaman zaman da öğrenciler kuyruk olmak zorunda kalıyordu.Ben de ne zaman arkamda birinin olduğunu sezsem acele etme kaygısından ihtiyacımı gideremiyordum.Böyle olunca yapılacak iş ya daha sonraki teneffüse yada eve erteleniyordu.

Beş yıllık okulun bitirme sınavları uygulaması da beni en çok geren konuların başında geliyordu. Öğrencilerin her biri her dersten içlerinde başöğretmenin( O zamanlar Müdür yerine başöğretmen vardı.) de olduğu bir komisyonun – o günkü adı ile mümeyyizler- karşısına çıkıyordu. Her birinin sorduğu sorulara adeta bir sorgulama cenderesi içinde yanıtlar veriliyordu. “Gerileme devrinin sebepleri nelerdir?” ya da “Mondros anlaşmasının maddelerini say” gibi talimatlar bilginin de sabrın da sınandığı bir sınav oluyordu. Büyük amcamın aynı okulda öğretmen olması bile sınavda heyecandan dizlerimin titremesini önleyememiş ve beni rahatlatamamıştı. Bütün öğrenciler öylemiydi bilmem ama ben bir yıl bunun gergin bekleyişi içindeydim. İçimden çok kere de bunu niye yazılı hale getirmezler diye geçirmiştim(Dualarım kabul görmüş olacak ki ertesi yıldan sonra bu sınavlar yazılı hale geldi ve en azından ortaokulda bu işkence bitmiş oldu.)

O yıllarda oyunlarımız da oyuncaklarımız da çok natureldi. Pancar,ayçıçeği,kabak gibi bitkilerden değişik arabalar,söğüt dalından yapılan düdük,en çok yapılan ve kullanılan oyuncaklardı.Satın alınanlar ise misket,bilye,cirlop denen renkli cam veya plastik yuvarlaklardı. Mahalle arasında oynadığımız top çoğunlukla paçavradan,inek tüyünden analarımıza yaptırdığımız kısmen topa benzeyen gereçlerdi.Lastik veya dolma toplara sahip olabilmek için biraz daha hali vakti yerinde olunması gerekiyordu.Meşin veya meşine benzer bir top okulumuza-veya sınıfımıza-İlçemizin iki fabrikatöründen biri olan Rıfkı beyin oğlu Nazmi tarafından getirilmişti.Bu mükemmel eşyaya sahip olmanın ayrıcalığını bilen Nazmi de takımları kurma,istediğini kendi takımına alma hakkını kullanıyordu.Çoğunlukla sınıfımızın yaşça ve bedence en irisi durumunda olan Abbas Çankaya-ki sonra kendisi terzi olarak yolunu seçmiştir- Nazmi’nin ilk aldığı oyunculardandı.Benim bu takımlarda yer alıp almadığımı hatırlamıyorum ama Nazminin oluşturduğu takımın yenilmesi pek kabil olmadığını unutmadım.

Yazı içindeki  resimlerde Anaokulu resmini görenler herhalde” Burası da Necmi beyin okuduğu Anaokulu olsa gerek” veya “Ana okulunu yazacağı yere koyacağına buraya koymuş” gibi tahminde bulunabilir. Oysa 1956 lı yıllarda  Anaokulu veya Ana sınıfı sözcükleri henüz eğitim lügatımıza girmemişti. Resimdeki Yavuzselim Ana okulu benim1961 yılında bitirmiş olduğum Mithatpaşa İlkokulun yıllar sonra ana okuluna dönüştürülmüş halidir.

ZAMAN FIRÇASININ DARBELERİ

Ve Büyük usta
Körfez tuvaline
zaman fırçasının darbeleriyle
en akla gelmedik
desenleri aksettirmede
alışılmış hüneriyle

Dubleks teki Süleyman amca
hiç görünmedi
yaz boyunca
karaciğerinden rahatsızmış
ayrıca kalbi ve şekeri de varmış
demek ölmüş
ne yapalım ömrü bu kadarmış.

Mahallenin kedileri
ne kadar yalnız
ne kadar mahzun
ne kadar da sahipsiz bu yaz
Melek hanım nerede
ekmek verse biraz
demek çok sıkışmış
evini de çok ucuza satmış
öksüz bırakmamak için kedilerini
bir sokak ötede
kiralık bir eve taşınmış

Karşı bloktaki
albayın kızı ve damadı
kışı burada geçirmişler
ama kendisi iyice yaşlanmış
adımları da iyice yavaşlamış
Ona da zatürre demişler.

İzmirli karı kocanın da
panjurları çok geç açıldı
kadın hayli solgun
adam ne kadar zayıflamış
saçları da iyice seyrelmiş
ayrıca
bir hayli de kilo vermiş
demek
kemoterapi yüzündenmiş

Komşu Hasan beyler
maaşallah turp gibi
ha bire koşturup duruyor.
ama o bile bu yıl
“otuz kulaç atınca
biraz yoruluyorum” diyor.

Bir gün
senin tuvaline de zaman fırçası
darbesini vuracak
bir gün senin de
balkon kapın açılmayınca
etrafta meraklı bakışlar dolaşacak
dayanamayıp birisi
yan komşuya soracak
ve onlar da
“Geçen yıl küçük oğlunu evlendirmişti
yeni de bir torunları olmuş
çok sağlıklı görünüyordu ama
bu kış rahmetli olmuş”
diyecek.

Ağustos/2010/Altınoluk

DÜŞÜNCELER

Düşünceler
kaplar tüm benliğimi
davetsiz misafir gibi
düne,bu güne
ve geleceğe dair
vesair,vesair.vesair
düşünceler

Düşünceler
kah çatık bir kaş
olursunuz yüzümde
kah akmayan bir yaş
olursunuz gözümde
düşünceler,düşünceler
ve ardından uykusuz geceler

Düşünceler
kadehlerde teselli
aşılmaz,anlaşılmaz dün,
yaşanmamış bu gün
anlatılmaz yarın olursunuz

Düşünceler
ve de her sefer
düşümdeki kabus
dudağımdaki uçuk
boynumdaki ter tırnağımda et
sol yanımdaki ağrı
yüreğimdeki ses
ve içimde
derin bir nefes olursunuz

Düşünceler
sevdiğimin yüzünde
bilinmeyen bir göz olur
her an dilimde
söylenemeyen bir söz olur
ve dudaklarda silinmeyen bir iz
düşünceler,düşünceler
ah bir bilseniz

Düşünceler
tarifsiz bir öfke olur
çok kere
ve çocuğumun yüzünde
patlayan bir tokattır
sebepsiz yere
ve bir hesaplaşmadır
götürür insanı
yıllar öncelere

Düşünceler
tutsak etmiş benliğimizi
istemiyorum sizinle uğraşmak
ve ömrümce kara bulutlarla savaşmak
benim de hakkım
masmavi gökyüzü altında
taptaze baharı yaşamak

NİÇİN EMEKLİ OLDUM

Kırk yılın ardından

kravatsız bir boyun ile

hilesiz hurdasız bir oyun istiyorum.

Galata köprüsünde

küçücük iskemleme oturarak

ve yüzlerce oltanın arasına karışarak

balık tutmak istiyorum

Birden

kendimi bulmak istiyorum

sahaflar çarşısında

ve kaybolmak istiyorum

tozlu kitaplar arasında

Namaza durmak istiyorum bir Cuma vakti

Süleymaniye’de ya da Sultanahmet’te

tarifsiz bir huşu içinde

İstiklal caddesinde yürümek istiyorum

elimde evrak dolu çanta olmadan

ve serserice ıslık çalarak

ya da eski bir şarkıyı mırıldanarak

son derece  amaçsız biçimde

Küfretmek istiyorum

hem de ağız dolusu

riyaya,bencilliğe,çıkarcılığa

ait ve sahip olan herşeye ve herkese

Şükretmek istiyorum

yalnız ve sadece aldığım nefese

Sinemaya gitmek istiyorum

filmin ne olduğuna bile bakmadan

karanlık salonda mısır gevreği yemek istiyorum

en büyüğünden hemde

hiç hesap kitap yapmadan

Güvercinlere yem vermek istiyorum

Bayazıt meydanında

çırpınanan kanatlar arasında

oradan bırakarak kendimi

Mahmutpaşadan  Eminönü’ne doğru

balık ekmek yemek istiyorum

bir öğleden sonrasında

Fırlayarak özgürce sokağa

yaz yağmurlarında ıslanmak istiyorum

hem de tepeden tırnağa

kucak açmak istiyorum

kaz dağlarının zeytinliklerine

ve kulaç atmak istiyorum

Egenin ve körfezin serinliklerine

Necmi MOLA/24.11.2009/ Bakırköy