Bana 2023’ün önemli olaylarını say deseler birinciliğe 6 Şubat’ta meydana gelen ve elli binden fazla yurttaşımızı kaybettiğimiz deprem, ikinciliğe de 14/28 Mayıs seçimlerini koyardım. Bu iki olayın dışında bizim kendi hayatımız ile ilgili bir konuyu da sıralamaya dahil etmek isterim. Hesapladım da öğrencilik ve çalışma hayatı dahil 74 yıllık ömrümün kırk yıldan fazlası -yani yarıdan fazlası- İstanbul’da geçmiş. Biz de eşimle radikal bir karar alıp bu kadar yıl bizi bağrına basan bu şehirden benim kasabam olan Muratlı’ya taşındık.
Aslında öteden beri bu fikir teorik olarak kafamızda vardı. Çocuklarımızın okullarını bitirip iş hayatına yurt dışında devam etmesi, bizlerin mesleki olarak burada ikamet zaruretinin bulunmaması burada bulunmayı gereksiz ve anlamsız kılmaya da başlamıştı. 6 Şubat depreminden sonrası İstanbul için ileri sürülen kötü senaryolarda bir yandan kafamızı karıştırıyordu. Gerçi evimiz fazla yaşlı olmadığı için göreceli de olsa güvenli sayılırdı. Ama gel gör ki anlı şanlı müteahhit Ali Ağaoğlu bile “Deniz kumu ile çürük evler yaptık. İstanbul depreminde ölenler kendini şanslı saysın” gibi değerlendirmeler yapınca zaten aklımızda olan bu planı devreye sokmaya karar verdik.
Babam 2015 yılında vefat etti. Şu sıralar 95 yaşına merdiven dayamış olan annemin bakımını Tekirdağ’da ikamet eden kız kardeşim ile aramızda bir şekilde hallediyorduk. 80’li yaşlarda bizimle İstanbul’a, Altınoluk’a hatta Antalya’ya bile gelmişti. Ama son yıllarda uzun yolculuk kendisine zor hatta imkânsız hale gelmeye başlamıştı. Taşınma planımız gerçekleşince onunla da daha fazla vakit geçirme ve ona karşı sorumluluklarımızı yerine getirme imkanını da elde etmiş olacaktık.
Muratlı’da taşınmayı düşündüğümüz ve babadan kalma dairedeki kiracıya çıkmasını söyledik. Sağ olsun kendisi bizim ricamızın üzerinden bir ay bile geçmeden evi bize teslim etti. Boya, badana, taşınma derken karar verme ile taşınmayı gerçekleştirme işini iki ay gibi kısa bir zamanda gerçekleştirdik. Hızlı taarruz kesin sonuç gibi bir durum yani. Yanlış hatırlamıyorsam 2023’ün 29 Martının yağmurlu bir akşamında eşyalarımız inmişti yeni evimize.
Akraba ve konu komşu yardımı ile bir iki gün içinde buradaki yerleşik düzenimizi hayata geçirdik. 1964 yılının sonbaharında yatılı olarak gittiğim öğretmen okulundan başlayan ayrılığım neredeyse 60 yıl sonra son bulmuş ve çocukluğumun geçtiği kasabaya geri dönmüştüm. Bu arada annem ve babam burada olduğu için tatillerde, bayramlarda buraya hep geldik. Yani tam olarak bağımız kesilmiş sayılmazdı. Ama her halükârda bu geliş gidişler yerleşik düzenimiz başka yerde olduğundan geçici bir özellik taşıyordu.
Bunca yıldan sonra geri döndüğüm bu kasabada ne hissettiğim ile ilgili duygularım tam olarak şekillenmedi. Kendimi biraz da yıllar önce okuduğum Paula Coelho tarafından yazılan “Simyacı” romanının kahramanı Santiago gibi hissettim. Bir zamanlar çok meşhur idi o kitap. Belki sizler de okumuş olmasınız. Aklımda kaldığı kadarıyla Santiago İspanya’da, Endülüs’te yaşayan 15-16 yaşlarında çobanlık yapan bir çocuk. Her gün bir yandan koyunlarını otlatırken bir yandan da ileriye dönük hayaller kuruyor. Daha çok metruk bir kilisenin bahçesindeki incir ağacının altındaki büyük taşa yatarak kuruyor bu hülyalarını.
Bir ara mısır piramitlerin birinin kenarında saklı bir hazine görüyor rüyasında. Bunu falcılara, keşişlere, din adamlarına anlatıyor ve onlardan aldığı bilgi ile bu hazineye kavuşmak için sevdiği kızı da geride bırakarak koyunlarını da satıp yollara düşüyor. Parasını çaldırıyor, çalışmak zorunda kalıyor, birçok kez canı bile tehlikeye giriyor. Velhasıl çok çileli ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Cebelitarık boğazından geçerek piramitlere ulaşıyor ve rüyasında gördüğü yeri kazmaya ve hazineyi bulmaya çalışıyor.
Çile burada da bitmiyor. Bu sırada da orada bulunan bir grup tarafından kendisi epey bir hırpalanıyor. Ancak bu sırada bir şey kafasına dank ediyor ve hazinenin çok uzaklarda olmadığının farkına varıyor. Uzatmayalım her gün koyunlarını otlattığı metruk kilisenin bahçesinde incir ağacının altındaki büyük kayanın üzerindeki uykusundan uyandığında artık hazinenin nerede olduğunun farkındadır. Hemen o kayanın altını kazıyor hazineye kavuşuyor, yolunu gözleyen sevgilisi ile de evlenip mutlu mesut yaşıyorlar. Tam bir Türk filmi finali yani.
Bizim yerleşik düzenimizi Muratlı’ya taşımamız her ne kadar bu romanı bana hatırlattı ise de buna benzeyen yönlerden çok benzemeyen yönleri daha fazla. Bir kere Santiago çileli ve hayali yolculuğun geriye döndüğünde aynı coğrafyada ve aynı iklimde her şeyi bıraktığı gibi buluyor ve kaldığı yerden hayatına başlıyor. Ama bizimki öyle mi? Ne coğrafya ne iklim ne insanlar ne de ilişkiler aynı değil. Sizden uzakta yaşlandıkları için birçok kişiyi tanımak da bile zorlanıyorsunuz. En acısı da merak edip sorduğunuz bazı dostlarınız ve okul arkadaşlarınızla ilgili olarak “Aa o iki sene önce rahmetli oldu haberin yok mu?” şeklinde aldığınız cevap oluyor.
Öncelikle babadan kalma daireye yerleşmemiz çok sıradan ve basit bir olay olarak görülebilir. Ancak yazımın içinde bulacağınız ve küçük amcamın arşivinden edindiğim fotoğraflar beni epey geçmişe götürdü. Şu anda yerleştiğimiz dairenin bulunduğu apartmanın yerindeki toprak evlerimizin fotoğrafını görünce içim bir tuhaf oldu. Dile kolay 1956 yılında yaptığımız ve yarım asırdan fazla bizleri bağrına basan, birçok yaşanmışlıklara tanıklık eden bu yapının bir bahar mevsiminde çiçek açmış vişne ve erik ağaçları ile birlikte dozer darbesi ile yok oluşunu içimiz acıyarak izlemiştik.
Toprak evimizin bulunduğu Muratlı ilçesi o zamanlar 4-5 bin nüfuslu büyük ölçekli bir köydü. Daha sonra da ilçe- ki o zamanlar kaza deniyordu-oldu. Normal zamanlarda duvarda asılı olan gaz lambası yemekten sonra aynı zamanda çalışma masası olarak kullandığımız yuvarlak sofranın ortasına koyuyor ve derslerimizi onun ışığında yapıyorduk. 7 ve 14 numaralı iki çeşit lamba vardı 14 numara olan çok daha fazla aydınlatıyordu. Ders çalışmak veya ışığa çok gerek duyulan el işi falan yoksa rahmetli babaannemin ilk işi hemen gaz lambasının fitilini kısmaktı. Yani tasarruf tedbirleri o zamanda vardı.
Bir çiftçi ailesi olduğumuz için çocukluktan beri orak ve çapa mevsimlerinde sabahın mahmurluğu ile gözümüz daha açılmadan önceden bütün hazırlıkları yapılmış at arabasına yarı uyur yarı uyanık binmiş oluyorduk. Hayvanlara bakmaktan su getirmeye, çapa kazmaktan orak biçmeye, uygun bir iş bulunuyordu herkes için. Okullar açılsa da biraz dinlensek diye düşündüğüm de oluyordu bazen.
Beni en çok tarladan eve dönüş yolculuğu sevindiriyordu. Hele yaptığımız iş yarım günde bitti ise bir an önce eve dönmek ve gün boyu çelik, çomak, misket ve top oynayan çocukların arasına katılmak için can atıyordum. Bazen ise bu hevesimizin kursağımızda kaldığı da oluyordu. Arabanın yakındaki bir başka tarlaya sapması, ya da yol üzerinde kendi tarlalarında çalışmakta olan tanıdık, komşu ve akrabalara rastlandığında selam verip geçmek ayıp sayıldığından araba yanaştırılıp atlar koy verilip en az bir iki saat onlara yardım etmek gibi gelenek yerine getiriliyordu.
Tanıdığımız bir kişinin tarlasının yanından geçerken çapalanması gereken ürün çapalanmamış ve ot basmış vaziyette ise ilginç bir mizah ve eleştiri yolu da vardı. İnsanlar hiç üşenmeden arabasını tarlanın yanında durdurur, kazma ve kürekleri ile tarlanın başına toprakları bir mezar şeklinde yığar ve sahibine “Öldün mü ki tarlan bu kadar bakımsız” mesajı verilirdi. Günümüzde toz içindeki arabaların camlarına “Beni yıka diye” diye yazan yaramaz çocukların şakasına benzetirim ben bunu.
O yıllarda resimlerden de göreceğiniz gibi evleri birbirinden ayıran kalın ve yüksek duvarlar yoktu. Basit ve tahtadan konan eğreti çitler sadece yol ile evin sınırını belirlemek içindi. Komşumuz ile aramız da böyle bir çit dahi yoktu. Kümes hayvanları, at arabası ve diğer gereçler ortak alanda bulunuyordu.
Bazı günler bostana gidip yapılacak işleri tamamladıktan sonra arabaya kavun, karpuz ve diğer sebzeler, en üste de at inek gibi hayvanların gıdası için biçilmiş otlar konurdu. Yolda gelirken evlerinin önünde, bahçelerinde oturan, uğraşan dost ve tanıdıklara rastlandığında- bazen tanıdık olması da gerekmez- araba durdurulur ve otların altından birkaç kavun karpuz verilirdi. Komşu hakkı, göz hakkı gibi yazılı olmayan kuralların yaşandığı yıllardı o yıllar.
Hatırlıyorum da o zamanlar karpuzlar şimdi çarşı ve pazarlarda gördüğümüz gibi tek tip değildi, Çeşitli renk, büyüklük ve lezzette karpuzlarımız olurdu. Keza kavunlar da öyle. Hatta belki inanmayacaksınız ama sarı karpuz bile vardı. Kestiğiniz zaman içi kanarya sarısı olan bu karpuzun kabuğu kalın olduğu için uzun süre saklanabilme özelliğinden dolayı kış karpuzu da denirdi onlara. Keza kavunların da çok çeşitlisi vardı. Özellikle “bağrıbütün” dediğimiz kavunu ben çok severdim.
Şimdiki kavunları kestiğimizde renkleri yeşil tonlarında oluyor. “Kavuniçi” dediğimiz rengi tamda bağrıbütün kavununda görebilirdiniz. Ortasındaki çekirdekli kısmı adeta çam kozalağı gibi bir bütünlük arz ettiği için bu isim verilmiş olmalı kavuna. Şimdilerde bunların hiçbiri yok. Damağımızda bir lezzet ve dimağımızda bir anı sadece. Evde veya başka yerde yenilen ve lezzetli bulunan bu ürünlerin hemen çekirdekleri alınır, kurutulur ve mevsimi gelindiğinde ekilmek için gazete kağıdına sarılmış olarak bir köşede saklanıyordu.
Tarla işleri bittiğinde biz çocuklar için bulunan iş bostan beklemekti. Bir torbaya ya da sepete bir miktar ekmek ve ekşimik (Daha sonra buna lor ve çökelek dendiğini de öğrendim) koyarak sabahın erken saatinde yola çıkar, yaklaşık yarım saat yürüyerek tarlaya ulaşırdık. Sazdan yapılmış kulübenin içine torbamızı bıraktıktan sonra ilk işimiz hava ısınmadan getirdiğimiz azığa ilave olması için birkaç karpuz ve domates toplamak olurdu. Arkasından da kulübe içindeki testiyi alır, dereden ya da dereyi besleyen küçük kaynaklardan gün boyu kullanacağımız suyu tedarik ederdik. (Şu anda o derenin sanayi atıkları ile acımasızca canına okunduğunu, koyu renkli ve berbat kokusu ile akamayan bir sıvı haline geldiğini üzülerek ve çaresizce izlemekteyiz.)
Bostan bekleme işi yalnız olduğumda çok sıkıcı olur ama çoğu zaman bana eşlik eden komşu çocukları, yaz tatilinde orada geçiren teyze çocukları bu bekçilik işini daha az sıkıcı hale getirirdi. Teksas, Tommiks, Kinova ve Red Kid gibi çizgi karakterli kitaplar o günlerde bizlerin en büyük kültürel zenginliği idi. O zamanlar böyle zincir marketler ve poşet, pet de yoktu. En çok kullanılan malzeme kese kâğıdı idi. Bu kese kağıtları bazen yukarıda sözünü ettiğim kitapların baskılı kağıtlarından yapılmış olurdu. Ben bakkaldan daha çok onları kullanmasını isterdim. Eve gelince ve içi boşalınca itina ile kese kağıdını söker, katlar, tahmini 16, 32 sayfalık okuyacak bir kitapçık haline gelirdi.
Toprak evlerimizde yaşarken kullanılan kap kacakların çoğunluğu bakırdı. Bir de çok lezzetli yemeklerin yapıldığı toprak tencereleri hatırlıyorum. Az da olsa tahta kaşıkları kullanmışlığım da vardır. Bakır kazanlar, kovalar, bakraçlar, tencereler, sahanlar belli aralıklarla kalaylatılırdı, Kalaylama işini yerleşik olarak çalışan kalaycılar yaptığı gibi, yaz aylarında top sahasının kenarına çadır kurarak bu işi yapan roman vatandaşlarımız vardı. Biz çocukların da en sevdiği şeydi bu işin yapılışını seyretmek.
Çadırın önünde çeşitli yaşlardaki çocuklardan bir halka oluşur, kalaycının körükle ateşi yakarken kızdırılmış kabın içine koyduğu kalay parçasını- ki eriyince civa damlacıkları gibi görünüyor- hızla büyük bir bez ya da pamuk parçası ile yaydırıyor ve bir anda soluk, siyah, isli kap ayna gibi parlak hale geliyor. Kalaylanan kaplar çuvalların içine konarak sahipleri tarafından alınıyordu. Geçen zaman içini bakır kapların yerini melamin, alüminyum, emaye, teflon, çelik ve granit gibi malzemelerle değiştiğine tanık olacaktık.
Evimizin hemen bahçesinde ekmek, börek, çörek ve diğer yiyeceklerimizi pişirdiğimiz bir fırınımız vardı. Bir seferde 8-10 ekmek yapılırdı. İlk çıktığında kokusu çok iştah uyandırıyordu. Büyüklerimiz hemen bir parça koparıp üzerine yağ, tuz biber serper ve bize verirlerdi. Onun tadı hala damağımdadır. Ama günler geçince biraz sertleşir ilk günkü çekiciliği kalmazdı. Bir de çarşıda fırınlarda satılan ekmek vardı biz ona çarşı ya da kasaba ekmeği derdik ki o hep onun özlemi içindeydi herkes. Francala denilen ve pamuk gibi olan bu ekmek bizim fırınlarındaki esmer ekmeğe göre daha bir üst düzeydeki insanların gıdası idi.
Altmışlı yıllarda bizim kasabamızda en üst eğitim kurumu olarak ortaokul vardı. Bu okuldan sonrası için bu atmosferin dışına çıkmak gerekli idi. İlkokul sonrası için Kepirtepe, ortaokul sonrası için Edirne öğretmen okulu bizler gibi garip gureba tayfası için ilk seçenekti. Hali vakti yerinde olanlar için daha fazla seçenek olmuştur muhakkak.
Hep söylerim. Ben devletin parasız yatılılık bursluluk imkanları olmasa eğitim hayatım ortaokulla sınırlı kalabilirdi. Takım elbise ile ilk ilk tanışmamda yine devletimiz sayesinde oldu. Tam bedene oturmasa da lacivert kumaştan dikilmiş elbisemiz, poplin gömleğimiz, iskarpin ayakkabı ile kaşe kumaştan paltomuz ile tam bir jön gibi hissederdik kendimizi.
Son sınıfa geldiğimizde, ki takvimler 1967 yılını gösteriyordu, insanımız naylon gömleklerle tanıştı. Kola, ütü falan istemiyordu. Hele bisiklet sürerken rüzgârın etkisi ile geriye doğru bir hafiften şişiyordu ki keyfine diyecek yoktu. Hatırlayanınız var mı bir de imperteks denen bir şey vardı. Dış kısmı yine naylon içinde ince bir bezden yapılmış palto ile pardösü arası bir şey. Edirne’nin soğuğuna hiç gelmiyordu ama düğmeleri açıp uzun kaşkol ile salınarak yürümesi müthiş havalı idi.
Lise seviyesinde olmasına rağmen okulda her yıl öğrenci başkanlığı seçimi yapılırdı. Başkan son sınıf öğrencilerinden, as başkan -bugünün ifadesi ile eş başkan denebilir- ikinci sınıflardan olurdu. Öğretim yılı başında yapılan bu seçimlerde adaylar kendilerini, kadrolarını tanıtır ve vaatlerini açıklardı. Kıran kırana da bir seçim kampanyası yürütülürdü. Seçilen başkan öğrencileri temsilen gerektiğinde idari toplantılara katılır ve orada istekleri şikayetleri dile getirirdi.
Son sınıfa geldiğimizde biz de öğrenci başkanı aracılığı ile idareye taleplerimizi ilettik. O günlerde bizim en önemli talebimiz çağın gelişimine uygun olarak poplin gömlek yerine naylon gömlek verilmesi idi. Ayrıca kaşe kumaştan yapılan palto yerine imperteks de vardı taleplerimiz arasında. Uzun müzakerelerden sonra taleplerimizi kabul ettirdik. Ama ne bilecektik yıllar sonra polyester zararlı diğerinin sağlıklı bir giyim olacağını.
Doğrusunu söylemek gerekirse bugün çeşitli yasalarla koruma altına alınan hayvan hakları gibi arayışları hastalıkları buluyorum. Günümüzde sanki sadece kedi ve köpek hakkı gibi görüntü veriyor. Bu iki canlı konusunda gösterilen hassasiyet, tavuk, kuzu, balık, dana gibi hayvanlar için niye gösterilmiyor diye de düşünmüyor değilim.
Çocukluğumuzu yaşadığımız toprak evlerimizde de etrafımızda hayvanlar vardı ve onlar da hayatımızın bir parçası idi. Yazılı bir yasası olmasa da onlar bizimle eşit durumda idi. Bizimle işimize gören bize süt veren hayvanların da beslenmesi için ekim dikim, hasat ve stoklar yapılıyordu. Çok iyi hatırlıyorum kışın çok soğuk olduğu derecelerin epey eksilerde olduğu bir gece doğum yapan ineğin buzağısını bir iki gün evimizde odanın bir köşesinde korumaya almıştık. Keza kedi ve köpeklerimiz de bizim yediklerimizi yerdi. Yemeğin sonuna doğru, “Bir yudum da kediye kalsın” “Köpeğin rızkını da unutmayın” diyalogları yaşanıyordu. Köpeklerin samanlığın köşesinde kendilerine uygun yerleri olur, kediler de evdeki sobanın arkasına kıvrılırlardı. Bunlara ilaveten onlar kuş fare gibi hayvanları yakalayarak içgüdüsel kazanımlarını da canlı tutuyorlardı.
Daha sonra bu toprak evin yanındaki arsaya babam ve diğer iki amcam betonarme ev yaptılar. Annem babam oraya taşındıktan sonra da uzun yıllar toprak evlerinizi ayakta tutmaya çalıştık. Dedemin, babamın hatta zaman benim için bir sığınak noktası olmuştur o toprak yığını. Soğuk bir kış günü burada yaktığımız sobanın ışıltısı ve çıtırtısı bizi yıllar öncesine götürüyordu. Keza yazın sıcağında oraya gittiğimizde hissettiğimiz toprak ve kireç kokusuna karışmış bir serinlik ile o atmosferde gerçekleşen bir saatlik uyku ilaç gibi geliyordu bedenimize.
“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sıkça söylenen bir söz. Giderek artan göç dalgaları ve şehirleşme ile ilgili gelişmeler ister istemez buralarda da etkisini göstermeye başladı. Eskiden İstanbul’da duyduğumuz “O arsayı müteahhide vermişler”, “Müteahhitten şu kadar daire almışlar” gibi söylemler buralarda duyulmaya başlandı. Merkezi yerde yıkık dökük bir kulübesi olan bir kişinin birdenbire 5-6 daire sahibi olma gibi teklife hayır demesi çok kolay değil. Hele hele hisseli olan arsalarda pay sahiplerinde birer daire verdiğinizde onlara da bu cazip geliyor.
Bizim de 1950’li yıllarda tarla ortasında olan arsamız geçen zaman içinde daha merkezi bir konuma gelince aynı teklifle bizde karşılaştık. Dededen kalan ve babamla diğer iki kardeşinin ortak olduğu arsayı biz de müteahhide verdik. O da her pay sahibine birer daire verdi. Görsellerde de göreceğiniz gibi yıllarca bizi bağrına basan toprak evin yıkılmasını, inşaatın başlaması ve devam etme sürecini tarifsiz duygular ve heyecanla izledik.
Şu anda İstanbul’dan taşınarak oturmakta olduğumuz ev de bu baba yadigarı evdir. Allah hepsinden razı olsun, mekanları cennet olsun.
Toprak evden apartmana geçince ne yazık ki kentli olunmuyor. Ömrümüzün büyük bir kısmı apartmanda oturarak geçti. İster 5 daireli olsun, ister 100 daireli olsun sorunsuz bir apartman görmedim. Özellikle ortak alanların kullanımı ortak sorumluluk alma, bir arada yaşamanın kurallarına uyma, aidatını düzenli ödeme gibi birçok alanlarda alınması gereken çok mesafe olduğunu düşünüyorum. Evin içine girdiğinizde kral dairesi gibi olan mekânın kapısının önünde ayakkabı yığını, bebek arabası, pazar arabası ile gereksiz eşyaların yığıldığını görünce beni afakanlar basıyor.
Çok sevdiğim bir komşum bana “Ben daire alacağım apartmanın önce merdiven boşluğunu dolaşırım. Orada edindiğim izlenime göre satın alacağım daireyi görmeye karar veririm” derdi. Gerek apartmanda kat maliki gerekse hasbelkader yöneticilik yaptığım zamanlarda bunlara çok kafamı takar, uyarır ve düzene sokmaya çalışırdım. Ama artık umudumu kestim hatta bu zevksizlikten zevk almaya bile çalışıyorum.
Saksağan kuşunu bilir misiniz? Siyah beyaz renkli olan ve sesi de pek güzel olmayan bir kuştur. Bunun bir hikayesini okudum bir yerlerden. Saksağan çok güzel ve alımlı bir at görmüş keşke ben de bunun gibi olsam diye içinden geçirmiş. Önce onun gibi kişnemeyi öğrenmeliyim demiş. Ancak o kadar denemesine rağmen beceremediği gibi kendi sesini de kaybetmiş. Ne kuş sesine ne at sesine benzemeyen berbat bir ses ile baş başa kalıvermiş. Ben bizim toplumuzu ve insanımızı biraz da saksağanın durumuna benzetiyorum.
Bildiğimiz ve öğrendiğimiz kadarıyla toplumsal terminolojide köy toplumunda gelenekler, kasaba toplumunda görenekler, kent toplumunda da görgü ve görgü kuralları hâkim olur. Bizler saksağan misali ne köylü kalabildik ne şehirli olabildik. Ortada bir yerde tuhaf bir mahlukuz yani.
Elbette asırlar boyu toprak evlerde yaşamayı özlüyor değilim. Ama bu yaşamın ana karakterini koruyarak, rantın cazibesine kapılmadan kendimizi daha özgür ve mutlu hissedeceğimiz konutlar üretmemiz ve buralarda yaşamamız mümkün. Kentlerde apartmanlarda yaşayacaksak, sanayi toplumu olacaksak da onun gereğini yerine getirmek de mümkün. Kişisel ve toplumsal sorumluluklarımızın farkına varmış olarak çevreyi, doğayı kirletmeden şairin dediği gibi “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe” yaşamak mümkün. Bunun için de Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek de yok. Bunu gerçekleştiren toplumlar ve ülkeler var. Sadece bakmak, ders almak ve rant denilen şeyin tuzağına düşmemek ve onların yaptığını yapmak yeterli.
One thought to “DÖNÜŞ”