BİRAZ DA KİTAP / BEDEN ASLA YALAN SÖYLEMEZ

“BEDEN ASLA YALAN SÖYLEMEZ” Alice Miller’in yazdığı bir kitap. Okuduğum birçok kitapta kaynak gösterilmesine ve alıntılar yapılmasına rağmen kendisinin bir kitabını okumak bugünlere nasip oldu. Daha önce okuduğum Nihal Kaya’nın “İyi Aile Yoktur” ve “İyi Toplum Yoktur” kitaplarında da sanki bu yazardan bir etkilenmişlik var gibi geldi bana.

Değişik konulardaki kitapları okurken insan kendini farklı ruh hallerinde buluyor. Bu daha çok kitapların içerikleri ile ilgili bir durum. Bazı kitaplar adeta su gibi okunuyor. Tarif ederken ise “Bir solukta okudum ve bitirdim” diyorsunuz. Bazı kitapları da yavaş yavaş sindire sindire okuma ihtiyacı duyuyorsunuz. Her satırının ve paragrafının içindeki yolculuğunuz yavaş ve çok dikkat gerektiren adımlarla ilerliyor. Arada bir gözlerinizi kapatıp başınızı geriye yaslayarak okuduklarımızla yaşanmışlıkların muhasebesini yapma ihtiyacı duyuyorsunuz. İşte Miller’in kitabını bu tarz bir yaklaşım ile okudum.

Miller bu kitabında bedensel olarak kabul edilen birçok hastalığın çocuklukta yaşanan istismarlara dayandırmaktadır. Bu istismar ve zulmün birinci sorumlusu olarak aileyi, ebeveynleri tarif eder. Çocuk istismarının sadece fiziki olarak değil, iletişim eksikliği, çocuğun ihtiyaçlarının giderilmemesi, onun acılarına kayıtsızlık, anlamsızca cezalandırmalar, cinsel istismar, koşulsuz sevginin sömürülmesi, şantaj gibi uygulamalarla gerçekleştirilir. Ebeveynleri bu istismara yöneten ve adeta bunu mazur gösteren gerekçeyi de Miller Dördüncü Emir olarak işaret etmektedir.

Dinlerin insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında önemli yeri vardır. Hıristiyanlık, Müslümanlık, Musevilik gibi bütün dinler birbirinden etkilenmiş, benzer buyruk ve yükümlülüklerle insanların bugünkü ve daha sonraki yaşamlarında etkili olmuşlardır. Dördüncü Emir de Musa Peygamber’e Sina dağında vahiy edildiği bildirilen ilkeler dizisi içindeki On emirden biri olduğunu kitabın ilerleyen bölümlerini okudukça anlayabiliyoruz. Birçok kaynakta beşinci sırada olmasına rağmen yazar bunu Dördüncü Emir olarak değerlendirmiş. “Annene ve babana hürmet edeceksin” şeklinde olan bu emiri Miller bütün istismarlara kapı aralayan adeta günah keçisi olarak değerlendiriyor.

Kitabın ilk bölümünde Dördüncü Emir ve paralel olarak büyüklerin özellikle ebeveynlerin istismar olguları ayrıntılı olarak anlatılmış. Ayrıca ünlü birçok kişinin yaşadığı bu istismarlar sonucu yaşadığı bedeni rahatsızlıklarla ilgili örneklere yer verilmiş. Travmatik bir çocukluk geçiren Dostoyevski’nin yaşadığı uykusuzluk, epilepsi nöbetleri, Friedrich Von Schiller’in despot babasından gördüğü istismar sonucu yaşadığı kasılma ve kramplar sonrası kırk altı yaşında hayatını kaybetmesi, annesinin sevgisi ile boğulan Marcel Proust’un nefessiz kalma nöbetleri nihayetinde hayatının yarısını yatakta geçirmesi gibi birçok ünlüye ait örnekler ayrıntılı olarak anlatılmaktadır bu eserde.

“Anoreksiya” denilen bilinçli bir aç kalma ve akabinde hayatı kaybedecek kadar kilo verme şeklindeki rahatsızlığın da temelini geçmişteki travmalara bağlayan Miller, kitabında bir bölümü bu durum için ayırmış, bu sıkıntıyı yaşayan Anita Fink’in günlüklerinden hareket ederek bu konunun derinliğine incelenmesini sağlamıştır.

Miller tedavi sürecindeki terapistlerin de bu tuzağa düştüklerini “Terapistlerin büyük çoğunluğu kendi yetiştirilişleri sırasında karşılaştıkları ilkelerin aynılarını sunarlar. Pek çok terapist, halen daha kendi ebeveynlerine sayısız ip ile bağlıdır, buna sevgi denen içinden çıkılmaz bir gönül bağı derler ve bir çözüm olarak başkalarına bu tür bir sevgi gösterirler. İyileşmenin bir yolu olarak affetme hakkında vaaz verirler ve görünüşe göre bu yolun, kendilerinin düştüğü bir tuzak olduğunu bilmezler. Affetmenin asla şifa verici bir etkisi olmamıştır.” satırları ile açıklamaktadır.

Ana omurgasını çocukluktaki istismar, adeta tehdit olarak kabul edilen “Dördüncü Emir” ve onu mazur gösteren ahlak anlayışlarının teşkil ettiği kitaptan ilginç bulduğum cümleleri aşağıda bulacaksınız.

• Birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevmeyi seçemeyiz. Sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz.
• Birine karşı hissettiğimiz duygu “ona karşı hissetmemiz gerekenler” diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile. Gerçek hayatta “Böyle hissetmem lazım”, “Şöyle hissetmem lazım” diye bir şey yoktur.
• Kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirir. İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizi hapseder.
• Üzerine örttüğümüz her şeyin altında kalırız çünkü, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden. Noksanımızı bizi zaten noksan bırakandan dileniriz bir ömür boyu.
• Çocukken anne babamızdan duyduğumuz korku, gerçeği görmemizi engeller. Nefretin bizi hasta ettiği doğru değildir. Bastırılan, bağlarından kopan duygular bizi hasta edebilir. Ancak ifade edebildiğimiz bilinçli duygular bizi hasta etmez.
• Dördüncü Emir bütünü ile psikoloji yasalarının karşısındadır. Zoraki “sevginin” çok büyük bir zarar verebileceği gerçeğinin genel olarak farkına varılması şarttır. Çocukluklarında sevilen insanlar, bunun karşılığında anne babalarını seveceklerdir, onlara anne ve babalarını sevmelerini söyleyen bir emre gerek yoktur. Bir emre itaat, asla bir sevgi doğurmaz.
• Diktatörler ve insanları hor görenler işte böyle doğarlar; bu insanlar çocuk olarak asla saygı görmemişlerdir ve daha sonra yarattıkları devasa bir kudretin yardımı ile bu saygıyı kazanmak için ellerinden geleni yaparlar. Siyasetin dünyası, güç ve sayılma açlığının nasıl da asla doyurulamadığının mükemmel bir örneğidir.
• Zoraki sevgi, sevgi değildir. Zoraki sevgi, yalnızca herhangi bir samimi iletişimin olmadığı, aslında var olmayan bir sıcaklık ve samimiyet taklidinin yapıldığı, kini hatta nefreti maskelemek üzere yaratılmış yapmacık bir şefkat ifadesinden ibaret “sahte” bir ilişkiye yol açar. Gerçek bir ilişki, her iki taraf da duygularını ifade edebilirse, bu duyguları korkmadan yaşayıp birbirlerine ifade edebilirse mümkün olur.
• Bedenin verdiği mesajları yok sayabilir ya da onları ciddiye almayabiliriz, ancak bedenin isyanı dikkate alınmalıdır. Çünkü bedenin dili kendi benliklerimizin ve canımızın gücünün samimi bir ifadesidir.

Alice Miller’in bu kitabı insan dünyasına başka kapılar açma, başka pencerelerden bakma bakımından kuşkusuz değerli bir eserdir. Okuyucu ister istemez zihninde bazı gelgitler yaşıyor. Tanıttığım kitapları eleştirmek gibi bir alışkanlığım yoktur. Bilirim ki kaşık kadar bir bilgi ile kazanlar dolusu bir birikim sonucu oluşan ürünü eleştirmek haddim olamaz. Ama yine de her şeyi belli bir nedene dayandırmak ne derece doğru? İnsanların genetik özellikleri, dış dünyanın onlara sunduğu fırsatlar, eğitim gibi faktörlerin de etkileyici olma özelliği olmaz mı diye de düşünmeden edemiyorum. Tabii bunları düşünürken de kendi bakış açımın da geçmişteki yaşanan travmalar, emirler, buyruklar zincirinden etkilenmiş olabileceğini düşünerek bu itiraz ve değerlendirmeleri biraz mahcup biraz da ürkekçe satırlara döküyorum.

Miller’in bu kitabının kalıpları, sınırları zorlayan, okuyucuyu zaman zaman sarsan, yaklaşımlarını daha yakından tanımak isteyenlerin okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Tagged: Tags

2 Thoughts to “BİRAZ DA KİTAP / BEDEN ASLA YALAN SÖYLEMEZ

  1. “ Zoraki sevgi, sevgi değildir…. Gerçek bir ilişki, her iki taraf da duygularını ifade edebilirse, bu duyguları korkmadan yaşayıp birbirlerine ifade edebilirse mümkün olur…” Ders alınması gereken ilke ve tespitler…
    Sevgili arkadaşım: “Tanıttığım kitapları eleştirmek gibi bir alışkanlığım yoktur. Bilirim ki kaşık kadar bir bilgi ile kazanlar dolusu bir birikim sonucu oluşan ürünü eleştirmek haddim olamaz. “ -diyerek bence kendine haksızlık yapıyorsun.
    Sevgi ve saygıyla…

  2. Teşekkürler Emin arkadaş. Beni yüreklendirdiğin için çok sağ olasın. Bundan sonra topa daha cesurca gireceğim. Selam ve sevgiler cümleten.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *