ZAMAN FIRÇASININ DARBELERİ

Ve Büyük usta
Körfez tuvaline
zaman fırçasının darbeleriyle
en akla gelmedik
desenleri aksettirmede
alışılmış hüneriyle

Dubleks teki Süleyman amca
hiç görünmedi
yaz boyunca
karaciğerinden rahatsızmış
ayrıca kalbi ve şekeri de varmış
demek ölmüş
ne yapalım ömrü bu kadarmış.

Mahallenin kedileri
ne kadar yalnız
ne kadar mahzun
ne kadar da sahipsiz bu yaz
Melek hanım nerede
ekmek verse biraz
demek çok sıkışmış
evini de çok ucuza satmış
öksüz bırakmamak için kedilerini
bir sokak ötede
kiralık bir eve taşınmış

Karşı bloktaki
albayın kızı ve damadı
kışı burada geçirmişler
ama kendisi iyice yaşlanmış
adımları da iyice yavaşlamış
Ona da zatürre demişler.

İzmirli karı kocanın da
panjurları çok geç açıldı
kadın hayli solgun
adam ne kadar zayıflamış
saçları da iyice seyrelmiş
ayrıca
bir hayli de kilo vermiş
demek
kemoterapi yüzündenmiş

Komşu Hasan beyler
maaşallah turp gibi
ha bire koşturup duruyor.
ama o bile bu yıl
“otuz kulaç atınca
biraz yoruluyorum” diyor.

Bir gün
senin tuvaline de zaman fırçası
darbesini vuracak
bir gün senin de
balkon kapın açılmayınca
etrafta meraklı bakışlar dolaşacak
dayanamayıp birisi
yan komşuya soracak
ve onlar da
“Geçen yıl küçük oğlunu evlendirmişti
yeni de bir torunları olmuş
çok sağlıklı görünüyordu ama
bu kış rahmetli olmuş”
diyecek.

Ağustos/2010/Altınoluk

DÜŞÜNCELER

Düşünceler
kaplar tüm benliğimi
davetsiz misafir gibi
düne,bu güne
ve geleceğe dair
vesair,vesair.vesair
düşünceler

Düşünceler
kah çatık bir kaş
olursunuz yüzümde
kah akmayan bir yaş
olursunuz gözümde
düşünceler,düşünceler
ve ardından uykusuz geceler

Düşünceler
kadehlerde teselli
aşılmaz,anlaşılmaz dün,
yaşanmamış bu gün
anlatılmaz yarın olursunuz

Düşünceler
ve de her sefer
düşümdeki kabus
dudağımdaki uçuk
boynumdaki ter tırnağımda et
sol yanımdaki ağrı
yüreğimdeki ses
ve içimde
derin bir nefes olursunuz

Düşünceler
sevdiğimin yüzünde
bilinmeyen bir göz olur
her an dilimde
söylenemeyen bir söz olur
ve dudaklarda silinmeyen bir iz
düşünceler,düşünceler
ah bir bilseniz

Düşünceler
tarifsiz bir öfke olur
çok kere
ve çocuğumun yüzünde
patlayan bir tokattır
sebepsiz yere
ve bir hesaplaşmadır
götürür insanı
yıllar öncelere

Düşünceler
tutsak etmiş benliğimizi
istemiyorum sizinle uğraşmak
ve ömrümce kara bulutlarla savaşmak
benim de hakkım
masmavi gökyüzü altında
taptaze baharı yaşamak

NİÇİN EMEKLİ OLDUM

Kırk yılın ardından

kravatsız bir boyun ile

hilesiz hurdasız bir oyun istiyorum.

Galata köprüsünde

küçücük iskemleme oturarak

ve yüzlerce oltanın arasına karışarak

balık tutmak istiyorum

Birden

kendimi bulmak istiyorum

sahaflar çarşısında

ve kaybolmak istiyorum

tozlu kitaplar arasında

Namaza durmak istiyorum bir Cuma vakti

Süleymaniye’de ya da Sultanahmet’te

tarifsiz bir huşu içinde

İstiklal caddesinde yürümek istiyorum

elimde evrak dolu çanta olmadan

ve serserice ıslık çalarak

ya da eski bir şarkıyı mırıldanarak

son derece  amaçsız biçimde

Küfretmek istiyorum

hem de ağız dolusu

riyaya,bencilliğe,çıkarcılığa

ait ve sahip olan herşeye ve herkese

Şükretmek istiyorum

yalnız ve sadece aldığım nefese

Sinemaya gitmek istiyorum

filmin ne olduğuna bile bakmadan

karanlık salonda mısır gevreği yemek istiyorum

en büyüğünden hemde

hiç hesap kitap yapmadan

Güvercinlere yem vermek istiyorum

Bayazıt meydanında

çırpınanan kanatlar arasında

oradan bırakarak kendimi

Mahmutpaşadan  Eminönü’ne doğru

balık ekmek yemek istiyorum

bir öğleden sonrasında

Fırlayarak özgürce sokağa

yaz yağmurlarında ıslanmak istiyorum

hem de tepeden tırnağa

kucak açmak istiyorum

kaz dağlarının zeytinliklerine

ve kulaç atmak istiyorum

Egenin ve körfezin serinliklerine

Necmi MOLA/24.11.2009/ Bakırköy

NE SİSTEM AMA

Bilmiyorum kaç yıl öncesidir ama soğuk savaş yılların tüm bilgi kirliliğinin, abartmaların, adeta beyin yıkayıcı propagandaların bütün hızı ile devam ettiği yıllarda mizahın da bu anlayışa göre şekillendiğini görmek şaşırtıcı gelmiyordu hiç kimseye. İşte bu dönemde bir Amerikalı Moskova’ya Rusya’daki bir arkadaşını ziyarete gider. Orada bir çift ayakkabı alma ihtiyacı duyar. Ve arkadaşından bu konuda yardım ister. Arkadaşı da ona “Dünyanın en muhteşem ayakkabı mağazasına götüreceğim seni, hiç merak etme” der. Sonra mağazanın bulunduğu yere gelirler.Gerçekten devasa bir ayakkabı mağazasıdır gördükleri.Ev sahibi biraz onurlanarak, biraz da gururlanarak misafirini alış-veriş merkezinden içeri sokar. Karşılarına çıkan” Bay ayakkabıları-bayan ayakkabıları” levhalarından uygun olanına yönelirler.Daha sonra renk bölümlerinden tercihlerini yaparlar, Biraz daha ilerleyerek ayakkabı türlerinin yönlendirildiği istikamette de seçimlerini yaparak numaraların bulunduğu bölmeye gelirler.Misafirimiz 42 numara ayakkabı giydiği için üzerinde o numaranın bulunduğu kapıdan içeriye girerler. Ancak kendilerini birden ana cadde de buluverirler. Misafir biraz hayret birazda şaşkınlıkla:”Hani ayakkabılar nerede?” diye sorar.Ev sahibi de gayet mutlu ve kendinden emin biçimde:”Sen ayakkabıyı bırak ta sisteme bak sisteme” der.

Bu nereden aklıma geldi derseniz önceki akşam internetten hastane randevusu alırken birden çağrışım yaptı. Gerçekten müthiş bir sistem. T.C kimlik numaranızı, doğum tarihini giriyorsunuz, tıklayınca hangi hastaneyi,hangi bölümü,hangi doktoru isterseniz ona götürüyor sistem sizi. Doktoru da seçince doktorun boş ve dolu saatleri çıkıyor. Yeşil ile gösterilen boş saatlerden için sizin uygun olanı tıklıyorsunuz onay sonucu da randevu gerçekleşmiş oluyor.Zaman dilimlerinin 5-6 dakika olması biraz keyfinizi kaçırıyor ama olsun.Bu kadar kusur kadı kızında da olur diyorsunuz.Şimdi yapılacak şey belirtilen zamanda adı geçen doktorun kapısında olmaktan ibaret diye düşünüyorsunuz.Sizi bu bilgiyi ulaştıran sistem bu bilgiyi de doktora ulaştırmamış olamaz herhalde. İşimi şansa bırakmamak adına 9.45 olan randevuma yetişmek için saat 9.00 da ilgili sağlık kuruluşuna gittim.

Poliklinik Kapısı

Tabi pat diye giremiyorsunuz.Önce randevulu da olsanız müracaata giderek barkotunuzu almanız gerekiyor. Barkotta da sıra numaranızın 43 olduğunuzu görünce saat ayarlı sistem ile sıra ayarlı bir sistem arasında kaldığımı hissediyorum. Poliklinik kapısına yönelince içlerinde benim randevu aldığım doktor Engin Acıoğlu’nun da  bulunduğu dört uzman doktorun isimlerinin üzerlerine orada olmadığı anlamına gelen kırmızı çarpı işareti konduğunu gördüğümde .İçimden “ dakika bir,gol bir” dedim.Doktor seçme şansı veya hakkı bir anda dip yaptı.Hoş ben de zaten seçimimi bilerek yapmamıştım.Yani öylesine bir işaretleme idi .Fark etmez sarhoş etsin de rakı da bir,şarap da bir misali muayene etsin de kim ederse etsin diye düşündüm.Kapıdaki monitörün ekranında 43 numara ile adım yer aldı. Ekranda herkes kendini ve sırasını görüyordu ama aynı zamanda Ecevit mavisi giysisi ile bir de görevli vardı.Duruma göre:”Dur, bekle,girme,içerde hasta var” talimatları ile oradaki mevcudiyetine bir anlam yüklüyordu.

Bu durum bana Çin’de karşılaştığımız bir tabloyu hatırlattı.Geçtiğimiz yıl oğlumu ziyaret için Şanghay’a gittiğimde trafik ışıklarının her birinin hemen yanında kollarında kırmızı görevli işareti ve ellerinde de kırmızı ve yeşil bayrakları olan kişiler trafik ışıklarının anlamlarına göre kişileri yönlendiriyordu.Benim mavi üniformalı görevlimin de işlevi biraz onlara benziyordu.

Şanghay Trafikçisi

Neyse uzatmayalım Saat 9.00 da 9.45 ranevusu için geldiğim kurumda her şeye rağmen kendimi 10.30 da doktorun karşısında buldum.İşimde 2-3 dakika falan sürdü zaten.Yani total olarak bir buçuk saatlik bir zaman diliminde amacıma ulaşmış oldum. Ben emekli olduğum için zamanla ilgilide en azından o gün için bir problemim olmadığı için,ayrıca da geçmiş yıllarda sabah altılarda numara almak gibi, türlü numaralarla yaşamaya alışık olduğumu da düşünerek biraz olayı olumlu yönleri ile değerlendirmeye çalıştım.Madalyonun öteki yüzünü de bilmediğimiz içim bizim içim problem görülen yanlarında belli bir açıklaması olmalı diye düşünüyorum.

Ama şurası da bir gerçek ki herhalde sistem sadece kendi başına her şey olmuyor.Sistemin içinde ona yön veren,ona emek veren insanların niyetleri. hedefleri. anlayışları.becerileri sistemle bütünleşirse gerçek bir sistemden söz edilebilir.Bu gerçekleşmediği takdirde sitemle uygulama arasındaki makas her geçen gün daha da fazla açılarak kurmak istediğiniz en ideal sistem bile tanınmaz hale gelebilir. Sonuç olarak iş sadece sistemde bitseydi 4-2-4 taktiğini uygulayan butün takımların şampiyon olması gerekirdi.

VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ANTALYA

Alanya’da altı gece konakladıktan sonra Antalya’ya yola çıktık. Alanya-Antalya arası 130 km olup yaklaşık 2 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşım gerçekleşiyor.Antalya öğretmenevinde iki gece konakladık.Buradaki hizmet ve yaklaşım da hoşumuza gitti.Ancak coğrafyanın kendisine sağladığı avantajı da eklersek Alanya öğretmenevinin birkaç adım daha ileride olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.Antalya’da kaldığımız sınırlı süre içinde  görülmesi gereken yerleri yine meslek ve okul arkadaşlarımız Mustafa Günaslan ve Fatma Yazgan’ın yardımı ile gezdik.

Özellikle döneceğimiz gün gezdiğimiz Düden şelalesinin çok özel bir yeri olduğunu söyleyebilirim Şelalenin çeşitli bölümlerini gezdiğinizde farklı bir duygunun ve iklimin bütün benliğinizi kapladığını hissediyorsunuz.

Antalya müzesine gitmemiz yeri bize çok iyi tarif edildiği için çok zor olmadı. Kuruluşu 1922 yıllarına kadar dayanan müzenin ziyaret ettiğimiz binada 1972 yılından beri hizmet verdiğini öğrendik. Müze içinde 14 salonda ve geniş bahçesinde sergilenen eserleri hayranlık ve beğeni ile izledik.Müze ihtiva ettiği eserler ve kurtarma kazılarındaki buluntuları ile dünyanın önemli müzeleri arasında yer aldığı bilinmektedir. 1988 yılında “Avrupa Konseyi Yılın Müzesi” ödülüne layık görülmesi de rastlantı olmasa gerek.

8-10 günlük Alanya/Antalya seyahatinin finalinin muhteşem olduğunu söyleyebilirim. Belki önceden planlamaya çalışsak böyle keyif ve mutluluk verici olmazdı. Bazen olayları kendi akışına bırakmak da galiba en iyisi diyor insan. Alanya öğretmenevinde tesadüfen rastlaştığımız meslektaşımız ve okul arkadaşımız Feridun Yazgan bize muhteşem yakınlık gösterdi. Daha sonra Antalya’ya geldiğimizde yine onun örgütlemesi ile orada görev yapmakta olan diğer okul arkadaşlarımız ve eşleri ile birlikte bize Antalya Öğretmenevinde bir akşam yemeği verdiler. Ertesi akşam da sınıf arkadaşımız -ayrıca Nuray’ın ev arkadaşı- Ayşe Sözeri  ve eşi bizi misafir etti. Dostluk,vefa,özlem,kadirşinaslık, paylaşma,dayanışma gibi  çoğunu sıralayamadığım ama insanın içini ısıtan sözcüklerle ifade edilen duyguları ve mutlu zaman dilimlerini bize yaşattılar.Hepsine gönül dolusu teşekkürler. Sağ olsunlar var olsunlar.

“Akdeniz turumuzla ilgili yazılarımıza burada son veriyorum.” demeye hiç dilim varmıyor. Tanıdıkça ve gördükçe gezilmesi gerekli daha fazla yerlerin olduğunu fark ederek bundan sonraki gezilerin gündeminde buluşmak dileğiyle…

VE AKDENİZİ GÖRDÜM/ALANYA

Yaklaşık 14 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Alanya’ya ulaştık. Ben de eşim Nuray da buraya ilk kez geliyorduk. Sadece buraya değil Ak denizi de il görüşümüz olacaktı. Akdeniz ile ilgili bilgilerimiz coğrafya kitaplarından kalan “Yazlar kurak ve sıcak kışlar ılık ve yağışlı….dağlar denize paralel olduğu için kıyıları ege gibi girintili çıkıntılı değildir…” şeklinde birkaç cümleden ibaretti. İlk defa bu bölgeyi bizzat görecek, tanıyacak ve yaşayacaktık.

Otogardan daha önce yer ayırttığımız öğretmenevine ulaşmamız çok kolay oldu. Çünkü öğretmenevi ve otogar arasında sadece bir cadde vardı.Öğretmenevinde önce 3 gecelik yer ayırtmıştık.Daha sonra bunu görülen lüzum üzerine kademeli olarak 6 geceye çıkardık. Aslında kendi kurumlarımız olmasına rağmen öğretmenevleri hakkında çok olumlu duygulara sahip değildim. Birçoğunun gerek hizmet ve gerekse işletmecilik anlayışı bakımından tatminkar olmadığını dostlarımızdan da duyuyorduk. Ancak Alanya öğretmenevinde konakladığımız günler boyunca yaşadıklarımız bu izlenimleri silmeye yetti. Öğretmenevi Alanya sahilinin Kleopatra plajı olarak isimlendirilen birkaç kilometrelik kumsalın tam karşısında adeta bu kumsalı kucaklayan bir tesis görünümünde. Hizmet ve işletme anlayışı da  bu görkem ve güzellikle paralellik gösteriyor. Yani daha önce yerleşmiş olan öğretmenevi imajından farklı bir fotoğrafı yakaladık burada

Birçok otel ve konaklama yerinin bulunduğu ve öğretmenevinin de önünden geçen cadde boyunca yürürken bir otelin önünde rastladığımız çok farklı bir bitkiden bahsetmeden geçemeyeceğim. Daha doğrusu ağaç diyebileceğimiz bu bitkinin gövdesinde salyangoz büyüklüğünde ve uçları iyice sivriltilmiş taşların olduğunu görünce bir an bunların sonradan yapıştırılmış olduğunu zannediyorsunuz. Ancak iyice yaklaşıp baktığınızda bu sivriliklerin ağacın doğal yapısının bir parçası olduğunu fark edebiliyorsunuz. Afrika’dan getirildiği söylenen ve son derece güzel çiçekleri olan bu ağaca”Maymun çıkmaz” veya “Maymun tırmanmaz” adının  verildiğini öğrendik. Gerçekten de bu gövde yapısı ile maymun veya benzeri hiçbir canlının tırmanamayacağı  bir koruma kalkanını doğa ona armağan etmiş.

Alanya gerçekten görülmeye değer güzellikteki bir coğrafya parçası. Yerleşik nüfusunun 95 bin olduğu şehrin giriş levhasında belirtiliyor. Bu sayı içinde çoğunluğunu Almanların oluşturduğu 10-15 bin yabancı da var. Yabancıları sabahın erken saatlerinde denize girmelerinden, sistemli yürüyüş ve spor yapmalarından fark edebiliyorsunuz.

Alanya’nın yerleşimi somut bir biçimde şöyle tarif edilebilir. Kanatlarını iyice açarak yönünü güneye yani Akdeniz’e çevirmiş bir kartalı hayal edin. Kartalın başını ileriye doğru uzanmış 200-250 metre yükseklikte  bir burun üzerinde Alanya’nın simgesi olan kalenin bulunduğu bölüm olarak düşünün. Kartalın geniş kanatları sağ yani batı tarafındaki kısım Kleopatra plajını, diğer  tarafın da  Alaeddin Keykubat plajının oluşturduğu kilometrelerce uzanan kumsalı canlandırıyor. Kalenin doğu kısmı iskele ve diğer alışveriş merkezlerinin bulunduğu daha eski bir yerleşim özelliği taşıyor.Daha sonradan gelişen batı bölümü de şehrin bütünlüğüne uygun güzellikte yapıları ile ayrı bir güzellik katmış kente.

Alanya’da bulunduğumuz süre içinde görülmesi gereken yerler olarak bize üç yer önerildi. Bunlar Alanya’yı simgeleyen kalesi, Damlataş mağarası ve Dim çayı diye tarif ettikleri yerler idi. Biz de bunlara bir de Alanya müzesini ekledik ve böylelikle denize girme dışında gündemimiz şekillenmiş oldu.

Alanya kalesi daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi denize adeta bir kartal başı gibi uzanan bir burunu andırmaktadır. Karşıdan çok küçük gibi görünen yapıyı yakından incelediğinizde geniş bir arazi üzerine konuşlandığını fark ediyorsunuz. Şehrin her iki yanından kalenin,kaleden şehrin her iki yanının gece ve gündüz çok muhteşem olduğunu hemen belirtmeliyim. Kalenin tarihsel geçmişi Helenistik döneme dayanmakta ise de bu günkü tarihi dokusu ağırlıklı olarak 13.yüzyıl Selçuklular zamanının izlerini taşımaktadır. 1221 yılında kenti alan Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından yaptırıldığı belirtilen kale bütünlüğü içinde 80 kadar kule,140 burç,400 e yakın sarnıcın bulunduğu ve halen de  Hisariçi ve Tophane mahallesi gibi iki yerleşimin varlığı dikkate alındığında kalenin büyüklüğü hakkında bir kanaate varmak zor olmasa gerek…

Damlataş Mağarası da hemen Alanya kalesinin dibinde Cleopatra plajının bitim noktasında bulunmaktadır. 1948 yılında liman inşaatı sırasında dinamitleme çalışmaları yapılırken bulunduğu söylenmektedir. Mağaranın bütünlüğü içinde binlerce sarkıt ve dikit çok ilginç görüntüler oluşturmaktadır.Mağara boşluğunun 200-250 metrekare büyüklüğünde  olduğu tahmin edilmektedir. Senenin 5-6 ayında damlamalar olduğu için sanıyorum mağara damlataş adını almış.Ayrıca mağaranın ihtiva ettiği atmosferin kimyasal bileşimi astım hastalarına şifa verdiği de söylenenler arasında.

Dim çayı da Alanya’nın 10-15 km. uzaklıkta Dim çayının denize döküldüğü yerden başlayıp gerilere doğru yani çayın doğduğu istikamete doğru çayın etrafını kapsayan güzelliklerden oluşuyor. Ayrıca  Dim mağaralarını da burada görülmeye değer güzellikler arasında sayabilirsiniz. Dim çayı boyunca ilerlediğinizde çay üzerine yapılmış ve çayın suyunun tutulduğu baraj gölüne ulaşıyorsunuz. Barajın hemen altından başlayarak çayın denize döküldüğü istikamete doğru gittiğinizde hem eşsiz doğa güzelliklerinin farkına varıyorsunuz hem de çeşitli piknik ve eğlence tesislerinde nostaljik dakikalar geçirebiliyorsunuz. Ayrıca bu tesislerin birinde yediğimiz taze alabalık lezzeti  hala damağımızda tazeliğini koruyor.

Müze olarak Alanya’da Atatürk müzesi ile Alanya Müzesi olduğunu öğrenince önce Atatürk evi müzesine gitmenin doğru olacağına karar verdik. Fakat oraya vardığımızda müzenin tadilat nedeni ile kapalı olduğunu öğrenince binayı sadece dışarıdan görmekle yetinmek zorunda kaldık. Bunun üzerine oraya çok yakın olan Alanya müzesine yöneldik. Buradaki ziyaretimiz yaklaşık 1-2 saat kadar sürdü. 1967 yılında ziyarete açılan müzede arkeolojik ve etnografik eserlerin sergilendiğini gözlemledik. Müze binasının içinde ve bahçesinde Helenistik,Roma ve Bizans dönemine ait buluntular ile Selçuklu,Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarına ait eserlerin mevcut olduğunu öğrendik.Teknik ayrıntılarla bu bölümü uzatmak yerine Alanya’ya gidenlerin burasını da programlarına dahil etmelerinin uygun olacağını söylemekle yetineceğim.

Ege ve körfez için zeytin ne ifade ediyorsa Alanya için de narenciye ve özellikle muz onu ifade ediyor. Fakat ne yazık ki bu güzelim bitkilerin geçmişleri de kaderleri de aynı hazin senaryoyu paylaşıyor dersek ne demek istediğimin anlaşılmış olacağını düşünüyorum.

GÖRÜLEN LÜZUM ÜZERİNE

Alanya seyahatimizle ilgili izlenimlerimi yazarken üç günlük olarak rezerve ettiğimiz öğretmenevindeki konaklama süresini görülen lüzum üzerine altı güne çıkardığımı belirtmiştim. “Görülen lüzum üzerine” ifadesi bizden önce  ve bizim kuşak için  çok tanıdık bir ifadedir. Alınan bir kararın veya gerçekleştirilen herhangi bir tasarrufun herkesçe çok bilinen ancak açık olarak anlatılamayan formel veya enformel gerekçesi olarak kullanılmıştır çokça. Yani “Fazla uzatmayın ben öyle uygun gördüm.”  Biçimindeki açıklamaya daha uygun bir anlayışı ifade eder.

Bizim Alanya’da üç günden daha fazla kalmamızı açıklamak için; deniz güzel, şehir güzel,doğa güzel,yemekler güzel v.b birçok gerekçe sıralanabilirdi. Tabi bunların da etkisi yok değildi. Ama bir gerekçe daha vardı. Bunu burada açıklamak ne dereceye kadar doğru ve gerekli bilemiyorum. Ancak o günlerde büyük oğlumla bilgisayarda yaptığım yazışmalar sırasında blogumda ayrıntılı olarak açıklayacağıma söz verdiğim için biraz detaya girmek ihtiyacını hissediyorum.

Alanya’ya geldiğimizin sanıyorum hemen ertesi günü idi.(Galiba 6 Ekim Çarşamba günü olacak) Sabah saat 9.00-9.30 civarında bir bankadaki işimi bitirdikten sonra öğretmenevindeki 303 nolu odada yatağın yanındaki bir koltukta otururken başımın –belki de etrafımın- döndüğünü hissederek 1-2 metre yanımda bulunan yatağıma uzanma ihtiyacı hissettim. Tabi ne olduysa ondan sonra oldu. Yatağa uzandım yerine, yatağa yığıldım demem belki daha doğru olurdu. Gözümü aralayıp baktığımda  tavanın atlı karınca misali sürekli dönmekte olduğunu görünce gözlerimi tekrar kapama ihtiyacı duyuyordum. Beynim özellikle ayaklarıma hiç hükmetmiyordu. Kalkmak kımıldamak ne mümkündü? İnsan kendini adeta pelte gibi hissediyor. O anda insanın aklından neler geçmiyor ki?   Söylediklerin, söyleyemediklerin, yaşadıkların,yaşayamadıkların,yazdıkların,yazamadıkların, yakınların, dostların, sevdiklerin, hepsi bir film şeridi gibi beyninden akıyor. Ölümün soğuk nefesi bile bu arada   resmi geçide katılıyor.

Bir ara gözümü tekrar kapattığımda nerden geldi veya nereden takıldı bilemiyorum gözümün önüne daha önce bilgisayarda sıkça oynadığım skraybl  tablosu gelmeye başladı. Zemini yeşil olan bu tablo biraz grileşmiş şekliyle gözümün önünden kayıp duruyordu. Kelimenin,cümlenin iki-üç katı  kutucuklarına rastlayan  F,J,V,Ğ harflerini içeren sözcükler uygun yerlere cuk oturuyordu. Puanlar katlanarak artıyordu. Bu kabus ve karmaşa tam olarak ne kadar sürdü bilmiyorum. Hatta bir ara dalıp uyur gibi de oldum. Sanıyorum bir saatten fazla geçti. Bir ara tekrar gözlerimi açıp tavana bakmayı denedim. Bir yandan da ya tekrar tavan dönerse diye de endişe ediyordum. Tavanın yavaş yavaş sabitlendiğini görünce biraz rahatladım. Önce  güçlükle de olsa doğrulmayı denedim. Ayaklarımın beni güçlükle de olsa taşıyacak duruma geldiğini hissettim. Sevgili eşim Nuray’ın da desteği ve yardımı ile en yakındaki sağlık ocağına gittik. Doktora durumu anlattım. Tansiyonumu ölçtürdü normaldi.(13,8 çıktı) Daha sonra doktor kendince bu durumun gerekçesi ve sebebi olabileceğini tahmin ettiği bir dizi soru sordu. Tansiyon var mı?,Sıcakta çok kaldın mı?Kusma veya bulantı var mı? Feşmekan tür yiyecekler yedin mi? Mide ve bağırsaklarından şikayetin var mı? Şurası acıyor mu? Burası ağrıyor mu? v.b. soruların ben hepsine hayır cevabı verdim. Zaten gerçek olan da buydu. Bunun üzerine doktor da hiçbir açıklamaya gerek duymadan  “Size iki ilaç yazıyorum.Biri halsizlik için diğeri de baş dönmesi için” dedi. Reçeteyi elimize alarak en yakın eczaneden ilaçlarımızı aldık. Bir gün sonra yüzde yetmiş,üç gün sonra da kendimi yüzde doksan olarak iyileşmiş hissettim. Allaha şükür şimdi daha da iyiyim.

Derinliğine düşününce belki şükredecek çok daha fazla şeyimiz olduğunun farkına vardım. Olayın kendisi çok sevimli olmasa da meydana geliş zamanı ve ortamı bakımından şanslı olduğum kanaatini taşıyorum. Yatağımın hemen yanındaki koltukta ve yardımcı olabilecek en yakın kişinin yanında olmak yerine sokakta,araçta ve daha da kötüsü denizde yüzerken olsaydı sonucu ve akıbetini düşünmek bile istemiyorum. Bu yazıyı”Bakalım Mevlam neyler,neylerse güzel eyler” cümlesi ile bitirmek galibe en iyisi.

Herkese sağlıklı günler ve yıllar……………….

ZEYTİN ÜZERİNE

Körfezin muhteşem serinliğini yaşadıktan sonra sırtımı denize vererek kaz dağlarının zeytinliklerine kendimi salıverdim öylesine. Bir zeytin ağacına sırtımı yasladım. Zeytin dallarının yeşilliği karşısında büyülenmemek elde değildi. Daha dikkatlice dinlediğinde adeta her bir ağacın kendi hikayesini fısıldadığını duyabiliyordunuz.

“Ben artık yılları saymayı unuttum. İnsanoğlu benim ömrümün 2000 yıl olduğunu söylüyor. Hiç düşünebildiniz mi insanoğulları olarak sizler 70-80 yıllık bir ömre neler sığdırıyorsunuz ve benim 2000 yıllık ömrüme neler sığdıralabileceğimi  “Zeytin yağlı yiyemem…” diye başlayan türküleriniz var ama zeytinyağlı…. diye başlayan veya zeytinyağı ile yapılan yemeklerin hepsini yazmaya veya yapmaya kalksanız bir insan ömrü bile yetmez.

İyi bakın bu gövdelere iyi bakın.. Her birinde okuyabilene bir tarih yazıyor. Bu yaşlanmış bedenin gölgesinde zeytin gözlü sevdalılar ne aşklar ne ayrılıklar yaşandığını siz nereden bileceksiniz? Ve siz ne bileceksiniz ki bu beden ne savaşlara tanıklık etti. kaç ana kuzusu beni  kendine siper etti ve kaç genç fidan benim dallarımın altında can verdi.

Kahvaltı sofralarınız siyahından yeşiline, biberlisinden bademlisine benimle süslenmiyor mu? Kimbilir kaç amelenin ekmeğine katık oldum. Kolesterol,kalp damar tansiyon şikayetlerinizi anlatmaya başladığınızda doktorlarınız illaki beni önermiyor mu? Dökülen,kepeklenen saçlarınız,kırışan cildinizin devasını ben de aramıyor musunuz?  Bir haftadır kabız olan hemşerim sen bari biraz vefalı ol. Bronzlaşan teninizde benim hiç mi payım yok? Akdeniz insanının güzelliği ve cazibesinde benim katkımı inkar edebilir misiniz?

Kimbilir kaç inanmış insanın iftarında hurmanın yanında yer aldım. Kandillerde gecelerinizi aydınlığa ben çevirmedim mi?

“Zeytinyağı gibi üste çıkmayı böbürlenme yerine kulanırsınız ama siz benim bunca yıllık yaşıma başıma bakmadan,onlarca,yüzlerce yıl benden aldıklarınızı adeta bir anda unutarak altımdan girip üstümden çıkıyorsunuz. Rant ve yağma gözünüzü o kadar  büyülemişki yıllardır altın yumurtlayan tavuğu gözünüzü kırpmadan yok etmek için adeta yarışıyorsunuz.

Yap-Sat’çılarınız ,yöneticileriniz bir kat daha fazla diye kendini yırtarken diğer yandan birde altın arayıcılar altımı oymaya başladı. Bunca yıl aldıklarınızın, bunca yıl verdiklerimin karşılığı bu mu olacaktı?….”

Benim bu feryatlar karşısında ne zeytin ağaçlarına bakacak yüzüm nede söyleyecek sözüm vardı. Belki de oradan sessizce ayrılmak en iyisi idi.

İZMİR’E DOĞRU

Yaklaşık kırk yıl önce geldiğim (Galiba 1968 yılında gelmiştim) İzmir şehrine bir dost ziyareti  sebebi ile eşimle birlikte tekrar gelme fırsatı bulduk. Şimdiki İzmir’in yıllar öncesinin anılarında hayal meyal kalmış olan görüntüleri ile hiçbir benzerliğinin  olmadığını hemen belirtmeliyim. Özellikle Karşıyaka ve konak meydanı arasındaki deniz ve sahil kucaklaşmasının günün her saati için ayrı bir büyüleyicilik içerdiğini ifade edebilirim. Zamanımızın sınırlı olması sebebi ile elbette İzmir’in tamamını gezemedik. Ama gezip gördüğümüz yerler dahi bu kentte  insan yüreğinin bir başka biçimde atabileceğinin müjdesini veriyordu.

Kemalpaşa İlçesinde güzel kiraz bahçelerini, kıvrımlı dağ ve orman yollarında insana dinginlik veren doğal güzellikler gerçekten çok hoşumuza gitti. Daha da önemlisi bu güzel ilçede  Mustafa Kemal Atatürk’ün 9 Eylül öncesi İzmir’i yakıp yıkarak düşmanın denize adeta süpürülüşünü izlediği ve yanında bunan İsmet paşaya “Paşam Anadolu seferi yüz akı ile sona ermiştir. Bundan sonra başka işlerimize bakarız” buyruğunu verdiği tepeyi ve bir gece konuk olarak kaldıkları evi görme fırsatı bulduk. Olayın anısına Gazi’nin bir akşamüzeri elini siper ederek kaçan düşmanı ve yanan İzmir’i izleyen görüntüsünü temsil etmek için dikilmiş olan heykeli görünce bu büyük insanla tekrar gurur duyduk ve ona  olan sevgi ve  hayranlığımız bir kat daha arttı.

Burada emekli olan bazı insanların kendileri için oluşturdukları bir dünya var. Şehrin biraz dışında ama yine de ulaşılabilecek bir noktada edindikleri birkaç dönümlük bir coğrafyada hayallerine uygun bir konut ile  bahçelerinde de çeşitli bitkilerle oluşturdukları bu dünya gerçekten insanları çok mutlu ediyor. Bizi İzmir’de bulunduğumuz süre içinde 3 gece konuk eden dostlarımız  Mahmure  ve Bekir Dilek Çiftinin de Foça İlçesinin Kozbeyi köyünde benzer bir dünya yarattıklarını söyleyebiliriz. İzmir’deki son gecemizi de burada geçirdik. Gerçekten üç dönümlük bir arsa içinde çok emek ve harcanarak gerçekleştirilmiş olan, ayrıca geleneksel Foça mimarisinin özelliklerini taşıyan konutlarına hayran kalmamak mümkün değil. Bahçelerinde ise zeytinden incire, nardan üzüme bölgeye ve mevsime her meyveyi bulabilirsiniz. Tamamen organik koşullarda ürettikleri sebzelerden yemek bize de kısmet oldu.

Foça şirin bir sahil kasabası. Foça ve Yeni Foça olarak adlandırılan sahil bandında çeşitli tatil ve dinlenme tesisleri mevcut. Ayrıca Foça’dan düzenlenen tekne turları da tatil geçirmek üzere buraya gelenlere farklı heyecanlar yaratıyor.

Dönüş yolculuğumuz küçük bir güzergah değişikliği yaptık.Çanakkale istikametine ilerlerken ev sahiplerimiz direksiyonlarını Bergama’ya kırdı. Böylelikle bugüzel Anadolu kasabasını da görme fırsatı yakaladık. Öğle yemeğimizin menüsü  Bergama köftesi ,kerpiç gibi yoğurt ile tahinli,cevizli kemalpaşa tatlısı idi. Tarihi Akrapol ve Zeus tapınağına vakit darlığı ve daha önce aynı yerleri görmüş olmamız nedeni ile gitmedik.Ama daha önce gidemeyenlere muhakkak gitmelerini öneririz.Bergamadan arabamız kozak yaylasına doğru yol almaya başlayınca Bergama tarafına direksiyon kırmakla ne kadar isabetli bir iş yaptığımızı kendi kendimize itiraf ettik. Özellikle Çam fıstığı ormanları ile kaplı bir coğrafyanın insanın duygu dünyasını nasıl zenginleştirdiğini bizzat yaşamış olduk. Bu yöre halkının yetiştirdiği badem,üzüm,incir,çam fıstığı lezzetlerini de doyasıya tattık.

Bu gezi sırasında her şey güzeldi,sadece bir istisnası ile.Kadife kaleye hiç gitmemiştim. Adını sıkça duyduğum yer için zihnimde çok daha keyif verici bir fotoğraf vardı. Ama ne yazık ki “Bu ne yaaaa, bu kadarı da olmaz” dedirtecek hayal kırıklığını burada yaşadık. “Kadife gibi” sözcüğü bizde hep iyi ve sevimli şeyler için kullanılır. Burada ilk kez bu tanımla ters düşen görüntülerle karşılaştık. Kalenin hemen etrafındaki yapılaşmayı mı söylesem,giriş kapısındaki istismar eden ve edilen çocukları mı söylesem,kale içindeki tandır mı fırın mı olduklarını anlayamadığım ve nasıl yapılabildiğine anlam veremediğim çirkinlik abidesi garip taş toprak yığınlarını mı desem hiç bilemiyorum. Açıkçası gezimizin bu bölümünü belleklerimizden silmek en iyisi herhalde….

Bundan sonraki gezilerimizde daha güzel ve sevimli tablolarla buluşmayı ümit ediyorum.Önümüzdeki günlerde hiç gitmediğimiz Antalya va Alanya taraflarına yol almak istiyoruz. O coğrafya ile ilgili duygu ve tespitlerimizi de yine dilimiz döndüğünce satırlarımıza aktarmayı deneyeceğiz.